Rabıta, İstiane ve İstiğase Nedir?

Râbıta, istiâne ve istiğâse ne demektir? Tasavvufta râbıta, istiâne ve istiğâseyi islamveihsan Youtube kanalımızdan sesli kitap olarak dinleyin.

TASAVVUFTA RÂBITA, İSTİÂNE VE İSTİĞÂSE NE DEMEKTİR?

Tasavvufta sâlik, bir mürşid-i kâmilin irşâdı ile kalbî eğitime tâbî olarak seyr u sülûkünü tamamlamaya çalışan kimsedir. Bu kalbî eğitim talebesi, mürşidin, yâni şeyhin verdiği istikâmeti hiç bozmadan muhâfaza eder, kalbini kesâfetten kurtarmaya çalışır. Teslîmiyet hâlini başarıyla devam ettirmeye gayret eder.

Mürşid ise bu kalbî eğitimde rehber olan kimsedir.

Rabıta Nedir?

Râbıtanın lügatteki mânâsı, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinâtta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur. Râbıta, maddî-mânevî istiâne ve istiğâseyi (yardım dilemeyi) mümkün kılar.

Diğer bir târif ile râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tâzelik ve zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir.

Kaç Çeşit Rabıta Vardır?

Üç türlü râbıta vardır:

  1. Tabiî Râbıta

Kişinin yakınlarına duyduğu bir muhabbettir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.

  1. Bayağı (Süflî) Râbıta

Menedilen şeytânî ve nefsânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgul olup âilesini ve çoluk çocuğunu dahî unutması gibi.

  1. Ulvî Râbıta (Tasavvufî Râbıta)

Mukaddes mefhumlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a yönlendiren vesîle ve vâsıtalara râbıtadır. Tecliye[1] ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselere karşı ulvî duygular besleyip onların rûhâniyetinden istifâde etmek için cismen veya rûhen yanlarında bulunmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

Câlib-i dikkattir ki, Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede “Sâdık olun!” buyurmamakta, takvânın muhâfazası için “Sâdıklarla beraber olun!” diye emretmektedir. Bu da insanların sâdık bir cemaat içinde kulluğunu devâm ettirmesi gerektiğine işâret etmektedir.

Muhabbet ve maiyyet (beraberlik) şartlarına riâyet ederek râbıta kuran bir kimse, râbıta kurduğu kimsenin ahlâk ve meziyetleri ile istîdâdı kadar şahsiyetlenir. Çünkü güçlü insanların sergilediği hâller sârîdir. Yâni enerjik karakterlerde sirâyet özelliği vardır. Güçlü karakterler, zayıf karakterlerin ilham kaynağıdır. Merhametli, fedâkâr ve ferâgat sâhibi insanların hâlleri, bulundukları cemâate müsbet tesirler verir.

Hâllerdeki bu sirâyet özelliği müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli seçkin adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.

Tasavvufî mânâdaki râbıta, mânevî duyuşlara vesîle olur. Kalbden nefsânî, bencil duygular gider, örnek alınan mürşid-i kâmilin hâlleri transfer edilir. Dünyâ malı, kalbin dışında ve bir gâye olarak değil, vâsıta olarak taşınır.

Mürşidin kalbi, aynen mercek gibidir. Sıfâtullâh tecellîlerine mazhar olduğu için kalbdeki menfî duygular yanmıştır. Dünyâya âit fânî lezzetler ömrünü tüketmiştir. Bu hâller râbıta ile mürîdin kalbine zamanla ve muhabbeti derecesinde sirâyet eder. Mürîd ile mürşid, bu hâl aktarmasıyla aynîleşir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

İmâm-ı Gazâlî -kuddise sirruh-, namaz kılan kimsede kalb huzûrunun şart olduğunu beyân buyurduktan sonra:

“İlk ve son oturuşta Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kalb gözleri arasında tahayyül etmek lâzımdır...” diyerek Peygamberimiz’le yapılacak râbıtaya dikkat çekmiştir.[2]

Hâl İn‘ikâsları

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere hâller sârîdir. Bu sirâyetlerin belli başlı tahakkuk şekillerini şöyle sıralayabiliriz:

  1. Nazar (Mânevî bakış)

Peygamberler ve evliyâullâhın nazarıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar:

“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)

Selîm bir kalbe sâhip olan kişinin nazarı, hâl aktarmasına vesîle olur. Kalbindeki feyz, nazar edilenin kalbine akseder. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinde bulunup O’nun mübârek nazarlarına muhâtap oldukları için ümmet nezdinde en yüce makam olan sahâbîlik rütbesine nâil olmuşlardır. Bu yüzden, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu nebevî nazarlarına nâil olamayan mü’minlerin, sahâbîlik makâmına ermeleri mümkün değildir.

  1. Söz

Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmiş bir kimsenin sözlerinde, yaşadığı hâlin duyguları yüklüdür. Bu duygularla söylenen sözler, muhâtabını tesir altına alır.

  1. Sohbet

Sohbette fizikî beraberlik vardır. Orada kalblerdeki farklı tecellîler, mecliste bulunanlara akseder. Güçlü karakterler, zayıfların ilham kaynağıdır. Zayıf olanlar, onlardan bir bakıma mânevî enerji alırlar.

  1. Gıdâ Bakıyyesi ile Teberrük

Muhtelif zaman ve mekânlarda sahâbe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek gıda bakıyyeleri ile bereket bulmuşlardır.

Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi. Sehl bin Sa’d -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le ri­vâ­yet et­mek­te­dir:

Ra­sû­lul­lâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. On­dan bir mik­tar iç­ti­ler. Bu es­nâ­da sağ ta­ra­fın­da bir ço­cuk, sol ta­ra­fın­da ise as­hâ­bın bü­yük­le­rin­den yaş­lı kim­se­ler oturu­yor­lar­dı. Efendi­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, sa­ğın­da­ki ço­cu­ğa, kâ­bı­na erişil­mez bir nezâket ve tevâzû ile:

“– Mü­sâ­ade eder mi­sin, bu içe­ce­ği ev­ve­lâ şu bü­yük­le­ri­ne ve­re­yim?” bu­yur­du­lar. O küçük, fakat akıllı ço­cuk, her­ke­si şa­şırtan şu ibretli ce­vâ­bı ver­di:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Siz’­den ba­na ik­râm olu­nan na­sî­bi­mi hiç kim­se­ye ver­mem!” Bu­nun üze­ri­ne Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- mü­bâ­rek el­le­rin­de­ki içe­ce­ği o ço­cu­ğa ver­di­ler. (Bu­hâ­rî, Eş­ri­be, 19)

Ebû Ey­yûb el-En­sâ­rî -radıyallâhu anh-, Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i evinde mi­sâ­fir etti­ği gün­ler­de ye­mek pi­şi­rir ve -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’e gön­de­rir­di. Ye­me­ğin ka­lan kıs­mı ge­ri gel­di­ğin­de, Âlem­le­rin Efen­di­si’nin par­mak­la­rı­nın do­kun­du­ğu yer­le­ri araş­tı­rır­dı. (Müs­lim, Eş­ri­be, 170-171)[3]

Tebük’de susuzluk hâli vâkî olunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, parmaklarına az miktarda su döktürmüş, sonra baş parmağından pınar misâli sular akmış; kırbalar suyla dolmuş ve ordunun su ikmâli onunla yapılmıştır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in parmağından akan bu su, zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i şerîfinden akmıştır.

  1. Eşyâ ile hâl aktarması

Pek çok senedle rivâyet edilen, mütevâtir bir hadîs-i şerîfe göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hutbelerini bir hurma kütüğü üzerinde okurdu. Mescide minber yapılınca, kütüğü terk edip minberin üzerinde hutbe okumaya başladılar. O hurma kütüğü de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hicrânıyla ağlamaya başladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kütüğü okşadı; kütük sâkinleşti. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karânî Hazretleri’ne hırkasını göndermiş ve:

“–Bu hırkayı giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müs­lim, Fe­dâilü’s-Sahâbe, 223-225)

Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği Mısır’dan yola çıktığı zaman, Ya’kûb -aleyhisselâm- onun kokusunu tâ Kenan diyârından duymuş, onu âmâ olan gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır.

Eşyâ ile teberrük dışında da bâzı mânevî istifâde vesîleleri vardır. Mânevî bir feyz akışına vesîle olması için murâkabe ve râbıtada silsile-i şerîfe okunması da bunun bir misâlidir. Nitekim Süfyan bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh-:

“Sâlihler yâdedildiği zaman rahmet iner!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 70/1772) buyurmuştur.

***

Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen Ashâb-ı Kehf kıssası da, çok câlib-i dikkattir. Kıtmîr, bir köpek olduğu hâlde sâlih ve sâdıklara bekçilik yaptığı için kendisine onların güzel hâllerinden bir hisse in‘ikâs etmiştir. O da sâdıklardan olarak cennete girecektir. (İ. Hak­kı Bur­se­vî, Rû­hu’l-Be­yân, V, 226) Bir köpek, Hakk’ın sâlih ve sâdık kullarından ayrılmayıp onlara sadâkatle bekçilik etmek sûretiyle bu dereceye çıkarsa, hakîkî bir mü’minin de, Allâh dostlarına samîmiyetle bağlanarak büyük ölçüde terfî edeceği muhakkaktır.

***

Ashâb-ı kirâm, İslâm’ın zuhûrundan evvel ekseriyetle yaratılış fıtratına zıt bir hayat yaşıyorlardı. Fakat hidâyete erdikten sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duygularının kendilerine yansımasıyla dünyânın en fazîletli insanları hâline geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den silsile ile mürşid-i kâmile gelen bu duygular, sâliklere râbıta ve sohbet ile akseder. Neticede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyeti, mürîde kendi istîdâdı nisbetinde sirâyet eder.

Mâide sûresinin 35. âyet-i kerîmesinde:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle, yâni sebep arayın!..” buyrulmaktadır.

Bazı müfessirlere göre bu vesîle, bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girerek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmaktır. İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:

“Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i vesîle edininiz!..” buyurmuştur. İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-:

“Herhangi bir mevzûda takıldığım zaman, iki rekât hâcet namazı kılar, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin kabrine gider, kendisini ziyâret ederdim. Hâcetim de böylece hâsıl olurdu...” buyurur. İmâm Cezerî -kuddise sirruh-:

“Duâlarınızın kabûlü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle edininiz!” buyurmaktadır. Allâh Rasûlü ile tevessüle âit birkaç misâl şöyledir:

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Hayber Yahûdîleri ile Gatafan arasında savaş vardı ve Hayber yahûdîleri ne zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:

“Ey Allâh’ımız! Âhir zamanda göndermeyi va’dettiğin o ümmî peygamber hakkı için Sen’den bizi muzaffer kılmanı diliyoruz.” duâsına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duâyı yaptılar. Savaşın netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat duâlarında vesîle edindikleri Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi vahyetti:

“…Daha önce (O peygamberin adını kullanarak, O’nun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isteyip durdukları hâlde, O tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer O’nu inkâr ettiler. İşte Allâh’ın lâneti böyle kâfirleredir.” (el-Bakara, 89) (Kurtubî, II, 27; el-Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 31)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli bu durum hakkında Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya mürâcaat etti. Âişe vâlidemiz onlara şu tavsiyede bulundu:

“–Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in kabr-i şerîfine gidin, tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!”

Nitekim böyle yapıldığında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hattâ bu seneye “Âmu’l-fetk: bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)

Sâlih kimselerle tevessül hakkındaki birkaç rivâyet de şöyledir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir kuraklık zamanında Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-’ı yanına almış, yağmur yağması için onu vesîle ittihâz etmiştir. (Buhârî, İstiskâ, 3)

Bir kimse Osman bin Affân -radıyallâhu anh-’ın yanına bir ihtiyacı için sık sık gidiyor, ancak Osman -radıyallâhu anh- ona iltifat etmiyor, ihtiyacını görmüyordu. Bu kimse Osman bin Huneyf’le karşılaştı ve durumu ona şikâyet etti. Osman bin Huneyf ona şöyle dedi:

“–Abdesthâneye git abdest al, sonra mescide giderek iki rekât namaz kıl. Sonra da:

«Allâh’ım! Rahmet Peygamberi olan Nebîmiz Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmetine Sen’den istiyor ve Sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Ben Sen’inle, Sen’in Rabbine yöneliyorum, ihtiyâcımı karşıla!» de ve istediğin şeyi söyle.”

O kimse gitti, kendisine söylenenleri yaptı ve Osman bin Affan’ın kapısına geldi. Kapıcı onun elinden tuttu, Osman -radıyallâhu anh-’ın yanına götürdü. Hazret-i Osman onu yanındaki mindere oturttu.

“–İhtiyacın nedir?” diye sordu. O da söyledi. Hazret-i Osman onu derhâl yerine getirdi ve:

“–Şimdiye kadar ihtiyacını niçin söylemedin, bundan sonra bir ihtiyacın olursa bize gel!” dedi. Adam onun yanından çıktı, Osman bin Huneyf’e gitti ve:

“–Allâh seni hayırla mükâfatlandırsın, seninle konuşuncaya kadar ihtiyacımı görmüyor ve bana iltifat etmiyordu.” dedi. Bunun üzerine Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

Vallâhi ben bunu kendiliğimden söylemedim. Şöyle bir hâdiseye şâhit olmuştum. Bir âmâ Ra­sû­lul­lâh -sallâllâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e ge­le­rek:

“–Yâ Ra­sûlallâh! Allâh’a yalvar da gözümde­ki has­ta­lı­ğı gider­sin! Gö­zü­mün kör ol­ma­sı ba­na çok zor ge­li­yor!” de­di. Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de:

“–Di­ler­sen sab­ret, bu se­nin için da­ha ha­yır­lı­dır.” bu­yur­du. Âmâ ise:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Be­ni elim­den tu­tup gö­tü­re­cek kim­sem yok. Bu hâl ba­na çok me­şak­kat ve­ri­yor. Lüt­fen göz­le­ri­min açıl­ma­sı için duâ edi­niz!” de­yin­ce Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- şöy­le bu­yur­du:

“–Git ab­dest al! Son­ra iki rekât na­maz kıl! Ar­dın­dan da şöy­le duâ et:

«Al­lâh’ım! Rah­met pey­gam­be­ri olan peygamberin Mu­ham­med’le (O’nun hür­me­ti­ne) Sen’in zâ­tın­dan di­li­yor ve Sa­na yö­ne­li­yo­rum. Yâ Mu­ham­med! İh­ti­ya­cı­mın veril­me­si için Se­n’in­le Rab­bi­me yö­neli­yo­rum! Al­lâh’ım! O’nu ba­na, şe­fa­at­çı kıl!»” (Tir­mi­zî, De­avât, 118; Ahmed bin Han­bel, Müsned, IV. 138; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 279)

Hâ­kim’in ri­vâ­ye­tin­de, ay­rı­ca âmâ­nın gö­zü gö­rür bir hâlde ayağa kalktığı ilâ­ve­si de bu­lun­mak­ta­dır. (Hâ­kim, Müs­ted­rek, I, 707-708)

Utbe bin Gazvân -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Biriniz, kimsenin bulunmadığı bir yerde bir şeyini kaybeder veya yardım istemek mecbûriyetinde kalırsa: «يَا عِبَادَ اللهِ أَعِينُونِي Ey Allâh’ın kulları bana yardım ediniz.» diye nidâ etsin. Zîrâ Allâh Teâlâ’nın sizin göremediğiniz kulları vardır.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 132; İmâm Nevevî, el-Ezkâr, 201)

Bu hadîs-i şerîfi nakleden İmâm Nevevî Hazretleri, bizzat başından geçen bir hâdiseyi de şöyle zikretmektedir:

“Bana bu hadîsi nakleden zât, buna benzer bir hâdise yaşadığını ve Rasûlullâh’ın emri mûcibince hareket ettiğinde, netîcenin aynen tahakkuk ettiğini bildirmişti. Ben de hayret etmiştim. Daha sonra birgün, yanında bulunduğum bir kimsenin de aynı şekilde devesi kaçtı. Bunun üzerine ben de bu hadîs-i şerîfi naklettim. Bir de baktık ki deve, hiçbir sebep yokken kaçmaktan vazgeçti ve sâhibi deveyi rahatça yakaladı.”

Man­sûr bin Ab­dul­lâh, Ebû Ab­dullâh bin Cel­lâ’nın hâ­li­ni şu şe­kil­de ri­vâ­yet et­miş­tir:

İbn-i Cel­lâ der ki:

“Me­dî­ne-i Mü­nev­ve­re’ye gel­miş­tim. Yok­sulluk için­dey­dim. Ra­sû­lul­lâh -sallâllâhu aley­hi ve sel­lem-’in kabr-i şerîfi­ne var­dım. Se­lâm ver­dim ve:

«–Ey Al­lâh’ın Ra­sû­lü! Fakr u za­rû­ret için­de­yim! Sa­na mi­sâ­fir ol­dum.» de­dim.

Bir müd­det son­ra üze­ri­me uy­ku hâ­li gel­di. Uy­ku­da Ra­sû­lullâh -sallâllâhu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz ba­na bir çö­rek ik­râm et­ti­. Ya­rı­mı­nı ye­dim, son­ra uyan­dım; di­ğer ya­rı­mı­nı da ya­nım­da bul­dum.”[4]

***

İbn-i Abbâs’tan şöyle nakledilir:

“Allâh Rasûlü’nü rüyâda gördüm. Şefkat ve muhabbet izhâr buyurdular. Sonra mü’minlerin annelerinden birisini ziyârete gittim. Bana Allâh Rasûlü’nün aynasını gösterdi. Aynaya bakınca, nûrlu Peygamber’in sûretini gördüm, kendi sûretimi göremedim...”

İşte bu naklin ifâde ettiği hâl, râbıtanın eseri ve netîcesidir. Râbıta yapılan kimsede fânî olmak da budur. Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri şöyle buyurdular:

“Kur’ân-ı Kerîm’in «Ey îmân edenler, Allâh’tan korkunuz da sâdıklarla berâber olunuz!» âyetinde geçen «olunuz!» kelimesi, sâdıklarla devamlı olarak beraberliği ifâde eder. «Keynûnet=oluş» mutlak olarak zikredildiğinden, hakîkî ve hükmî iki tarafa da şâmildir. Hakîkî oluş, sâdıkların meclisinde kalb huzûruyla bulunmaktan ibâret olduğu gibi, hükmî oluş da, onları gıyâblarında tahayyül etmekten ibârettir.”

Bu şekilde, mürşide huzûrunda iken gösterilen edeb ve muhabbeti, gıyâbında da göstermeye ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaya “fenâ fi’ş-şeyh” denir.

Şunu iyi anlamak gerekir ki râbıta edilen şahıs, yâni mürşid-i kâmil, Allâh ile kul arasında üçüncü bir şahıs değildir. Çünkü İslâm’da ruhbanlık yoktur. Mürşid ancak, mürîdin kendisine örnek alması için ihsân edilmiş numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Nasıl ki, seyahat esnâsında bindiğimiz bir araç, gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir Allâh dostudur. Kudsiyyet, Allâh’a mahsustur.

Fenâ fi’ş-şeyh makâmının daha ötesinde fenâ fi’r-rasûl makâmı vardır. Bu mertebede, hayâtın her ânında Rasûlullâh’ın huzûrunda gibi hareket edilerek O’nun ahlâkıyla bütünleşilir. Bu hâli, en güzel şekilde Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh- Efendimiz yaşamıştır. Rivâyete göre şöyle anlatılır:

“Ebûbekir Sıddîk Hazretleri, Allâh Rasûlü’nün rûhâniyeti cihetiyle abdest tâzeleme esnâsında bile gözünün önünden gitmediğini bildirdi. Yâni Sıddîk-ı Ekber, Allâh Rasûlü’nün, yıkanma ve temizlenme yerlerinde bile mübârek sûretleriyle mânevî tecessümünden ayrılamadığını kendilerine arz etti.”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’da tecellî eden bu “fenâ fi’r-rasûl” hâline mukâbil Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de vefât ederken:

“Bütün kapılar kapansın; yalnız Ebûbekir’inki kalsın!” (Bu­hâ­rî, As­hâ­bü’n-Ne­bî, 3) buyurmuşlardır.

Bu hadîs-i şerîf, karşılıklı kalbî akışı, ne güzel ifâde etmektedir. Bu mânevî akışın netîcesi de:

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“…Biz insanoğluna şah damarından daha yakınız!” (Kâf, 16) âyetlerinin sırrına nâiliyet ve fenâ fillâh makâmının tecellîsine mazhariyettir.

Râbıtanın Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer bir delîli de şu âyet-i kerîmedir:

Doğrusu, hanım ona (Yûsuf’a) sâhip olmayı iyice aklına koymuş ve buna meyletmişti. Eğer Rabbinin bürhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece Biz fenâlığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için bürhânımızı gösterdik. Çünkü o, Bizim tam ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 23-24)

Bu âyetin tefsîrinde müfessirler, «eğer Rabbinin bürhânını görmeseydi» ifâdesindeki bürhânı, şöyle açıklamaktadırlar:

“Bürhândan maksad, kadının tehlikeli meyli karşısında Yakup -aleyhisselâm-’ın sûretinin bir anda Yûsuf’un gözünün önünde canlanıp parmağı ağzında olduğu hâlde ve hayretle O’na:

“–Aman kendine sâhip ol, ondan yüz çevir!” diye hitâb etmesidir. Nitekim babasının bu şekilde gözünün önünde canlanıp kendisini îkâz ettiğini gören Yûsuf -aleyhisselâm-, toparlanmış ve o çirkin işten sakınmıştır.”

Râbıta, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde açıklandığı üzere, Hazret-i Yûsuf’un, Yakup -aleyhisselâm-’ın hayâlini görmesi gibi, mürîdin de şeyhinin hayâlini ve hâllerini gözünde ve gönlünde taşımasıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm getirerek, gönülde bir sevgi bağı oluşturmak da bir tür râbıtadır.

***

Beşer idrâkinin mücerredi görmesi veya hissetmesi, onu bir eşyâya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta ve sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.

Usta-çırak, hoca-talebe v.s. gibi bütün münâsebetler, yine râbıta ile alâkalıdır. Râbıta ile mürşid, kalbindeki mânevî husûsiyetleri sâlike ilkâ eder.

Nasıl fizikî beraberlikte mürşid-i kâmilin yanında edeben ulvî duygular ile bulunulur ise, o hâli mânevî beraberlikte de, yâni gıyâblarında da devâm ettirmek, râbıtanın hakîkatine erişmektir. Çünkü, her zaman Allâh dostları ile fizikî beraberlik mümkün olmayabilir.

Râbıta, Allâh dostlarının silsilesi ile Hazret-i Peygamber’den feyz akışını sağlar. Muttasılan elektriğe kapılan insanlar gibi en sondaki de istîdâdına göre aynı akımı alır. Râbıta netîcesinde mânevî yardım gelir. Buna da istiâne ve istiğâse denir.

Râbıta-i Mevt Nedir?

Ta­sav­vuf­ta ölüm ile râ­bı­ta kur­maya “te­fek­kür-i mevt” de de­nir. Ölü­mü te­fek­kür et­me­nin in­san hâl ve ta­vır­la­rı üze­rin­de bü­yük bir te­si­ri var­dır. Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâllâ­hu aley­hi ve sel­lem- bir hadîs-i şerîflerinde:

“Bü­tün zevk­le­ri kö­kün­den yok eden ölümü çok­ça ha­tır­la­yı­nız!” (Tir­mi­zî, Zühd, 4) bu­yu­rmuşlardır.

“Ölüm, (size) nasîhatçi olarak yeter!” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 77)

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte idim. Ensar’dan bir zât gelerek Efendimiz’e selâm verdi. Sonra da:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Mü’minlerin hangisi daha faziletlidir?» diye sordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Ahlâken en üstün olanıdır!» buyurdular. O zât bu sefer de:

«–Mü’minlerin en akıllıları kimlerdir?» diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonrası için hazırlığını en iyi yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir.» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 31/4259)

Ger­çek­ten te­fek­kür-i mevt, in­sa­nı huzur­suz eden nef­sâ­nî dün­yâ sev­gi­si­ni azal­tır. Çün­kü dün­yâ­nın ge­çi­ci servet, mer­te­be, mev­kî ve nef­sâ­nî gü­zel­lik­le­ri­ni aşı­rı de­re­ce­de sev­mek ve on­la­ra gö­nül bağ­la­mak, gaf­let gi­bi mâ­ne­vî has­ta­lık­la­rın ba­şı­dır. Kal­bi­mi­zin bu gi­bi bağ­lı­lık­lar­dan ko­run­ma­sı için kab­ri dü­şün­mek, is­tik­bâl­de ba­şı­mız­dan ge­çe­cek ölüm ah­vâ­li­ni te­fek­kür et­mek; biz­le­ri sa­mî­mî bir tev­be ve ibâ­det­le hu­şûa sev­ke­de­rek dün­ye­vî ih­ti­ras­lar­dan, boş he­vâ ve he­ves­ler­den ko­rur. De­vâm et­ti­ği­miz zi­kir ve râ­bı­ta­la­rı­mız, -inşâallâh- âhi­ret kur­tu­luş ve sa­âde­ti­ne vesî­le olur.[5]

Allâh kalplerimizi zikir ve muhabbet menbaı eylesin!

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Tecliye: Kelime mânâsı “cilâlama” olan bu ıstılah, tasavvufta, gönül aynasının mâsivâ kirinden, yâni Allâh’tan gayrı matlub ve düşüncelerin kesâfetinden tamamen temizlenerek Allâh aşkının ve zikrullâhın nûruyla letâfete bürünmesi, saf, berrak ve parlak bir hâle gelmesi demektir. [2] Râbıta hakkında tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 249-257. [3] Bu husûsta tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 411-414. [4] Bkz. Ke­la­bâ­zî, Ta­ar­ruf, Çev. S. Ulu­dağ, s. 214. Tevessül ile alâkalı tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 399-410. [5] Mevzuyla alâkalı tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 255-257.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

RABITA NEDİR? RABITA ŞİRK MİDİR? RABITA NASIL YAPILIR?

Rabıta Nedir? Rabıta Şirk midir? Rabıta Nasıl Yapılır?

RABITA NASIL YAPILIR?

Rabıta Nasıl Yapılır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.