Peygamberimizin Develerini Çalan Grup

Bir gurup insan seyahat ederken neden Medine'de durmuş ve Peygamberimizin develerini çalmıştır? Bu develerin özellikleri nelerdir? Develeri çalmaları ve çobanı öldürmeleri karşısında Peygamberimiz ne emir buyurmuştur? Sahabeler bu durumda ne yapmışlardır? Bu hadisten ne anlamalıyız? Dr. Murat Kaya anlatıyor...

Enes (r.a) şöyle buyurur:

Ukl veya Ureyne kabîlelerinden bâzı kimseler (Medîne’ye) geldiler. Yakalandıkları mîde ağrısından (veya istiskâ hastalığından) dolayı Medîne’de ikâmet etmek istemediler. Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) (Beytü’l-mâle âid) sütlü develerin bulunduğu yere gidip develerin bevillerinden ve sütlerinden içmelerini söylediler. Onlar da oraya gittiler. Bir müddet sonra sıhhat bulunca Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in çobanını öldürdüler ve develerini önlerine katıp götürdüler. Bu haber sabah vakti geldi. Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) arkalarından adamlar gönderdiler. Bunlar, gün yükselince hâinleri getirdiler. Efendimiz (s.a.v) bu adamlara kısâs yapılmasını emretti.” (Buhârî, Vudû’, 66; Tıb, 5, 6)

BU HADİSTEN NE ANLAMALIYIZ?

Bu haydutları tâkibe giden seriyye yirmi kişilik idi. Emirleri Gürz bin Câbir veya Saîd bin Zeyd (r.a) idi.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında Ensâr’dan yirmi kadar genç bulunurdu. (Bir ihtiyacı olursa hemen koşmak için hazır beklerlerdi.) İşte Allah Rasûlü (s.a.v) Ureyneli kâtilleri yakalamak için bu gençleri göndermişlerdi. (Müslim, Kasâme, 13)

Abdurrahman bin Avf (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ashabından dördümüz veya beşimiz, herhangi bir ihtiyacı olabilir diye, gece-gündüz nöbetleşe onun yanında kalırdık.” (Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 164/858; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 448)

Hadîsin sonunda Buhârî (r.a), bu hadisin râvilerinden biri olan Ebû Kılâbe’nin:

“Bunlar hırsızlık, adam öldürme, îmân ettikten sonra küfre dönme gibi büyük günahları işledikten sonra Allah ve Rasûlü ile de muhârebe etmişlerdir.” dediğini naklediyor.

Bu sözle, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu âyet-i kerimenin hükmünü tatbik ettiklerini haber vermiş oluyor:

Allah’a ve Rasûlü’ne karşı harp etmeye kalkışan ve yeryüzünde fesada çalışanların cezâsı, öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz. Bu onların dünyada çekeceği bir zillettir, âhirette ise kendilerine büyük bir azap vardır.” (el-Mâide, 33)

Bu vak’a hicretin altıncı senesinde bir rivâyete göre Şevvâl ayında cereyân etmiştir. Gelenler yedi, sekiz kişiydi. Benizleri sararmış, karınları şişmiş vaziyette hasta idiler:

“–Yâ Rasûlallâh! Bizi barındır, karnımızı doyur!” dediler. Efendimiz (s.a.v) de onları Ashâb-ı Suffe arasına katıp karınlarını doyurdular ve bütün ihtiyaçlarını karşıladılar.

Bir müddet kaldıktan sonra Medîne’nin su ve havâsının kendilerine iyi gelmediğini söyleyerek çöle, develerin olduğu bir yere gitmeyi istediler. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de onların ihtiyacını görmek için çobanıyla birlikte bir deve sürüsü tahsis edilmesini emrettiler.

Ureyneliler tedâvi olup sıhhat bulunca, Efendimiz’in âzâdlısı olan Yesâr (r.a)’i şehîd ettiler. Elini, ayağını kesip dilinin altına ve gözlerine diken batırdılar. Ölünceye kadar o hâl üzere bıraktılar. Sonra da develeri sürüp götürdüler.

Yakalandıkları zaman kendilerine, irtidad, nankörlük, yol kesme ve haydutluk cezâlarının yanında kısas da tatbik edilmiş oldu.

Suçları affedilmedi. Çünkü hem büyük idi hem de İslâm devleti o zaman iyice kuvvetlenmemişti. Maddeten zayıf olan kişinin affına, acziyetten başka bir isim verilemez. Kuvvet ve kudret zamanında ise affın kıymeti büyük olur. Nitekim hadîsin hükmünün, müsle yapmaktan nehyeden hadîs-i şeriflerle bir kavle göre neshedilmiş olması buna şâhiddir.

İbn-i Sîrin de bu cezanın, had cezâları inzâl edilmeden evvel olduğunu söyler. (Buhârî, Tıb, 6)

Deve sidiğinin içilmesi bahsi, biri tedâvî, diğeri de temizlik-pislik yani helâl-haram cihetiyle olmak üzere iki yönden tetkik edilmelidir. Arapların deve sidiği ile bazı hastalıkları tedavi ettikleri sabittir. Meşhur tabiplerden Dâvûd Antâkî’nin Tezkire’sinde, genel olarak bevillerin tıpta kullanıldığı zikredilmektedir. Ureynelilere de o zaman yaygın olan bu âdet tavsiye edilmiş veya kendileri bunu talep etmişlerdir.

Bâzı âlimler eti yenen hayvanların bevlinin temiz olduğunu söylemişlerdir. İmâm-ı Âzam, İmâm Şâfiî ve diğerleri de bütün bevillerin necis olduğuna fetvâ vermişlerdir. Ancak eti yenen hayvanların bevlini hafif necâset olarak görmüşlerdir.

Zaruret hâlinde ve bazı şartlar dâiresinde haram ile tedâvinin câiz olduğuna hemen bütün fakihler fetvâ vermiştir. Bevlin necis ve haram olduğunu söyleyen âlimler, Peygamber Efendimiz’in bu izninin de zârûrete binâen olduğunu kabul etmişlerdir.

Bugün de bu konuyla ilgilenenler mevcuttur. İdrarın faydalarıyla ilgili bir kitap bile yazılmıştır: Carmen Thomas, Çişteki Mucize, trc. Leman Çalışkan, 1995.

Büyük Haydar Efendi (v. 1903) ise bevil ile tedavinin önceleri mubah iken bir müddet sonra bu hükmün neshedildiğini (ortadan kaldırıldığını), artık tedavi için bile olsa deve idrarının mubah olamayacağını ifade eder.

***

Enes (r.a) şöyle buyurur:

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v), Mescid binâ edilmeden evvel koyun ağıllarında namaz kıldırırlardı.” (Buhârî, Vudû’, 66)

BU HADİSTEN NE ANLAMALIYIZ?

Bu ifade, bilhassa ağılları tercih ettikleri mânâsına gelmez. Koyun gübreleri çabuk kuruduğu için denk geldiğinde ağılların temiz ve kuru yerlerinde namaz kıldırmaktan çekinmediklerini ifade eder. İbn-i Hazm bu hükmün daha sonra neshedildiğini söyler.

Bir müddet sonra mescidler binâ edilmiş ve gayet temiz tutulmuştur. Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) mahallelerde mescidlerin yapılmasını, bunların temiz tutulmasını ve güzel kokularla kokulanmasını emrettiler.” (Ebû Davûd, Salât, 13/455)

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.