Rabıta Nedir?

Tasavvufta sâlik, bir mürşid-i kâmilin irşâdı ile kalbî eğitime tâbî olarak seyr u sülûkünü tamamlamaya çalışan kimsedir. Bu kalbî eğitim talebesi, mürşidin, yâni şeyhin verdiği istikâmeti hiç bozmadan muhâfaza eder, kalbini kesâfetten kurtarmaya çalışır. Teslîmiyet hâlini başarıyla devam ettirmeye gayret eder.

Mürşid ise, bu kalbî eğitimde rehber olan kimsedir.

Râbıtanın lügatteki mânâsı, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinâtta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur. Râbıta, maddî-mânevî istiâne ve istiğâseyi (yardım dilemeyi) mümkün kılar.

Diğer bir târif ile râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tâzelik ve zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir.

Üç türlü râbıta vardır:

1-) Tabiî Râbıta

Kişinin yakınlarına duyduğu bir muhabbettir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.

2-) Bayağı (Süflî) Râbıta

Menedilen şeytânî ve nefsânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgul olup âilesini ve çoluk çocuğunu dahî unutması gibi.

3-) Ulvî Râbıta (Tasavvufî Râbıta)

Mukaddes mefhumlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a yönlendiren vesîle ve vâsıtalara râbıtadır. Tecliye[1] ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselere karşı ulvî duygular besleyip onların rûhâniyetinden istifâde etmek için cismen veya rûhen yanlarında bulunmaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

Câlib-i dikkattir ki, Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede “Sâdık olun!” buyurmamakta, takvânın muhâfazası için “Sâdıklarla beraber olun!” diye emretmektedir. Bu da insanların sâdık bir cemaat içinde kulluğunu devâm ettirmesi gerektiğine işâret etmektedir.

RABITA’NIN İŞLEVİ

Muhabbet ve maiyyet (beraberlik) şartlarına riâyet ederek râbıta kuran bir kimse, râbıta kurduğu kimsenin ahlâk ve meziyetleri ile istîdâdı kadar şahsiyetlenir. Çünkü güçlü insanların sergilediği hâller sârîdir. Yâni enerjik karakterlerde sirâyet özelliği vardır. Güçlü karakterler, zayıf karakterlerin ilham kaynağıdır. Merhametli, fedâkâr ve ferâgat sâhibi insanların hâlleri, bulundukları cemâate müsbet tesirler verir.

Hâllerdeki bu sirâyet özelliği müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli seçkin adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.

Tasavvufî mânâdaki râbıta, mânevî duyuşlara vesîle olur. Kalbden nefsânî, bencil duygular gider, örnek alınan mürşid-i kâmilin hâlleri transfer edilir. Dünyâ malı, kalbin dışında ve bir gâye olarak değil, vâsıta olarak taşınır.

Mürşidin kalbi, aynen mercek gibidir. Sıfâtullâh tecellîlerine mazhar olduğu için kalbdeki menfî duygular yanmıştır. Dünyâya âit fânî lezzetler ömrünü tüketmiştir. Bu hâller râbıta ile mürîdin kalbine zamanla ve muhabbeti derecesinde sirâyet eder. Mürîd ile mürşid, bu hâl aktarmasıyla aynîleşir.

Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

İmâm-ı Gazâlî -kuddise sirruh-, namaz kılan kimsede kalb huzûrunun şart olduğunu beyân buyurduktan sonra:

“İlk ve son oturuşta Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kalb gözleri arasında tahayyül etmek lâzımdır...” diyerek Peygamberimiz’le yapılacak râbıtaya dikkat çekmiştir.[2]

HÂL İN‘IKÂSLARI

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere hâller sârîdir. Bu sirâyetlerin belli başlı tahakkuk şekillerini şöyle sıralayabiliriz:

1-) Nazar (mânevî bakış)

Peygamberler ve evliyâullâhın nazarıdır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar:

“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)

Selîm bir kalbe sâhip olan kişinin nazarı, hâl aktarmasına vesîle olur. Kalbindeki feyz, nazar edilenin kalbine akseder.

Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinde bulunup O’nun mübârek nazarlarına muhâtap oldukları için ümmet nezdinde en yüce makam olan sahâbîlik rütbesine nâil olmuşlardır. Bu yüzden, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu nebevî nazarlarına nâil olamayan mü’minlerin, sahâbîlik makâmına ermeleri mümkün değildir.

2-) Söz

Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmiş bir kimsenin sözlerinde, yaşadığı hâlin duyguları yüklüdür. Bu duygularla söylenen sözler, muhâtabını tesir altına alır.

3-) Sohbet

Sohbette fizikî beraberlik vardır. Orada kalblerdeki farklı tecellîler, mecliste bulunanlara akseder. Güçlü karakterler, zayıfların ilham kaynağıdır. Zayıf olanlar, onlardan bir bakıma mânevî enerji alırlar.

4-) Gıdâ Bakıyyesi ile Teberrük

Muhtelif zaman ve mekânlarda sahâbe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek gıda bakıyyeleri ile bereket bulmuşlardır.

Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi.

Sehl bin Sa’d -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le ri­vâ­yet et­mek­te­dir:

Ra­sû­lul­lâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. On­dan bir mik­tar iç­ti­ler. Bu es­nâ­da sağ ta­ra­fın­da bir ço­cuk, sol ta­ra­fın­da ise as­hâ­bın bü­yük­le­rin­den yaş­lı kim­se­ler oturu­yor­lar­dı. Efendi­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, sa­ğın­da­ki ço­cu­ğa, kâ­bı­na erişil­mez bir nezâket ve tevâzû ile:

“– Mü­sâ­ade eder mi­sin, bu içe­ce­ği ev­ve­lâ şu bü­yük­le­ri­ne ve­re­yim?” bu­yur­du­lar.

O küçük, fakat akıllı ço­cuk, her­ke­si şa­şırtan şu ibretli ce­vâ­bı ver­di:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Siz’­den ba­na ik­râm olu­nan na­sî­bi­mi hiç kim­se­ye ver­mem!”

Bu­nun üze­ri­ne Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- mü­bâ­rek el­le­rin­de­ki içe­ce­ği o ço­cu­ğa ver­di­ler. (Bu­hâ­rî, Eş­ri­be, 19)

Ebû Ey­yûb el-En­sâ­rî -radıyallâhu anh-, Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i evinde mi­sâ­fir etti­ği gün­ler­de ye­mek pi­şi­rir ve -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’e gön­de­rir­di. Ye­me­ğin ka­lan kıs­mı ge­ri gel­di­ğin­de, Âlem­le­rin Efen­di­si’nin par­mak­la­rı­nın do­kun­du­ğu yer­le­ri araş­tı­rır­dı. (Müs­lim, Eş­ri­be, 170-171)[3]

Tebük’de susuzluk hâli vâkî olunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, parmaklarına az miktarda su döktürmüş, sonra baş parmağından pınar misâli sular akmış; kırbalar suyla dolmuş ve ordunun su ikmâli onunla yapılmıştır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in parmağından akan bu su, zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i şerîfinden akmıştır.

5-) Eşyâ ile hâl aktarması

Pek çok senedle rivâyet edilen, mütevâtir bir hadîs-i şerîfe göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hutbelerini bir hurma kütüğü üzerinde okurdu. Mescide minber yapılınca, kütüğü terk edip minberin üzerinde hutbe okumaya başladılar. O hurma kütüğü de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hicrânıyla ağlamaya başladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kütüğü okşadı; kütük sâkinleşti. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karânî Hazretleri’ne hırkasını göndermiş ve:

“–Bu hırkayı giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müs­lim, Fe­dâilü’s-Sahâbe, 223-225)

Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği Mısır’dan yola çıktığı zaman, Ya’kûb -aleyhisselâm- onun kokusunu tâ Kenan diyârından duymuş, onu âmâ olan gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır.

Eşyâ ile teberrük dışında da bâzı mânevî istifâde vesîleleri vardır. Mânevî bir feyz akışına vesîle olması için murâkabe ve râbıtada silsile-i şerîfe okunması da bunun bir misâlidir.

Nitekim Süfyan bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh-:

“Sâlihler yâdedildiği zaman rahmet iner!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 70/1772) buyurmuştur.

Dipnotlar:

[1] Tecliye: Kelime mânâsı “cilâlama” olan bu ıstılah, tasavvufta, gönül aynasının mâsivâ kirinden, yâni Allâh’tan gayrı matlub ve düşüncelerin kesâfetinden tamamen temizlenerek Allâh aşkının ve zikrullâhın nûruyla letâfete bürünmesi, saf, berrak ve parlak bir hâle gelmesi demektir.

[2] Râbıta hakkında tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 249-257.

[3] Bu husûsta tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 411-414.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.