Su İle İlgili Bilgiler

Su nedir, nasıl oluşur? Su kaynakları nelerdir? Su nasıl akar? Suyun faydaları nelerdir? Suyun önemi nedir? Su ile ilgili ayetler nelerdir? Su hakkında bilinmeyenler...

Yaz mevsiminde yeterli su bulamayan bir çok bitki kurur. Bu, bitkilerin ölümüdür. Kuruyan bitkilerin tohumları uzun bir süre sanki ölü imiş gibi beklerler. Ne zaman Allah su gönderirse, su ile buluşan tohum, toprağa karışarak yeniden canlanır. Yüce Allah;

“Biz bütün canlıları sudan yarattık..” (Enbiyâ,21/30) buyurur. Yüce Allah suyu, hayat kaynağı kılmıştır.

Sular; tatlı ve tuzlu olmak üzere başlıca ikiye ayrılır. İnsanların ve bitkilerin hayat kaynağı olan sular, tatlı sulardır. Tatlı suyun nasıl oluştuğu Kur’ân-ı Kerîm’de açıklanır. Yüce Allah, sık sık, rüzgârların bulutları taşıdığını, yağmurun yağmasında rüzgârların en büyük faktör olduğunu bildirir:

“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller (ibretler) vardır.” (Bakara, 2/164)

Su, iki molekül hidrojen ve bir molekül oksijenden oluşan renksiz, kokusuz sıvıdır. Su, hayat kaynağıdır. Çünkü bütün canlıların varlığı suya bağlıdır. Hayat, maddelerin bir eriyiği olan protoplazma’da oluşur. Bununla korunur ve devamlılığı sağlanır. Susuz protoplazma olmaz, protoplazmasız da hayat olmaz.

Allah Teâlâ gökten indirdiği su ile yeryüzüne hayat verir. Bütün canlılar su ile hayatlarını devam ettirirler. Bu bakımdan insan için suyun önemi büyüktür. Yüce Allah Şûrâ sûresinde şöyle buyurur:

“O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakîkî dosttur, övülmeye lâyık olandır.” (Şûrâ, 42/28) Su, hayat demek olduğundan, yağmurun uzun süre yağmaması, insanlar için bir ümitsizlik sebebi olur. İnsanlar, “Yoksa yağmur yağmayacak mı?” diye endişe ederler. Böyle bir ümitsizlik anında Yüce Allah, gökten yağmur indirerek insanları sevindirir. İndirdiği yağmurla rahmetini her tarafa yaymış olur.

Yüce Allah Mü’min sûresinde de şöyle buyurur:

“O Allah ki size açık belgelerini, mûcize ve delillerini göstermekte ve üzerinize gökten rızık indirmektedir. Ancak O’na yönelip gönül verenler öğüt ve ibret alırlar.” (Mü’min, 40/13) İnsanın kendi yapısında ve dış âleminde ilâhî varlığa ve birliğe delâlet eden sayısız belgeler ve deliller her gün gözler önüne serilmektedir. Bu âyette işaret edilen bir husus da Yüce Allah’ın gökten su indirmesi, bu su ile kaynakların beslenmesi, toprağın bereketlenmesi ve suyun çeşit çeşit rızıklara sebep olmasıdır.[1] 

Gökten rızık indirilmesinin anlamı; -Allah bilir- suların buharlaşması, bulut ve yağmurun meydana gelmesi, yağmurun toprağa yararlı maddeler taşıması; güneş ışınlarının toprağa, bitkilere ve hayvanlara hayat vermesidir. Yağmur sularındaki çeşitli maddeler, yıldırımlarla havada oluşan bir takım kimyevî maddeler, bitkilerin zengin gıda çeşitleriyle beslenmesine sebep olmakta, bu gıdalar, bitkilerden yiyen insanlara doğrudan veya bitkileri yiyerek beslenen hayvanlardan, dolaylı olarak, geçmektedir. Allah’ın gökten rızık indirmesinin anlamı, bu olabilir.

Yüce Allah insanları gökten indirdiği su konusunda şöyle uyarıyor:

“Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz, yoksa onu Biz mi indiririz. Dileseydik onu acılaştırırdık; hâlâ şükretmez misiniz?” (Vâkıa, 56/68-70) Gerçekten insan şöyle bir düşünmeli; eğer sular acı veya tuzlu olsaydı biz bunları nasıl içerdik. Tatlı suyun içimi kolaydır ve içilirken insana büyük bir zevk verir. Bütün bunlar, ibret alanlar içindir.

Ektiğimiz ekinleri bitiren de Allah’dır. Yüce Allah, bu hususta bizi düşünmeye davet ediyor:

Söyleyin; ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dileseydik Biz onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.” (Vâkıa, 56/63-65) Ektiğimiz ekinleri, her türlü sebze, meyva ve bitkileri bitiren şüphesiz Yüce Allah’dır. Allah’ın dilemediği hiç bir şey olmaz. Allah, dilerse ektiklerimiz kuruyup gider, hiç bir ürün elde edemeyiz. Bunları düşünmek insan olarak bizim vazifemizdir.

Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah’dır. Bu hususta şöyle buyrulur:

“Rüzgârları gönderip de bulutları harekete geçiren Allah’dır. İşte bu şekilde Biz onları ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır.” (Fâtır, 35/9) Bu âyette Yüce Allah, hem toprağı, indirdiği su ile dirilttiğini bildiriyor ve hem de ölüleri dirilteceğini haber veriyor.

Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten Allah’dır. Bu hususta şöyle buyrulur:

“Allah, gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen (Hakka kulak veren) toplum için bir ibret vardır.” (Nahl, 16/65) Hadîd sûresindeki bir âyette de şöyle buyrulur:

“Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor. Aklınız ersin diye gerçekten, size âyetleri açıkladık.” (Hadîd, 57/17)

Secde sûresindeki bir âyette de şöyle buyrulur:

“Kupkuru ve çorak yerlere suyu ulaştırdığımızı, onunla gerek hayvanlarının, gerekse kendilerinin yiyegeldikleri ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmediler mi? Hâlâ da görmüyorlar mı?” (Secde, 32/27) Bu ve benzeri âyetlerde Yüce Allah, hayat kaynağı olan suyu kendisinin indirdiğini, yağmuru kendisinin yağdırdığını, bu sularla kupkuru toprağın canlanarak çeşitli bitkiler bitirdiğini insanlara bildiriyor. Bunu ibretle görmeleri, düşünmeleri gerektiğini hatırlatıyor.

Su, hayat demektir, enerji demektir, bereket demektir, zenginlik demektir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, özetle bütün canlılar suya şiddetle ihtiyaç duyarlar. Çünkü canlı hayatı suya bağlıdır. Su, sadece canlı varlıkların beslenmeleri için gerekli bir madde değildir. Su, atmosferde su buharı olarak bulunurken, yeryüzünün radyasyon kaybından ötürü geceleri aşırı soğumasını önler. Yine toprağı aşırı soğumaktan koruduğu için taze meyva ve sebzelerin donmasını önler. Su sayesinde iklim farkının en aşağı seviyede gerçekleşmesi sağlanır, gece ile gündüz arasında çok aşırı sıcaklık farkı görülmez.

Su, havada, denizde, toprak altında ve toprak üstünde bulunur. En kararsız bulunduğu yer, toprak üstüdür. Toprak üstündeki su, ya buharlaşarak havaya uçar, ya da toprak altına sızarak yer altı sularını oluşturur. Suyun en mühim kaynağı okyanuslardır. Dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Suyun bu kadar çok olmasının bir hikmeti de, yeterli buharlaşmayı sağlamak ve yağış rejimini düzenlemektir. Dünya üzerinde okyanusların dağılımı bu kadar çok olmasaydı, yere düşecek yağışta mühim ölçüde azalma görülecek, bunun sonucunda şiddetli bir kuraklık hüküm sürecekti.

Okyanuslardan buharlaşan su, tekrar okyanuslar üzerine düşmez. Buharlaşan su, su buharı olarak havaya karışır. Üst atmosferdeki kuvvetli rüzgârlarla, son derece karışık bir dolaşım sonucunda, tüm Dünya üzerine dağılır. Böylece ihtiyaç duyulan nem, değişik bölgelere kadar ulaşır. Rüzgârların sağladığı bu hava dolaşımı sayesinde, devamlı yağışlı ve devamlı kuru bölgeler ortadan kalkmış, hemen hemen her bölge suya kavuşmuştur.[2] 

Su, hidrojen ve oksijen gazlarından meydana gelir. Suda %11,11 oranında hidrojen, %88,89 oranında oksijen vardır. Hidrojen yanıcı bir gazdır, oksijen de yakıcı bir gazdır. İlâhî Kudret, yanıcı ve yakıcı gazdan, yanmayan suyu yaratmış ve bunu ateş söndürme vasıtası yapmıştır.

Bir su molekülü kimya dilinde H2O sembolüyle anlatılır. Bu sembol, su buharının işaretidir (hydrol). Suyun sıvı hâldeki şekli iki molekül sudan oluştuğu için (H2O)2 sembolüyle anlatılır. Suyun katı yani buzlu hali üç su molekülünün birleşmesinden meydana gelir ve (H2O)3 sembolü ile gösterilir (trihydrol).

Suyun fizikî ve kimyevî husûsiyetlerinde bazı gariplikler göze çarpar. Suyun sıcaklığı 0°C’den 4°C’ye yükselirse, suyun hacminin artması gerekirken, azalır. Sıcaklığı 4°C’den daha yukarı çıkarsa, suyun hacmi büyür. Su donup da buz haline geçerse, hacmi azalacağı yerde artar, yoğunluğu da azalır. Bunun için buzun yoğunluğu suyun yoğunluğundan küçüktür ve buz, su üzerinde yüzebilir. Böyle olmasaydı, akarsu ve göllerde buz haline geçip donan su, hemen dibe çökecek ve bu buzlanma ile su altı hayatı sona erecekti. Bu sebeple kışın üst yüzeyi donan suların altında, ılık bir ortamda, hayat devam eder.[3] 

Yeryüzündeki su, Dünya kurulduğundan beri “hidrolojik dolaşım” adı verilen son derece düzenli ve hesaplı bir devir yapar. Okyanuslardan, denizlerden, göllerden, akarsulardan ve topraktan buharlaşarak havaya geçen su buharı, yoğunlaşarak bulutları meydana getirir. Rüzgârlarla oradan oraya sürüklenen bulutlardan da yeryüzüne tertemiz “yağmur suyu” düşer. Atmosfere taşınan su buharının büyük bir bölümü tuzlu okyanus sularından sağlanır. Bu açıdan bakıldığında, hidrolojik dolaşım, aslında tuzlu suyun tatlı suya dönüşme (arıtma) mekânizması olarak düşünülebilir.

Bir yılda hidrolojik dolaşım sonucunda yaklaşık 505 trilyon ton su yoğunlaşır. Atmosfere geçecek suyun önce yeryüzünden buharlaşması gerekir. Buharlaşma enerjisinin tek kaynağı ise Güneştir. Yeryüzü, her yıl 13,4X1020 kilokalorilik bir ısı enerjisini Güneşten sağlar. Bu enerjinin yaklaşık %22’si buharlaşma için harcanır. Herhangi bir anda, atmosferdeki su buharı miktarı ise, 13X1012 ton kadardır. Bu değer, değişmeyen sabit bir miktardır. Yere düşecek yağış yüzünden azalacak nem, hemen buharlaşma yolu ile telafi edilir. Böylece bulutlardan yere düşecek suyun yerine yeryüzünden taptaze su buharı geçer. Bir taraftan eksilen su, öbür taraftan tamamlanır, düzen yeniden kurulur.

Bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşır ve aynı miktar su yere yağmur olarak düşer. Bu değer, bir yılda yaklaşık 505 trilyon tona ulaşır. 20 derecede suyu buharlaştırmak için 585 kalori gereklidir. Bir yılda yeryüzünden buharlaşan su miktarı için ise, 505X1012 ton= 505X1012 X106 gr. Ve 585X505X1012 X106=3X1023 kalori gerekir. Bu hesaplar bize bir yılda buharlaşarak atmosfere geçen suyun ne kadar büyük bir enerjiye ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.[4] 

Su, bilinen maddeler içinde, özgül ısısı en büyük olan ve hayat için çok lüzumlu sayısız üstünlüklere sahip bulunan bir maddedir. Yeryüzünde sıcaklığı sabit ve eşit tutmak için büyük ısı kapasitesine (büyük bir özgül ısıya) sahip bir madde bulunmalıdır. Bu madde de sudur. Zira gündüz ısı alıp geceleyin ısısını koruyacak ve gezegenin yüzeyinin büyük bir kısmını kaplayacak olan muazzam miktarda bir sıvı kütlesine ihtiyaç vardır.

Su, yeryüzünde nisbeten sabit bir sıcaklık teminine imkân hazırlar. Eğer güneşten gelen ısı, herhangi bir anda çok şiddetli olur ve dünya fazla ısınırsa, bu durum aşırı buharlaşmaya sebep olur. Buharlaşan su yükselip soğuduktan sonra bulutları oluşturur. Bulutlar güneş ışınlarını uzaya geri yansıtarak dünyanın aşırı ısınmasına engel olur ve böylece altlarındaki kara ve deniz kısımlarını korumuş olurlar. Diğer taraftan sıcaklık çok düştüğü zaman, yağış teşekkülü sebebiyle bulutlar ortadan kalkar ve güneş ışınları gezegenin yüzeyinde tekrar parlamaya başlayarak yerin sıcaklığını arttırırlar. Bu şekilde su, gezegen yüzeyinde oldukça sabit bir sıcaklığın tutulmasına hizmet eder.

Diğer taraftan bulutlar aynı zamanda ısının eşit olarak dağıtılmasına da yardımcı olurlar. Çünkü buharlaşma sırasında suyun yüzeyi tarafından emilen ısı, bulutlar teşekkül ederken veya yağmur yağarken buharın yoğunlaşmasıyla açığa çıkar. Buharlaşan su, büyük hızlarla uzak mesafelere kadar kolayca gittiğinden, bu durum güneşten alınan ısının, gezegenin yüzeyine oldukça eşit olarak taksim edilmesini sağlar.

Modern araştırmalar, su buharının kolayca kendiliğinden bulutları oluşturamadığını göstermektedir. Yüce Allah, ezelî ilim ve irâdesiyle her şeyi akıllara durgunluk verecek derecede plânlamıştır. Yağmur damlalarının oluşması için gerekli çekirdekleri, deniz suyunun içine karıştırdığı tuzlardan yaratmaktadır. Rüzgârlar, binlerce sahili dalgalarıyla döverlerken, sıçrayan küçük su damlacıkları, hava içinde buharlaşır ve küçük tuz zerrelerini atmosfere bırakır. Bu parçacıklar ise rüzgârlarla çok uzaklara kadar her tarafa sürüklenip götürülürler.

Böylece yağışların oluşması için gerekli çekirdekler yer üzerinde hazır hale gelmiş olur. Şüphesiz bu maksatla çok miktarda tuzun deniz suyu içinde eritilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için, hiç değilse ilk yaratılış safhalarında deniz suyunun asit karakterde olması ve böylece suyun temasta olduğu kayalardan metalleri eritip suya intikal ettirmesi gerekir.

Burada bir problemin çözümü gerekiyor. Zira suyu ne şekilde tuzlu hale getirirsek getirelim, sadece sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzlar, içinde erimekle kalmayacak, aynı zamanda diğer metallerin tuzları da büyük miktarlarda suya intikal edecektir. Bunların bir kısmı, bilhassa arsenik, civa, kurşun gibi elementlerin tuzları son derece zehirlidir. Zira bu metallerin atomları kükürt atomuna kuvvetle kendilerini bağlarlar. Halbuki canlı organizmalar için bazı kükürt bileşiklerinin mevcut olması bir hayat şartıdır. Yukarıdaki metallerin mevcut olması halinde hayatın bağlı bulunduğu temel mekânizmaların işlemesine engel olunmuş olur.[5] 

Deniz suyunun bu zararlı metalleri eritmesine nasıl engel olunduğu, İlâhî Hikmetin ne şekilde işlediğine gelince; Dünyanın ilk oluşma devirlerinde büyük miktarda demir suda erimiş ve daha sonra hidroksit veya silikat yumakları halinde çökelerek bugünkü demir cevheri yataklarını meydana getiren tortal tabakaları teşkil etmiştir. Bu çökelme sırasında, çok büyük yüzey alanına sahip olan yumaklar, civa, kurşun gibi zehirli maddeleri üzerlerine toplayarak sudan uzaklaştırmışlardır. Gerçekten yapılan analizler bu ince taneli çökeltilerin pratik olarak denizdeki bütün zehirli maddeleri ortadan kaldırmış olduğunu göstermektedir.[6] 

Katı hâlde meydana gelen kimyasal reaksiyonlar ölçülemeyecek derecede yavaş cereyan eder. Diğer taraftan karbondioksidin, karbonlu bileşikleri oluşturan bir karbon kaynağı olarak kullanılabilmesi için de bir sıvının var olması şarttır. Herhangi bir sıvı bu maksada hizmet etmez. Bu sıvı evrende veya hiç değilse gezegenin yüzeyinde çok bulunan elementlerle kolaylıkla yapılabilen bir sıvı olmalıdır. Ayrıca iyi bir eritici (solvent) özelliğe sahip bulunmalı ve içinde reaksiyonlar kolaylıkla meydana gelebilmelidir. Bu iş için en uygun sıvı, sudur. Su, Dünyanın sıcaklığını sabit tutmak yani bir termostat vazifesi yapmak maksadıyla kullanılan en ideal bir maddedir.

Gezegenimizin üzerinde su, karbondioksit ve oksijenin var olması şartı bir tarafa, sarf edilen oksijenin hemen yenilenmesi gerekir. Bu da en iyi bir şekilde bitkiler tarafından gerçekleştirilebilir. Oksijen doğrudan doğruya veya dolaylı olarak karbondioksitten elde edilir. Güneş ışığının var olması halinde karbondioksitten oksijen hasıl eden bir mekânizma bulmak, kimya ilminin bugünkü seviyesinin üstünde, bugünkü insan zekâsının ötesindedir. Fotosentez olayının gerisindeki esrar, bir çok keşiflere ve ilimlerdeki büyük ilerlemelere rağmen halen çözülmüş değildir.[7] 

İnsan bazan kendi kendisine dünyanın dörtte üçünün neden sularla kaplı olduğunu düşünür. Bize göre sanki kara parçaları fazla olsa daha iyi olacakmış gibi gelir. Yer yüzünün yaşanılabilir bir ortama gelmesinde, normal ve devamlı bir sıcaklığın gerekliliğini ve bunu da ancak tuzlu sularla yüklü okyanus ve denizlerin sağlayabildiğini öğrendikten sonra herhâlde diyecek bir şeyimiz yoktur. Yüce Yaratıcı her şeyi öyle mükemmel yaratmış ki daha güzelini düşünmek imkânsızdır. İnsanlar bilimde ilerledikçe, yaratılışın mükemmelliğini daha iyi kavramaktadır.

1- DENİZLER

Denizlerin nasıl oluştuğuna dair iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, denizlerin suyu, Yerin ilk oluşum devirlerinde, buhar veya sıvı halinde yer yüzeyinin bir parçası olarak meydana gelmiş olabilir. İkinci görüşe göre ise, denizlerin

jeolojik devirler boyunca yavaş yavaş oluştuğu ileri sürülmektedir. Bu ikinci görüşün doğru olduğunu gösteren pek çok delil vardır. Eğer dünyanın, bir zamanlar, ergimiş bir kütle halinde olduğu kabul edilebilirse, (ilk devirlerin birinde soğusa bile) kayaların, basınç altında yapılan laboratuar incelemeleri, bunların aşağıdan yukarıya doğru katılaşacağını göstermektedir. Ergimiş demir ağır olduğundan dibe batarak dünyanın merkezindeki çekirdeği teşkil etmiş ve bu çekirdek katılaşmamıştır. Halen de sıvı hâlde bulunmaktadır. Bunun üstünde kaya tabakaları yer almıştır.

Su buharı, azot gazı ve asit buharları (bilhassa klorür ve florür asitleri ile kükürt dioksit) basınç altında ergimiş sıvı içerisinde çözünmüşlerdir. Kayalar büyük derinliklerde katılaşırken, ihtiva ettikleri gazların bir kısmı kabarcıklar halinde yüzeye çıkmıştır. Hiç değilse yerin yüzeyinin sıcak olduğu ilk yaratılış devirlerinde, bu gazların büyük bir kısmının uzaya kaçıp gitmiş olması muhtemeldir. Fakat kısa bir zaman sonra, yer yüzeyi serin bir bulut tabakası ile örtülünce artık çıkan gazlar yoğunlaşarak denizleri ve atmosfer tabakasını oluşturmuştur. Denizlerdeki suyun tamamının bu yolla meydana geldiğine inanılmaktadır.[8] 

İlk oluşan sular çok miktarda karbondioksit ihtiva etmekte idi. Yapılan hesaplar, yerin ilk devirlerinde kayaların ihtiva ettikleri metallerin eritilip ayrıştırılması sonucunda deniz suyunda çözünmüş hale gelen zehirli metallerin miktarlarının denizlerde hayatı imkânsız yapacak derecede fazla olduğunu göstermektedir. İlim ve irâdesi her şeyi kuşatan Yüce Yaratıcı, bu zararlı maddeleri yok eden bir mekânizmayı tabiatta işleterek dünyayı yaşanır hale getirmiştir.

Dünyanın ilk oluşum devirlerinde büyük miktarda demir suda erimiş ve daha sonra hidroksit veya silikat yumakları halinde çökelerek bugünkü demir cevheri yataklarını meydana getiren tortal tabakaları teşkil etmiştir. Bu çökelme sırasında, çok büyük yüzey alanına sahip olan yumaklar, civa, kurşun gibi zehirli maddeleri üzerlerinde toplayarak sudan uzaklaştırmışlardır.

Deniz suyundaki tuzun hikmet ve faydası biliniyor. Bu tuz, sodyum ile klorun birleşmesinden meydana gelmiştir. Klor, volkanik faaliyetler sonucu ortaya çıkmış, sodyum ise akarsular tarafından kararlı bir şekilde kayalardan eritilerek taşınmıştır. Jeolojik devirler boyunca klor ve sodyum, dengeli bir şekilde ihtiyaç nisbetinde meydana gelerek sodyum klorürü (NaCl) oluşturmuşlardır. Eğer bu mekânizmalar işlememiş olsaydı denizler ya fazla alkali yahut fazla asit karakterde olacak ve denizlerdeki canlı hayatını yok edecekti.[9] 

Görülüyor ki, yer istenen husûsiyette bir atmosfer, gerekli miktarda bir su hacmini meydana getirecek bir büyüklükte yaratılmıştır. Yapılan araştırmalar akıllara durgunluk veren bir hesabın yapıldığını gösteriyor. Gezegenimizde hayat için gerekli bütün şartlar eksiksiz bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Denizlerin ve karaların hayat için en elverişli bir şekilde düzenlenmesi, elbette Yüce Bir Düzenleyici’yi akla getirmektedir ki O da Yüce Allah’tır. İlimler ilerledikçe İlâhî Sanatı örten perdeler birer birer aralanmaktadır.

Karalar insanlar için olduğu gibi denizler de insanlar için yaratılmıştır. Denizlerde karadakilerden çok fazla canlı bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı yemeye yarar, bazıları süs eşyası olarak kullanılır, bir kısmı da insanların çeşitli ihtiyaçları içindir.

İnsan, akıllı bir yaratıktır. Aklı ile eşyayı en iyi bir şekilde kullanmasını bilir. Denizlerden yararlanma da çeşitli şekillerde olur. İnsan önce basit deniz vasıtaları yapmış, bunlarla su üzerinde durabilmiştir. Bunlar, tahta parçalarının bir araya getirilmesiyle yapılan sal, sandal ve kayık dediğimiz basit su üstü nakil vasıtalarıdır. Zamanla bunları geliştirmiş, gemiler, vapurlar yapmıştır. Bugün insanlık çok gelişmiş deniz vasıtalarına sahiptir. Bunlarla çok rahat bir şekilde büyük denizlerde seyahat yapma imkânı vardır. Ağır yükleri bile bu gelişmiş deniz nakil araçlarıyla kolayca taşımak mümkün oluyor. Binlerce grostonluk yük gemileriyle binlerce ton yükü uzak ülkelere kolayca taşıyabiliyoruz. Evimizdeki rahatlığı aratmayan vapurlarla uzak ülkelere rahatca yolculuk yapabiliyoruz. Yüzme havuzlu yolcu gemileriyle koskoca denizlerde çok rahat seyahat etme imkânımız mevcuttur. Deniz altılarla denizlerin altlarında dolaşma imkânına sahibiz.

Bütün bunlar, her ne kadar insanoğlunun icâdı ise de, Allah’ın verdiği akıl, ilim ve imkânla olduğu için Allah’ın nimetleri cümlesindendir. Nitekim Yüce Allah Şûrâ sûresinde şöyle buyurur:

“O’nun (varlığına delâlet eden) belgelerden biri de, denizde dağlar gibi yüzen gemilerdir. O dilerse rüzgârı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helâk eder. Bir çoğunu da affeder (kurtarır).” (Şûrâ, 42/32-34) Sabırlı çalışma ile insan, nice ilmî başarılar elde edebilir. İcâd edilen her şeyde ilâhî yardım ve desteği görmeli, bunların Allah’ın lütfu ile olduğunu unutmayarak şükrünü îfâ etmelidir. Bilim adamı, yaptığı bilimsel araştırmayı sabırla sürdürmeyi bilmeli ve elde ettiği sonuçların Allah’tan olduğunu unutmayarak dâimâ şükür etmeli, nankörlük etmemelidir.

Yüce Allah Yâsîn sûresinde şöyle buyurur:

“Onların soylarını dopdolu bir gemide taşımamız onlar için büyük bir delil (belge)dir. Gemilerin benzerlerinden binmekte oldukları ve ileride binecekleri şeyleri onlar için biz yarattık. Eğer biz dileseydik onları suda boğardık. O zaman ne onların imdadına koşan olurdu, ne de kurtarılırlardı. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet onları kurtardı. Ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalanmaları uygun görüldü.” (Yâsîn, 36/41-44)

Bu âyetlerde gemici olmayan, tersanesi bulunmayan Nuh(a.s.)’ın çok büyük bir gemi inşâ etmesinin ancak ilâhî bir vahiyle, bilgiyle olduğu bildiriliyor. Nuh(a.s.)’a Yüce Allah, büyük bir tufan meydana geleceğini, bu tufanda dağlar misâli büyük dalgaların oluşacağını, bu dalgalardan ancak büyük bir gemi yaptığı takdirde kurtulabileceklerini vahyetti. Bunun üzerine Nuh(a.s.), çok büyük bir gemi yapmış ve bu gemiye kendisine inananları almıştır.

Gerçekten çok büyük bir tufan meydana gelmiş ve her yeri sular kaplamıştır. Bu tufandan kurtulabilen sadece Nuh(a.s.)’ın gemisine binenlerdir. Artık bundan sonraki insanlar Nuh tufanından canını kurtarabilenlerin çocuklarıdır. Yüce Allah, bu insanlara olan ilâhî lütuf ve ihsânlarını böyle hatırlatıyor. Atalarının Tevhid İnancına sahip kimseler olduğu hatırlatılarak Allah’ın bu lütuflarının unutulmaması gerektiğine işaret ediliyor. Bu hatırlatmalar, Yüce Allah’ın varlığı ve birliğinin belgeleri olması açısındandır. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Yüce Allah, dilediği zaman inkârcıları, azgınları, din düşmanlarını şu veya bu şekilde helâk eder. Dilerse onlara belli bir süre yaşama izni verir. Hayatımız ve ölümümüz Allah’ın kudret elindedir.

Câsiye sûresinde şöyle buyrulur:

“O Allah ki, buyruğu gereği, gemiler yüzüp yol alsın; geniş lütfunu, bol ihsânını arayasınız ve şükredesiniz diye denizi baş eğdirip emrinize vermiştir. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi tarafından sizin emrinize vermiştir. Şüphesiz ki, bunda, iyice düşünen bir millet için açık belgeler vardır.” (Câsiye, 45/12-13)

Bu tür âyetlerde, suyun kaldırma özelliği hatırlatılmaktadır. Bu sebeple insanlar, icâd ettikleri gemilerle, su üstünde rahatlıkla yolculuk yapabilmekte ve eşya taşıyabilmektedir. Bu âyetler, yüzmekte olan cisimle su arasındaki fiziksel kanuna işâret etmekte ve insanların dikkatlerini denizlerin yararlarına çekmektedir. Denizler, bir taraftan deniz ticâreti ve taşımacılığı bakımından, diğer taraftan da Yüce Allah’ın denizlerde vücuda getirdiği nimetler bakımından insanlar için mühimdir. İsrâ sûresinde şöyle buyrulur:

“Rabbiniz, lütfuna nâil olmanız için denizde gemileri sizin için yüzdürendir.” (İsrâ, 17/66)

Bazı kara parçaları biribirlerine mesafe olarak çok yakın olmalarına rağmen arada deniz olduğu için ulaşım ancak deniz yoluyla olmaktadır. Bazı ülkeler tamamiyle denizle çevrili olduğu için bu ülkelere ulaşım deniz ve hava yoluyla olmaktadır. Yine bu âyetlerde, denizlerdeki besin kaynaklarının önemi belirtilmektedir.

2- İKİ DENİZİN BİR OLMAMASI

Deniz suları, aynı tadda değildir. Bazıları tatlı, bazıları acı ve tuzludur. Bu konuda şöyle buyrulur:

“İki deniz (veya göl), bir değildir. Bu, tatlı, susuzluğu giderici, kolay içimlidir. Şu, çok tuzludur, acıdır. Ama her birinden taze et (balık) yersiniz; takmakta olduğunuz süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün.” (Fâtır, 35/12)

Yapılan bilimsel araştırmalardan denizlerin tuzunun dünya kabuğundaki volkanik kayaların yaklaşık iki milyar yıl süren bir devre boyunca erimesi sonunda meydana geldiği anlaşılmaktadır. İlâhî plân gereği, eriyen maddeler suların içinde kalmış, erimeyenler de deniz diplerine inerek çökel kayaları meydana getirmiştir.

Volkanik kayalarda bulunan ve eriyebilen bütün elemanlar, denizlerin suyunda vardır. Nehirler de erimiş maddeleri ve tuzu denizlere taşırlar. Tuz oranı en yüksek denizler, Kızıldeniz ve Akdenizdir. En düşük olanı ise Baltık körfezidir.

  • Tatlı Su Kaynakları

Tatlı su kaynakları şunlardır:

1) Meteor suları (yağmur, kar, dolu).

2) Yer altı suları (kaynak ve kuyu suları).

3) Yer üstü suları (ırmak, nehir vb. akar sular ve göller). Bu suların çoğu tuzlu, acı değilse de içinde karbon asidi ile kalsiyum ve karbonat vardır. İçinde karbon asidi bulunmayan su, tatsızdır.[10] 

Balıklar, protein ve besin değeri yüksek yiyeceklerdir. Pek çok türleri vardır. Tatlı su balıkları olduğu gibi, tuzlu su balıkları da vardır. Hayret edilecek bir husus şudur ki tatlı suda yetişen balığın eti tatlı olduğu gibi, içimi imkânsız olan acı ve tuzlu suda yetişen balığın eti de tatlı ve lezzetli oluyor. İşte bu Yüce Yaratıcı’nın varlığının ve kudretinin bir belgesidir. Yüce Allah bu âyetlerde bize balığı taze olarak yememizi tavsiye ediyor, bayatlamış balığın yemeye elverişli olmadığına da işaret ediyor.

Yüce Allah Furkân sûresinde şöyle buyurur:

“Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan Allah’tır.” (Furkân, 25/53)

Rahmân sûresinde de şöyle buyurur:

(Allah) iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. O hâlde Rabbinizin nîmetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? İkisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahmân, 55/19-22) Bu âyetlerin tefsiri ile ilgili çeşitli yorumlar yapılmıştır. Nasıl tatlı ve acı su birbirinden ayrı ise hak ile bâtıl, îmân ile küfür de böyle birbirinden ayrıdır, farklıdır. Bir araya gelip bağdaşmaları mümkün değildir.

Bazı suların tatlı, bazı suların acı ve tuzlu olmasının elbette pek çok hikmetleri vardır. Şayet bütün sular tuzlu ve acı olsaydı; insanlar, hayvanlar bu suları nasıl içecekti? Tuzlu suyla sulanan arazilerin çoraklaştığı, ürün vermediği bilinen bir husustur. Yüce Allah bize bunları hatırlatıyor.

Deniz suyunda erimiş hâlde bulunan tuz, mağnezyum klorür, mağnezyum sülfat, kalsiyum sülfat, potasyum klorür vb. insanlar için yararlı maddelerdir. Denizlerdeki tuzluluk derecesinin farklı olması, denizler arasında akıntıyı sağlamaya yöneliktir. Denizler, hayat ve protein kaynağı olduğundan Kur’ân, sık sık dikkatlerimizi denizlere çeker.[11] 

Birbiriyle irtibatlı olduğu hâlde iki denizin kendi husûsiyetlerini koruyup birinin diğerine karışmaması Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde ifâde edilir.[12] 

3) DALGALAR

Allah Teâlâ Nûr sûresinde şöyle buyurur:

“Kâfirlerin hâli, engin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar; insan elini uzâttığı zaman, neredeyse onu bile göremez. Allah’ın nûr vermediği kimsenin nûru olmaz.” (Nûr, 24/40) Bu âyetlerde okyanuslarda veya büyük denizlerde meydana gelen büyük ve korkunç dalgalara işaret edilmektedir. Okyanuslarda iki türlü dalga meydana gelir: Biri, okyanusların derinliklerinden gelen ve seyir hattı bilinmeyen, büyük ve korkunç dalgalardır. Yıllarca önce kuzey kutbuna gönderilen gemiler, “ölü su” denilen yerlerde çok zor yol alırlardı. Bugün bunun dipten gelen dalgalar olduğunu biliyoruz.

Derin sularda meydana gelen ve sebebi henüz tam olarak bilinemeyen, bazan alçalan, bazan yükselen bu dalgalar, dalgıçları yukarı atmaktadırlar. Okyanus üstündeki dalgalar ise, gemilerin dengesini bozar. Bu dalgalar, derin denizlerde, körfez dalgaları ve diğer dalgalarla birleşince kırılmaktadır. Bu derin denizlerde ve okyanuslarda güneş ışınlarının derinliklere yeteri kadar ulaşmadığını belirtir. Bir de bulutlar olursa artık karanlık üstüne karanlık olmuş olur ve insan elini bile göremez.[13] 

Dipnotlar:

[1] Celal Yıldırım, g.e., X,5311-5312.

[2] Taşkın Tuna, g.e., s. 26-27.

[3] Taşkın Tuna, g.e., s. 28-29.

[4] Taşkın Tuna, g.e., s. 30-31.

[5] Yılmaz Muslu, g.e., s. 30-33.

[6] Yılmaz Muslu, g.e., s. 37-38.

[7] Yılmaz Muslu, g.e., s. 59-62.

[8] Yılmaz Muslu, g.e., s. 35-36.

[9] Yılmaz Muslu, g.e., s. 37-38.

[10] Celal Yıldırım, a.g.e., X,4989-4990.

[11] Celal Yıldırım, a.g.e., VIII,4326.

[12] Furkân, 25/53; Neml, 27/61; Rahmân, 55/19-20. Son yıllarda denizlerde ciddî anlamda bilimsel araştırmalar yapan ve hazırladığı belgeseller Türk televizyonlarında sık sık gösterilen ünlü Fransız ilim adamı, kaptan Cousteau (Kusto), Cebelitârık boğazında araştırma yaparken Akdenizin sularıyla Atlas Okyanusunun sularının birbirine karışmadığını hayretle görmüştü. Bu iki denizin karışmasına aralarında bulunan bir su engeli mani oluyordu. Kaptan Cousteau, Alman ilim adamlarının 1962 yılında Aden Körfezi ile Kızıldenizin birleştiği Mendep Boğazında yaptıkları araştırmalarda yine bu iki denizin sularının aralarında bulunan bir su engeli sebebiyle birbirine karışmadığını tesbit ettiklerini öğrendi. Kaptan Cousteau, bunlardan şu sonuca vardı: Farklı yapıda olan denizlerin suları, aralarında yer alan su engeli nedeniyle birbirine karışmaz. Kaptan Cousteau, bu tesbiti yapmakla beraber, bunun sebebini anlayamamıştı. Bir gün Müslüman olan ünlü Fransız ilim adamı Maurice Bucaille (Moris Bükay) ile görüşür. Maurice Bucaille, bu hususun Kur’ân’da 1400 küsur yıl önce açıklandığını bildirir. Konuyla ilgili Rahmân (55) sûresinin 19-20. âyetlerini ve Furkân (25) sûresinin 53. âyetlerini ona okur. Kaptan Cousteau, Kur’ân’ın bu açıklamalarına hayranlık duyduğunu ifâde eder. (Bk. Celal Yıldırım, a.g.e., XI, 5939).

[13] Afif Abdülfettâh Tabbâra, g.e., s. 74.

 
 

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZ SUYU NASIL İÇERDİ?

Peygamber Efendimiz Suyu Nasıl İçerdi?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.