Zekat Hakkında Kısa Bilgiler

Zekat nedir, neden verilir? Zekatın bireysel ve toplumsal faydaları nelerdir? Zekat vermeyenin ahiretteki cezası nedir? Zekat ne zaman verilmelidir? Ayet ve hadisler ışığında İslam’da zekatın önemi nedir?

Zekât ile ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması...

1- İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Muâz bin Cebel’i (r.a.) Yemen tarafına vâlî olarak gönderirken ona şöyle buyurdular:

«Şimdi sen kitâb ehli olan insanların yanına gidiyorsun. Onları ilk dâvet ettiğin şey Allâh Teâlâ’nın birliğini kabul etmeleri olsun! Allah Teâlâ’nın birliğini kabul edip O’nu tanırlar, (yani mârifetullahtan nasîb almaya başlarlarsa), onlara Allâh Teâlâ’nın bir gün ve gecede kendilerine beş vakit namazı farz kıldığını haber ver! Namazı da kılarlarsa Allah Teâlâ’nın onlara mallarının zekâtını vermeyi farz kıldığını haber ver! Zekât, onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir. Bunu da kabul ederlerse, onlardan zekâtlarını al, ancak insanların mallarının en iyilerini almaktan sakın!».” (Buhârî, Tevhîd, 1)

 2- Ebû Hüreyre (r.a.) der ki: Resûlullah şöyle buyurdu:

“Bir kimseye Allah Teâlâ mal verir, o da zekâtını ödemezse, bu mal kıyamet günü oldukça zehirli büyük bir yılan hâlinde karşısına çıkarılır. Yanaklarının üzerinde (gazap ve zehirinin şiddetini gösteren) iki siyah nokta vardır. O gün bu azgın yılan, mal sahibinin boynuna dolanıp (ağzını kapatacak şekilde) iki yanağından şiddetle ısırır ve:

«–Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazînenim!» der.”

Resûlullah, sözlerine delil olarak şu âyet-i kerimeyi okudu:

“Allah’ın fazlından kendilerine verdiği nimetleri infak hususunda cimrilik edenler, sakın bunu kendileri için hayır sanmasınlar; bilakis bu, onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmrân 3/180) (Buhârî, Zekât, 3; Tirmizî, Tefsir, 3/3012)

HADİSLERİN AÇIKLAMASI

Kullarına her türlü nimeti bahşeden Allah Teâlâ, onların mallarında fakirlere âit bir hak olduğunu bildirmiştir.[1] Zekât ismi verilen ve Allah tarafından farz kılınan bu miktar, zenginin gönlünden koparak verdiği bir hayır olmayıp, fakirin Allah tarafından tâyin edilen hakkıdır. İnsan fakirin o hakkını çıkarıp vermedikçe mes’ûliyetten kurtulamaz. Malımızın zekâtını verdiğimizde üzerimizdeki hakkı ödemiş ve mes’ûliyetten kurtulmuş oluruz.

Diğer taraftan zekât, servet sahiplerinin nâil oldukları ilahî nimetlere karşı ifâ etmeleri gereken şükrün bir ifadesidir. Cenâb-ı Hak, şükredildiği takdirde nimetlerini artıracağını, nankörlük edildiğinde ise azâbının şiddetli olduğunu bildirmiştir. (İbrâhîm 14/7)

ZEKAT NEDİR?

Allah Teâlâ, zekâtı kullarına bir vazife olarak yüklemekle birlikte, her zamanki gibi yine merhametini onlardan esirgememiş ve bu vecîbeyi yerine getiren kullarına pek çok lûtuflarda bulunmuştur:

Her şeyden önce “Zekât” kelimesi; “temizlemek” ve “artırmak” mânâlarına gelir. Yüce Rabbimiz, emrine itaat ederek zekâtını güzelce ödeyen kullarının nefislerini bencillik, cimrilik, mal ve dünya sevgisi gibi mezmûm sıfatlardan temizleyerek onları güzel ahlâk sahibi kullarından eyler. Bununla birlikte, mallarını da temiz ve helâl u hoş kılıp bereketlendirir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“Onların mallarından sadaka[2] al; bununla onları (günahlardan) temizler ve arındırıp yüceltirsin…” (Tevbe 9/103)

“Siz hayır yolunda ne harcarsanız, Allah onun yerine daha iyisini verir...” (Sebe 34/39)

Bunu destekler mâhiyette Allah Resûlü, Fıtır sadakasının kimler tarafından ve ne kadar verileceğini açıkladıktan sonra şöyle buyurmuştur:

“…Allah, zengininizi günahlardan arındırıp malını temizler. Fakirinize gelince Allah ona, sadaka olarak verdiğinden daha fazlasını ihsân eder.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 21/1619)

ZEKAT MALI ÇOĞALTIR, BEREKETİNİ ARTTIRIR

Herkesin bildiği bir hakikattir ki, malının zekatını veren ve fukaraya yardıma koşan ihlâslı ve hayırsever kimselerin malı, günden güne umulmadık sebeplerle artar. Bu berekette, sevindirilen fakir gönlünün büyük bir tesîri olduğu muhakkaktır.

ZEKATINI VEREN İMANIN TADINI ALIR

Bir de “İmanın Halâveti” başlığı altında zikrettiğimiz bir hadis-i şerifte, her sene malının zekatını gönül hoşluğuyla veren ve bunun için malının kötüsünden değil, orta hâllisinden ayıran kimselerin, imanın tadını alacağı ifade edilmiştir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 5/1582)

Übey b. Kaʻb (r.a.), gönülden zekât veren bir sahâbînin o güzel hâlini şöyle nakleder:

Resûlullah,  beni zekât memuru olarak göndermişti. (De­veleri olan) bir zâta vardım. Malını benim için bir araya topladı. O maldan ancak bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deveyi zekât olarak vermesi gerekiyordu. Kendisine:

“–Zekât olarak bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve vermen lâzım!” dedim.

Mal sahibi:

“–Senin söylediğin devenin ne sütü vardır ne de sırtına binilir. Ama şu genç ve semiz bir dişi devedir, onu al!” dedi. Ben:

“–Bana emredilmeyen şeyi alamam. İşte Resûlullah orada, sana yakı­ndır. Huzurlarına varıp bana teklif ettiğin şeyi kendilerine arzetmeyi arzu eder­sen bunu yap! Eğer O, senden bunu kabul ederse, ben de ederim, etmezse, ben de etmem” dedim.

“–Tamam, yaparım” dedi. Hemen bana teklif ettiği deveyi yanına alarak benimle birlikte yola çıkıp Resûlullah Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldik. O’na:

“–Ey Allah’ın Nebîsi! Malımın zekâtını almak için elçin bana geldi. Allah’a yemin ederim ki, daha önce ne Resû­lullah, ne de O’nun elçisi benim malımın arasında bulunmamıştı (malımın yanına gelmemişti). Malımı onun için bir araya topladım. O da benim vermem gereken zekâtın, bir yaşını bitirip iki yaşına basmış bir dişi deve olduğunu söyledi. Ben de ne sütü, ne de binmeye elverişli bir sırtı olmayan (bir deveyi Allah Teâlâ’ya borç olarak vermek istemiyorum). Alması için ona iri ve genç bir dişi deveyi teklif ettim, kabul etmedi. İşte o deve budur. O’nu sana getirdim ya Resûlullah, buyurun, alın!” dedi. Resûlulla:

“–Senin vermen gereken iki yaşına girmiş devedir. Ama ondan daha iyisini sadaka olarak verirsen, Allah sana onun sevabını verir. Biz de onu senden kabul ederiz” buyurdular. O da:

“–İşte vermek istediğim büyük deve budur ya Resûlallah! Onu sana getirdim, buyurun, alın!” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah,  de onun teslim alınmasını emrettiler ve o sahâbîye malının bereketlenmesi için duâ ettiler. (Ebû Dâvûd, Zekât, 5/1583. Krş. Ahmed, V, 142; İbn Huzeyme, Sahîh, IV, 24; Hâkim, I, 556/1452)

ZEKATIN BİREYSEL VE TOPLUMSAL FAYDALARI NELERDİR?

Zekâtın pek çok ferdî faydaları yanında toplum nizâmı açısından da vazgeçilmez fonksiyonları vardır. Zekât, farklı seviyelerdeki insanlar arasında kurulan ve cemiyeti bütünleştiren bir köprüdür. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafeyi asgarîye indirir. Fakirlerin sayısını azaltarak, bu sebeple meydana gelen birçok tatsız hâdisenin önüne geçer. Fakirlerin gönüllerinde zenginlere karşı doğabilecek kıskançlık ve kin duygularını söndürür. İnsanları sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarıyla kaynaştırıp bir araya getirir. Bu sebeple Resûlullah:

“Zekât, İslâm’ın köprüsüdür” buyurmuştur. (Beyhakî, Şuab, III, 20, 195; Heysemî, III, 62)

CEHENNEM İLE CENNET ARASINDA KÖPRÜ

Bu hadis-i şerif, zekâtın aynı zamanda âhirette kurulan bir köprü olduğunu da beyan etmektedir. Katâde’nin nakline göre;

“Zekât, Cehennem ile Cennet arasında bir köprüdür. Kim zekâtını öderse köprüyü geçerek Cennete nâil olur.” (Abdurrazzâk, Musannef, IV, 108)

Zekât verilmediğinde ise bütün bu faydalar tersine dönerek, fert ve toplum aleyhine büyük zararlar meydana gelir. İkinci hadiste, bunun acıklı âkıbeti gözler önüne serilmektedir. Orada bahsedilen misâl, âhiretteki elem verici azâbı anlatmakla birlikte, bir taraftan da zekât vazifesini yerine getirmeyenlerin dünyadaki huzursuz hâllerini tasvir etmektedir. Allah’ın, lûtfundan verdiği malı yine Allah’tan kıskanarak cimrilik yapan ve neticede ahlâkî zaafa mübtelâ olan insanın, ne dünyada ne de âhirette huzur bulması mümkün değildir. Zekât vermek sûretiyle tedâvi edilmeyen cimrilik hastalığı, insanı dünyada sıkıntı içinde bıraktığı gibi, âhirette de yılanların zehrine dûçâr eder.

Allah Resûlü, bu zararlı hastalık hakkında şöyle buyurmuştur:

“Cimrilikten daha kötü hangi hastalık vardır ki?!” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 296. Ayrıca bkz. Buhârî, Humus, 15, Meğâzî, 73; Ahmed, III, 308)

“İnsanda bulunan en şerli şey, aşırı cimrilik ve şiddetli korkudur.” (Ebu Davud, Cihâd, 20/2511)

Efendimiz, başka bir hadislerinde de cimriliği, helâk edici vasıflar arasında zikretmiştir.[3]

ZEKAT VERMEMENİN DÜNYADAKİ ZARARLARI NELERDİR?

Zekâtını vermeyerek cimrilik illetinin pençesine düşen, böylece malında yığınla kul hakkı ve milyonlarca göz bulunan bir kişinin, rahat etmesi ve gönül huzûrunu tatması mümkün müdür? Dünyada sevgi ve duadan mahrum yaşayan bu insan, tabiî ki âhirette de en ağır cezaya çarptırılacaktır. Dünyada malının bereketini göremeyeceği gibi, zekât olarak vereceği meblağdan daha fazlası, muhtelif vesîlelerle elinden çıkacaktır.

Bu anlayıştaki fertlerin çoğalmasıyla, toplumda zekât, ağır bir yük olarak görülmeye başlar ve zamanla tamamen ihmal edilir. Resûlullah Efendimiz, bu duruma gelen toplumların başına bir kısım belâların geleceğini haber vermiştir.[4] Bir defâsında da şöyle buyurmuştur:

“Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet, mutlaka yağmurdan mahrum bırakılır ve hayvanları olmasa, onlara yağmur yağdırılmaz.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623)

Yani zekât terk edildiğinde, toplumdan bereket kaldırılır. Yağan yağmur ve verilen rızıklar da ibadette beli bükülmüş kullar, mâsumlar ve hayvanlar hürmetine ihsân edilir. Zekât ihmâl edildikçe toplum düzeni sarsılarak zenginle fakir arasında derin uçurumlar meydana gelir. Bu durum pek çok muhtaç insanı kötülüklere sevkeder. Neticede ne zenginin ne de fakîrin huzûru kalır. Bu tehlikeye dikkat çeken Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah yolunda infak[5] edin! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Bir de ihsanda bulunun, zira Allah (iyilikte bulunan, işini güzel yapan ve ihsân şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.” (Bakara 2/195)

ZEKAT VERMEYENİN AHİRETTEKİ CEZASI NEDİR?

Buraya kadar sayılanlar, zekâtı terk etmenin dünyevî zararlarıdır. Âhiretteki azâbının ise hadisimizde kısmen açıklandığı gibi çok şiddetli olacağı haber verilmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (O paralar) Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!»” (Tevbe 9/34-35)

Bu hususta pek çok hadis-i şerif de vardır. Onlardan biri şöyledir:

“Altına ve gümüşe sahip olup da bunların hakkını vermeyen kimseler var ya işte Kıyamet günü sahip oldukları o altınlar ve gümüşler ateşten levhalar hâline getirilecektir. Sonra iyice kızgınlaşsın diye Cehennem ateşine sokulacaktır. Ardından bu levhalarla sâhibinin yanı, alnı ve sırtı dağlanacaktır. Bu plakalar her soğuduğunda yeniden Cehennem ateşine sokularak kızdırılacak ve aynı azap devam edecektir. Bu iş, uzunluğu elli bin sene olan bir günde gerçekleşecektir. Nihayet Allah Teâlâ kullarının arasında hükmünü verecek ve o kul gideceği yolu görecektir, ya Cennet’e veya Cehennem’e!” (Müslim, Zekât, 24)

Allah Resûlü’nün yakınlarından bir kadın, kız çocuğunu yanına alarak Efendimiz’i ziyarete gelmişti. Kızının kolunda altından iki kalın bilezik vardı.

Resûlullah kadına:

“–Bunun zekâtını veriyor musun?” diye sordu.

Kadın:

“–Hayır” dedi.

Resûlullah:

“–Allah’ın kıyamet günü, onların yerine sana ateşten iki bilezik takması hoşuna gider mi?” buyurdu.[6]

Kadın hemen onları çıkarıp infak etmesi için Peygamber Efendimiz’e uzattı ve:

“–Bunlar Allah Resûlü’ne âittir!” dedi. (Ebû Dâvûd, Zekât, 4/1563)

ZEKAT NE ZAMAN VERİLMELİDİR?

Dolayısıyla bir mü’min, zamanı geçmeden ve pişmanlık duymadan evvel, zekâtını gönül rahatlığıyla vermelidir. Aksi takdirde öyle bir zaman gelir ki, artık fırsatı kaçırmış olur ve istese de zekât veremez. Pişmanlık ve hasret ateşleri içinde kıvranmaya başlar. Nitekim İbn-i Abbâs (r.a):

“Kimin hacca gidecek veya zekât farz olacak kadar malı bulunur da bu farzları ifâ etmezse, ölüm sırasında dünyaya geri dönmeyi (rec’a) taleb eder” buyurmuş ve şu âyetleri okumuştur:

“Ey iman edenler, mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın! Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni yakın bir müddete kadar geciktirsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam» demesinden evvel size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin! Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi asla tehir etmez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münâfikûn 63/9-11) (Tirmizî, Tefsir, 63/3316)

[1] Zâriyât 51/19; Meâric 70/24-25.

[2] Kur’ân ve hadislerde geçen “Sadaka” kelimesi, yerine göre “Zekât” mânâsına gelir. Zekât, sahibinin imânındaki sadâkat ve olgunluğa delalet ettiği için ona “Sadaka” ismi de verilmiştir. Nitekim:

“Sadaka burhândır” (Müslim, Tahâret, 1) hadisiyle buna işaret edilmiştir. Ancak sadaka, hem farz hem de nafile olan malî ibadetler için kullanılırken, zekât sadece farz olana denir.

[3] Müslim, Birr, 56; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 483; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, II, 343; VI, 268-269; Münâvî, III, 404/3471.

[4] Tirmizi, Fiten, 38/2210, 2211.

[5] İnfak, farz kılınan zekâtı ve gönüllü olarak yapılan her türlü hayrı ihtivâ etmektedir. (Mustafa Çağrıcı, “İnfak” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXII, 289)

[6] Zînet eşyâsının zekâtı hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İhtiyata uygun olan, onun zekâtını vermektir.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Efendimiz’den Hayat Ölçüleri, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

ZEKAT NEDİR, KİMLERE VERİLİR VE NASIL HESAPLANIR?

Zekat Nedir, Kimlere Verilir ve Nasıl Hesaplanır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.