Zekâtın Verileceği Sekiz Sınıf İnsan

Zekât kimlere verilebilir? Zekâtın sarf yerleri Tevbe sûresi 60. âyetteki sırasına göre sekiz sınıf.

Zekâtın sarf yerleri Tevbe sûresi 60. âyetteki sırasına göre sekiz sınıf olup şunlardır: Müslüman fakirler, miskinler, zekât işinde çalışanlar, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolda kalmışlar.[1]

ZEKAT VERİLECEK 8 SINIF İNSAN

1-2) Yoksullar ve düşkünler: Bunlar, Kur’an’daki ifadesiyle “fakirler ve miskinler”dir. Fakir; ev ve ev eşyası gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan malı olsa bile, gelirleri mutat olan ihtiyaçlarını karşılamayan ve borçları düşüldüğünde, nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Bir işte çalıştığı halde gelir düzeyi temel ihtiyaçlarını karşılamayan kimse de bu sınıfa girer.

Miskin ise, hiçbir geliri ve malı bulunmayan kimsedir. Kur’an’da “sarp yokuşa tırmanmanın” tanımı yapılırken, “toza toprağa bulanmış bir düşküne (miskin) yemek yedirmek” ten söz edilir” [2] Bu ifade, miskinin son derece yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan kimse olduğuna işaret eder. Buna göre, miskin fakirden daha muhtaç kimsedir.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile Mâlikîlerden İbnu’l-Kâsım’a göre fakir ve miskin aynı sınıf olup, aralarında bir fark yoktur.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre fakir; kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli geliri ve malı olmayan kimsedir. Miskin ise, sahip olduğu gelir ve malla kıt kanaat geçinebilen kişidir.

Hz. Ömer’e göre fakir, müslümanların; miskin ise gayri müslimlerin muhtaçlarını ifade eder. Nitekim Hz. Ömer’in, beytülmal görevlisinden, yoksul bir Yahudi’ye maaş bağlamasını isterken, zekâtın verileceği sınıfları bildiren âyetteki “mesâkîn (miskinler)” den kastedilenin “ehl-i kitabın yoksulları olduğunu” söylediği nakledilir.[3] Ancak tâbiîn fakihlerinden İkrime ve Hanefîlerden Züfer dışında, hiçbir fakih bu görüşe katılmamış, çoğunluk tarafından gayri müslimlerin yoksullarına sadece nâfile sadaka verilebileceği görüşü benimsenmiştir.

Fakir ve miskinlere bir defada verilebilecek en çok zekât miktarı konusunda Hanefîler “nisab”ı, çoğunluk fakihler ise “kifâye (yeterli miktar)”yi esas almışlardır. Bu son görüşe göre yoksula nisabı aşsa da, yeterli miktarda zekât verilebilir.

Şâfiîlere göre, fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu yetecek ve bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar zekât vermek caizdir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise fakir ve miskinlere bir yıl yetecek kadar zekât verilebilir. Bunun miktarı da kişi, çevre ve ailenin durumuna göre belirlenir.

3) Zekât işlerinde çalışanlar: Bunlar zekât işlerinde çalıştırılan memurlardır. Âyette geçen “âmil” sözlükte bir iş yapan, işçi, zanaatkâr gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise zekât gelirlerini toplamak ve hak sahiplerine dağıtmak için görevlendirilen kişiyi ifade eder. Bu terim hadislerde genel olarak idareci, her türlü devlet gelirini ve özellikle zekâtı toplayıp dağıtan memur anlamında kullanılır. Bunun yanında eş anlamlısı olan “ârif, âşir, câbî, emîn, hâzin, sâî ve musaddık” terimlerinin de kullanıldığı görülür. Kur’an’da “âmiller”in, zekâttan pay almayı hak eden sekiz sınıftan biri olarak zikredilmesi, bu görevin bir ücret karşılığında yapılabileceğini gösterir. Buna göre çalışan kişi zengin de olsa, emeğinin karşılığını alabilir.

Zekât toplama işinin belli bir yüzde karşılığında uzmanlaşmış kişi veya kuruluşlara yaptırılması da mümkündür. Buna göre zekât gibi büyük bir sosyal yardımlaşma kurumu İslâm devletine her hangi bir malî yük getirmeden çalışabilecek, üstelik devletin bütçeden yapması gereken harcamaların önemli bir bölümü bu fondan karşılanabilecektir.

Zekât memurunun adalet sahibi olması ve zekâtla ilgili hükümleri bilmesi gereklidir. Buna öşür toplayan memurlar, eksperler, kâtipler, zekâtı dağıtanlar, toplanan malları koruyanlar ve benzerleri de dahildir.

4) Müellefe-i kulûb: İlgili âyette dördüncü grup olarak zikredilen bu sınıf, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseleri kapsar. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinde yeni İslâm’a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm’a girmeyenler de vardı. Bu sınıfa zekât vermenin amacı; imanı zayıf olanların imanlarını güçlendirmek veya kötülüklerinden güvende olmak yahut onları hayra sevketmektir. Günümüzde kimilerini, İslâm’a vereceği zararı önlemek, İslâm’ın lehinde çalışmasını sağlamak veya uluslararası lobi faaliyetlerini yönlendirmek için bu fondan yararlandırmak mümkündür.

Hz. Peygamber gerek zekât ve gerekse fey’ ve ganimet gibi devlet gelirlerinden, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere paylar vermiştir. Safvan İbn Ümeyye, Uyeyne İbn Hısn ve el-Akra’ İbn Hâbis bunlar arasındadır.[4] Hatta bunlardan kimilerine, bu fondan yararlanabileceğini bildiren belgeler de vermiştir. Bu belge sahipleri Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekr’e gelerek paylarını istediler; o da görüş almak üzere bu kişileri Hz. Ömer’e gönderdi. Ömer (r.a) onlara: “Hz. Peygamber, İslâm’a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu. Bugün Allah dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalırsanız kalırsınız, aksi halde sizinle savaşırız” dedi. Hz. Ömer’in bu ictihadı üzerine, artık dört halife döneminde bu sınıfa zekât verilmediği, hatta bu konuda sahâbe icmâı oluştuğu öne sürülmüştür.

Hanefî ve Mâlikî fakihlerine göre, Hz. Peygamber’in vefatından sonra müellefe-i kulûbun zekât gelirlerinden payı düşmüştür. İmam Şâfiî’ye göre ise, savaş şartları gibi sıkıntılı dönemlerde ihtiyaç duyulursa bu fon yeniden işletilebilir.[5]

Bir Kur’an hükmünün Hz. Peygamber’in vefatından sonra ictihatla nesh ve ilga edildiği düşünülemez. Ancak müslümanların güçlenip, düşmanın zayıf duruma düşmesi yüzünden âyet hükmünün gerekçesi (illet) ortadan kalktığı için, Hz. Ebû Bekir döneminde uygulama durdurulmuştur. Daha sonra şartlar değişip, Hz. Peygamber dönemindeki gerekçe ortaya çıkarsa, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermenin bir sakıncası kalmaz.

5) Köleler: Kölelikten kurtulmak, hürriyetini para ile satın almak isteyen kimselere de zekât verilir. Zekât fonundan yararlanılarak kölelerin özgürlüğüne kavuşturulması, İslâm’ın insan hürriyetine verdiği önemi gösterir. İslâm’ın doğuşu sırasında kölelik bütün dünyada yaygın durumda idi. İnsanlar zorla kaçırılıp köleleştiriliyor, borçlu borcundan, suçlu suçundan ötürü köle yapılıyordu. İslâm bütün bu köleleştirme yollarını yasakladı. Haklı ve meşrû bir savaşta alınan esirlerin önce fidye veya karşılıksız olarak salıverilmesini emretti.[6] Yalnız uluslararasında savaş esirlerinin köleleştirme uygulaması bulunursa, “mütekâbiliyet” ilkesi uyarınca, devlet başkanına alınan esirleri köleleştirme yetkisi verdi. Bu çok sınırlı cevaza karşılık, İslâm dini köleler için insanca yaşama hakkı tanıdı ve onların özgürlüğe kavuşturulması için bir dizi önlemler aldı.

6) Borçlular: Borcu düşüldükten sonra, nisap miktarı malı kalmayan kimseler bu sınıfa girer. Başkasından malı veya alacağı olup da, bunu alması mümkün olmayan kimse de borçlu sayılır. Bu şekilde borcu yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek borçsuz yoksula vermekten daha faziletlidir. Çünkü borçlunun hürriyeti bir bakıma kısıtlanmış olur, onu bu sıkıntıdan kurtarmak gerekir.

Başkasının malını veya canını kurtarmak, ara bulmak gibi sebeplerle borçlanan kimse zengin olsa da borçlular sınıfından yararlanabilir.

Çoğunluk fakihlere göre iki türlü borçlu vardır. Birincisi, kendi ihtiyacı için borçlanan kimsedir. Kendisi ve aile bireyleri için yaptığı geçim harcamaları, mesken edinme, tedavi harcamaları, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle borçlanan kimse bu gruba girer. İkincisi ise, toplumun yararı için borçlanan kimsedir. Düşman iki toplumun arasını bulmak için borç yükü altına giren, başkasına kefil olarak borçlanan veya hayır için hizmet ederken borca giren ve bu yüzden sıkıntıya düşen kimseler bu gruba girer.

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şu beş kişi dışında zengine zekât helal değildir: Bunlar; zekât işinde çalışan, Allah yolunda savaşan, zekât malını parası ile satın alan zengin, yoksul komşusunun zekât verilen şeyi kendisine hediye ettiği zengin ve borcu düşüldüğünde yoksul duruma düşen zengin kimseler.” [7]

Kendi ihtiyacı için borçlanan kişiye zekât verilebilmesi şu şartların bulunmasına bağlıdır:

a) Bu kişinin nisap dışında borcunu ödeyecek malının bulunmaması,

b) Borçlu; içki, kumar, zina gibi bir haramı işlemek veya harcamalarında açıkça israfa kaçmak suretiyle borçlanmış olmayacak,

c) Borcun vadesi gelmiş bulunacak,

d) Borç kişi veya kuruma ödenmesi gereken gerçek bir borç olacak, zekât veya kefâret borcu gibi, kişilerce istenmeyen bir borç olmayacak.

Sanayi devriminin yaşandığı günümüzde en büyük borçlar en büyük sermaye sahiplerine ait bulunmaktadır. Vadesi yirmi yıla kadar uzayabilen borçların sahiplerinin, bu borçların karşılığı olan ticaret malları, menkul ve gayri menkul kıymetler, sanayi tesisleri var olduğu sürece yoksul saymak mümkün olmaz. Çünkü gerektiğinde temel ihtiyaçların dışında kalan bu mal varlığı satılarak borçlar tasfiye edilir. Bunun için borca karşılık olabilen veya karşılık olarak gösterilen ekonomik değerler zekâta tabi olmaz. Mesela; bir kimsenin on kg. külçe altın değerinde, üzerinden bir yıl geçmiş ticaret malı olsa, buna karşılık işleri bozulduğu için oniki kg. külçe altın tutarında borcu bulunsa, bu borcuna karşılık başka bir malı da olmasa, bu kişi borçlarını ödemek için bütün ticaret mallarını verse, yine, iki kg. külçe altın değerinde bir borçla karşı karşıya gelecektir. Bu yüzden zekât fonundan desteklenebilir.

Kötülük yolunda veya kötü bir amaçla borçlanmış olan kimse, sonradan pişman olup tevbe ederse, buna da zekâttan pay verilir.

7) Allah yolunda olanlar: Kelime olarak “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” tamlaması, terim olarak iki farklı anlamda kullanılmıştır. Birinci anlamı; İslâm’ı yüceltmek için bilfiil savaşta bulunmaktır. Buna göre savaşta olan mücâhitlere zekât verilir. Hatta İmam Şâfiî ve Mâlik’e göre, savaşa katılanlar arasında zengin-yoksul ayırımı da yapılmaz. Çünkü savaşçılar kendi beldelerinde zengin de olsalar, savaş bölgesinde kendi mallarından ayrı yerdedirler.

Fî sebîlillâh’ın ikinci anlamı ise; Allah rızasına uygun ve O’na yaklaşmak için yapılan her türlü hayırlı iştir. Buna göre Allah rızasını gözeten, hayır ve tâat niteliği bulunan işleri yapan kişi ve kurumlara zekât fonundan yardım yapılabilecektir.

İşte bu farklı anlam yüzünden, kimi fakihler yalnızca savaşa katılanlara veya hac ve umre yapanlara yahut ilim tahsil edenlere zekât verilebileceğini söylerken,[8] bir kısım fakihler de câmi, okul, hastahane, köprü yapımı gibi hayır işlerine, bu fondan para ayrılabileceğini belirtmişlerdir. Nitekim Enes ve Hasan el-Basrî, köprü ve yol yapımı gibi sadaka-i câriye sayılan yerlere zekât verilebileceği görüşündedir.[9]

Hac ibadetinin “Allah yolunda olanlar” kapsamına girdiğini gösteren delil şudur: İbn Abbas (r. anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre; bir kimse devesini Allah yoluna vakfetmiş, karısı ise haccetmek istemişti. Hz. Peygamber, kadına; “O deveye binerek haccet, çünkü hac da ‘fi sebîlillah (Allah yolunda)’ sayılır,” buyurmuştur.” [10] Ancak nâfilelerde genişlik bulunduğu için nafile hac için zekât verilemez.

Diğer yandan büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö.587/1191), el-Bedâyi adlı eserinde “fî sebîlillâh (Allah yolunda)” terimini “Allah’a yaklaştıran bütün işler” olarak tefsir etmiştir. Bu yüzden, Allah’a itaat ve hayır yolunda bulunan herkes, ihtiyaç sahibi olunca bu sınıfa girer. Böylece İslâm’ın yayılması için çalışan ve hayır işlerine koşturan kimseler desteklenmiş olur. Hanefîler’den bir kısmı “Allah yolunda” ifadesini “ilim öğrenmek” anlamına almışlardır. İlim öğrenmekte olan kimse zengin de olsa bu sınıfa girer.[11]

İmam Mâlik; Allah yolları çoktur. Fakat burada “Allah yolunda” ifadesinden, “O’nun yolunda savaşmak” anlamının kastedilmiş olduğu konusunda görüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyorum, demiştir.[12]

8) Yolda kalmış kimse: Yolculuğa çıkan, iyilik ve yararlı bir iş için yolculuk yapan ve gittiği yere yardımsız olarak ulaşamayan kimse bu sınıfa girer. Hac, savaş, mendup ziyaretler veya ticaret için yapılan yolculuklar buna örnek gösterilebilir.

Yolculara, kendi beldesinde zengin de olsalar yolculuk sırasında muhtaç düşmüşse, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilir. Ancak böyle bir yolcunun mümkün olursa zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.

Kendi beldesinde malını kaybetmek veya alacaklarını alamamak suretiyle muhtaç duruma düşen kimse de böyle yolcu hükmündedir. Bunlar ihtiyaçları kadar zekât alabilirler daha sonra mallarını elde edince, almış oldukları zekâttan geri kalan miktarı başkalarına tasadduk etmeleri gerekmez.

Bir kimse zekâtını yukarıda belirtilen sınıflardan herhangi birine verebileceği gibi, ikisine, üçüne veya hepsine de dağıtabilir. Çünkü ayet-i kerime zekâtı yalnız bu sekiz sınıfa ait kılmış, ancak bu sınıflar arasında bir tercih belirtmemiştir.

Diğer yandan nisap miktarına ulaşmayan zekâtın bu zikredilen sınıflar içinde bir tek şahsa verilmesi de caizdir. Çünkü âyette “el-fukarâ (fakirler)” kelimesinin elif lâm belirtme takısı ile belirli (marife) kılınması, mecaz anlamında cins bildirir. Böylece bu cinslerin içinden bir kimseye vermekle cinse vermek gerçekleşmiş olur. Burada elif lâm takısı gerçek anlamı olan kapsam (istiğrak) anlamında alınırsa, bütün cinsi kapsar. Bu takdirde bir beldedeki zekât üzerinde o beldedeki her yoksulun hakkı olur. Bu ise uygulamada büyük güçlükler doğurur, akla uygun değildir.[13]

Şâfiîlere göre, zekâtın bir beldedeki sekiz sınıfa harcanması gerekir. Dayandıkları delil: “Zekâtlar yalnız fakirlerin ve miskinlerin ... hakkıdır.” anlamındaki âyetin temlik lâmı ile zekâtı bu sınıflara tahsis etmesi ve atıf vâvı ile hükmün hepsini kapsamasıdır. Eğer zekât İslâm devleti eliyle dağıtılıyorsa, bu sekiz sınıfa ayrılmalıdır. Bunlardan biri de zekât memuru sınıfıdır. Zekâtı devlet değil de malın sahibi veya vekili dağıtırsa, bu takdirde zekât memurlarının payı düşer. İmkânlar ölçüsünde zekâtın bütün sınıflara dağıtılması müstehaptır. Zekâtın her sınıftan en az üç kişiden azına verilmesi tarzındaki taksim uygun değildir. Şâfiîlerden bir bölümü fitre zekâtının üç fakir veya miskine verilmesini caiz görmüşlerdir.[14]

Günümüzde bu sekiz sınıftan dördünün genel olarak bulunması mümkündür. Bunlar da; fakirler, miskinler, borçlular ve yolculardır.

Dört mezhep müctehitlerinin büyük çoğunluğuna göre,[15] zekâtın Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de zikrettiği yerlerden başkasına verilmesi caiz değildir. Bu yüzden; mescit yapımı, yol, köprü, çeşme yaptırma nehir kanalları açma, ölü kefenlenmesi, ölen kişinin borcunun ödenmesi, sur ve kale yapımı, savaş malzemesi hazırlamak, savaş gemileri inşa ettirmek, silah satın almak gibi, malın mülkiyetini karşı tarafın zimmetine temlîk anlamı taşımayan ibadetlere ve Allah’a yaklaştırıcı yollara harcanması caiz olmaz. Çünkü, “Zekâtlar ancak yoksulların, düşkünlerin... hakkıdır” âyetinde “innemâ” kelimesi, “hasr ve isbat” anlamı taşır. Yani zikredileni sabit kılmak, bunun dışında kalanları hükmün dışında bırakmak içindir. Dolayısıyla zekâtların bu sayılan yerlerden başkasına verilmesi caiz değildir. Çünkü bunlarda temlik yani birini zekât malına bizzat sahip kılma, zekât malını onun mülkiyetine geçirme söz konusu olmamaktadır.

Dipnotlar:

[1] bk. Kâsânî, age, II, 43-46; İbnü’l-Hümâm, age, II, 14-20; İbn Âbidîn, age, II, 79-84; İbn Rüşd, age, I, 266-269; İbn Kudâme, age, II, 665 vd; Zühaylî, age, II, 866 vd. [2] bk. Beled, 90/11, 14, 16. [3] Ebû Yûsuf, Harâc, s. 136. [4] bk. Cassâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 124; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 166. [5] İbn Rüşd, age, I, 233; Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, s. 42, 43; Zühaylî, age, II, 871, 872. [6] Muhammed, 47/4. [7] İbn Mâce, Sünen, I, 590. [8] Mevsılî, İhtiyâr, I, 119; İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 527. [9] Komisyon, İlmihal, I, 488. [10] Ebû Dâvud, Menâsik, 79; Zühaylî, age, II, 874. [11] Kâsânî, age, II, 45. [12] Zühaylî, age, II, 876. [13] Kâsânî, age, II, 46; İbnü’l-Hümâm, age, II, 14; Meydânî, age, I, 156; İbn Âbidîn, age, I, 84; İbn Rüşd, age, I, 267; İbn Kudâme, age, II, 668. [14] Şirâzî, Mühezzeb, I, 170 vd; Şirbinî, Muğnî’l-Muhtâc, III, 106 vd; Zühaylî, age, II, 867, 868. [15] bk. Kâsânî, age, II, 45; İbn Âbidîn, age, II, 81, 83, 85; Şirâzî, age, I, 170-173; İbn Kudâme, II, 667; Zühaylî, age, II, 875.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ZEKÂTIN VERİLECEĞİ YERLER

Zekâtın Verileceği Yerler

ZEKAT NEDİR?

Zekat Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.