Peygamber Efendimiz (s.a.v) Köle ve Cariyelere Nasıl Davranırdı?

Peygamber Efendimiz (s.a.v) kokuşmuş cahiliye devrinde köle ve cariyelere yapılan zulüm ve haksızlığa karşı nasıl bir tutum içinde olmuştur? Kendisine iman eden ilk Müslümanlara köle ve cariyeler hakkında hangi nasihatlerde bulunmuş ve onların hakları için nasıl mücadele etmiştir?

Öncelikle belirtmek gerekir ki köleliği İslâm icat etmiş değildir. Müslümanlar bu müesseseyi binlerce yıllık geçmişi olan kadim inanç, felsefe ve medeniyetlerde kök salmış ve bütün dünyaya yayılmış olarak bulmuşlardır. Bununla birlikte İslâm, insanî yaklaşımlardan uzak eski uygulamaların aksine kölelerin durumlarını iyileştirme yönünde çok önemli yenilikler getirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de iyilik yapılacak belli başlı kimseler sayılırken: “...Ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın!” (en-Nisâ 4/36) buyrularak köle ve cariyelere iyi muamelede bulunulması emredilmiştir.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kölelere yönelik ortaya koyduğu örnek tavır ve onlara gösterilecek muamele hususundaki hadislerine baktığımızda bu âyetin nasıl tatbik edilmesi gerektiğini detaylı ve açık bir şekilde anlayabiliriz. Bilindiği üzere Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. (el-Enbiyâ 21/107) Dolayısıyla söz konusu rahmetten köleler de nasibini almıştır. Nitekim Câhiliyede insan yerine konulmayan her hangi bir hizmetçi kadın (cariye) Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in karşısına çıkarak, kendisiyle özel görüşme talep edip derdini anlatabilmektedir. (Buhârî, Edeb, 61)

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, efendi konumundaki kimselere de kölelerine hitap ederken kullanacakları nazik üslubun nasıl olması gerektiğini şöyle öğretmiştir:

“Sizden hiçbir kimse «kölem, cariyem» diye hitap etmesin. Hepiniz Allah’ın kullarısınız. Kadınlarınızın da her biri Allah’ın kullarıdır. Onlara hitap edecek olan kimse; «oğlum, kızım, yiğidim», diye seslensin.” (Müslim, Elfâz, 13)

Kölelerin nafakasına dikkat etmek, duruma göre yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetindendir.

Tâbiîn fakihlerinden Hayseme bin Abdirrahman diyor ki, bir gün ashâb-ı kirâmdan hocam Abdullah bin Amr ile oturuyorduk. Yanına kâhyası geldi ve ona:

– Kölelerin yiyeceklerini verdin mi, diye sordu.

Kâhya:

– Hayır, vermedim, deyince:

– Öyleyse hemen git ve yiyeceklerini ver. Çünkü Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

 “Kölelerinin nafakasını vermemek, insana günah olarak yeter” buyurmuştur, dedi. (Müslim, Zekât, 40)

Ma’rûr bin Süveyd diyor ki:

Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı, üzerinde değerli bir elbise ile gördüm. Aynı elbiseden kölesi de giyinmişti. Ona bunun sebebini sordum. Ebû Zer ise cevaben, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir adamı annesinden dolayı ayıpladığını, bu sebeple Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu söyledi:

“Sen, kendisinde Câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin himayesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.” (Buhârî, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- kölelerin takatlarını aşan işlerde onlara yardım edilmesi yanında, hata ettiklerinde de hemen cezalandırma yoluna gidilmemesini, mümkün mertebe bağışlanmalarını tavsiye etmektedir.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhüma- anlatıyor:

Bir adam Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

– Hizmetçiyi ne kadar affedeyim? diye sordu.

Peygamberimiz susup cevap vermedi.

Adam tekrar:

– Ey Allah’ın Resûlü! Hizmetçimi ne kadar affedeyim? diye sorunca, Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Her gün yetmiş kere affet!” cevabını verdi. (Tirmizî, Birr, 31)

Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- kölelerin dövülmesini veya her hangi bir şekilde işkenceye maruz bırakılmalarını şiddetle yasaklamıştır. Hatta hadis-i şeriflerde her hangi bir kölenin haksız yere dövülmesi durumunda günahtan kurtulmanın yegâne yolunun, onu hürriyetine kavuşturmak olduğunu belirtmiştir.

Konuya ait prensip, bir hadis-i şerifte şöyle haber verilmektedir:

“Kim, işlemediği bir suçtan ötürü cezalandırmak maksadıyla kölesini döver veya sebepsiz yere tokatlarsa, bunun keffâreti o köleyi âzat etmesidir.” (Müslim, Eymân, 30)

Bu hadisin râvisi İbn-i Ömer -radıyallâhu anhuma-’dır. Rivayete göre o, bir gün vücudunda darb izi tespit ettiği kölesine,

 – Canını acıttım mı? diye sormuş, köle:

– Hayır demiştir.

Buna rağmen, içi rahat etmeyip köleyi âzat ettikten sonra, yerden bir çöp almış ve:

– Benim için bu işte şu kadar bile bir ecir yoktur, demiş, sonra da yukarıdaki hadisi zikretmiştir. (Müslim, Eymân, 30)

İbn-i Ömer hazretleri bu sözleriyle, kölesini âzat etmekten dolayı bir hayır işlemiş olmadığını, ancak bir hatasının keffâretini ödediğini anlatmak istemiştir.

Ebû Ali Süveyd bin Mukarrin -radıyallâhu anh- diyor ki:

Ben, Mukarrin oğullarının yedinci çocuğu idim. Bizim hepimizin sadece bir kölesi vardı. Bir gün en küçüğümüz onu tokatladı. Bunun üzerine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bize o köleyi âzâd etmemizi emretti. (Müslim, Eymân, 32)

Ebû Mes’ûd el-Bedrî -radıyallâhu anh- ise benzer hususla ilgili şu haberi nakletmektedir:

Kölemi kamçı ile döverken arkamdan:

“– Ey Ebû Mes’ûd, bilesin ki..” diye bir ses duydum.

Ancak kızgınlığımdan sesin sahibini çıkaramadım, sözün gerisini de anlamadım. Yaklaşınca bir de ne göreyim Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- değil mi! Ve bana:

“– Ey Ebû Mes’ûd! Bilesin ki Allah’ın gücü sana, senin bu köleye gücünün yettiğinden çok daha fazla yeter!” diyordu.

Bunun üzerine:

– Bundan böyle bir daha asla köle dövmeyeceğim, dedim. (Müslim, Eymân, 34)

Başka bir rivayette Ebû Mes’ud şöyle der:

– Ey Allahın Resûlü! Allah rızâsı için bu köleyi âzat ettim, dedim.

Resûl-i Ekrem de:

“ –Beri bak! Eğer böyle yapmasaydın seni mutlaka ateş yakardı ya da cehennem ateşi seni sarardı” buyurdu. (Müslim, Eymân, 35)

Zayıfları, fakirleri, kimsesizleri, hizmetçileri sebepli sebepsiz azarlayan, döven, kötü muamele edenler, Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfteki ikaz ve ihtarını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Öte yandan Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kölelere iyi muamele hususundaki bütün tavsiyelerine uygun bir tarzda hareket etmek, gerçekten sabır ve tahammül gerektiren bir durumdur. Bu anlamda “İslâm’a göre köle almak, köle olmak demektir” sözü ne kadar da isabetlidir.

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- kölelerin de Allah’a kullukları yanında, efendilerine karşı iyi niyet ve davranışlarda bulunmalarını istemiş, böyle yaptıkları takdirde ahirette amellerinin karşılığını iki kat elde edeceklerini belirtmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Rabbine güzelce ibadet eden, efendisine karşı vazifelerini hakkıyla ve samimiyetle yerine getiren, ona itaat eden köle için iki ecir vardır.” (Buhârî, Itk, 17)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da aynı muhtevaya sahip bir hadisi rivayet ettikten sonra şöyle der:

“Ebû Hüreyre’nin canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad, hac ve anneme iyilik emri olmasaydı, köle olarak ölmek isterdim.” (Buhârî, Itk, 16; Müslim, Eymân, 44)

Diğer taraftan savaş durumu hariç hür bir insanı yakalayarak köleleştirme yasaklanmıştır. Bir kutsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ben kıyâmet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım: Benim adıma and içtikten sonra sözünden cayan, hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen ve ücretle bir işçi tutup işini gördürdükten sonra karşılığını vermeyen kimselerin.” (Buhârî, Büyû, 106)

Dinimizde kölelik müessesinin zamanla ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik tedbirler de alınmıştır. İşlenen bazı günahların keffareti olarak köle âzat etmenin şart koşulması bunlardan biridir. Mesela yemini bozmada, (el-Mâide 5/89) zıhar muamelesinde (el-Mücâdele 58/3)[1] ve hatalı bir yolla cinayet işlemede, (en-Nisâ 5/92) imkân dâhilinde bir kölenin hürriyetine kavuşturulması emredilmektedir.

Dinimize göre bir köle, özgürlüğünü kazanmak amacıyla kendi bedelini ödemek üzere anlaşma yapmak (mükâtebe) isterse, efendisi bu teklifi kabul etmeli, hatta böyle bir köleye özellikle maddî yardımda bulunulmalıdır. (en-Nûr 24/33) Bunun yanında gönüllü olarak köle azat etme en değerli ibadetlerden sayılmıştır. Bir ayet-i kerîmede köle azat etmenin maddî ve manevî mükâfatına şöyle dikkat çekilir:

“Fakat o sarp yokuşu göğüsleyemedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O köle âzat etmektir. Veya açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut hiçbir şeyi bulunmayan yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 90/11-16)

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:

“Kim Müslüman bir köleyi âzat ederse, onun her uzvuna karşılık âzat edenin bir uzvunu Allah Teâlâ cehennem ateşinden kurtarır...” (Buhârî, Keffârât, 6; Müslim, Itk, 22-23)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise bütün kölelerini çeşitli vesilelerle azat etmiştir. Azat edilmiş kölelere mevâlî denilirdi. Köle kökenli olmaları hasebiyle cahiliye döneminde mevâliyle hürler arasında da bir statü farkı bulunmaktaydı. Efendimiz bu farkı ortadan kaldırmak maksadıyla azat ettiği kölesi Zeyd’i halası Ümeyme’nin kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlendirmiştir. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 564) Yine Zeyd’in oğlu Üsâme’nin de Kureyşli bir ailenin kızı Fâtıma bint-i Kays ile evlenmesine vesile olmuştur. Zira ilk mühacirlerden olan Fâtıma’ya sahâbeden Ebû Cehm ve Muâviye talib olmuş ancak Resûlullah ona Üsâme’yi tavsiye etmiştir. (Müslim, Talâk, 36; Tirmizî, Nikâh, 38)

Hz. Peygamber mevâliye devlet kademelerinde görev dahi vermiştir. Nitekim Zeyd ile oğlu Üsâme’yi muhtelif zamanlarda ordu kumandanı olarak atamıştır. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 17; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 564) Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir’in azatlısı Bilâl-i Habeşî, Resûlullah’a müezzinlik vazifesi yanında (İbn-i Sa’d, I, 246) çoğu zaman beytü’l-mal sorumlusu olarak (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 165) elçileri ağırlamak ve onlara ikramda bulunmak gibi görevler de ifâ etmiştir. (İbn-i Sa’d, I, 294, 298, 323)

Resûlullah’ın Medîne’de köle veya asil olmalarına bakmaksızın muhacirle ensar arasında yaptığı kardeşlik anlaşması, bütün Müslümanları aynı ailenin fertleri saymanın bir tezahürüdür. Muâhât denilen bu hâdise esnâsında köle kökenliler içerisinde Bilâl-i Habeşî, Selmân-ı Fârisî, Ammâr bin Yâsir, Sâlim gibi sahâbîler özellikle dikkat çekmektedir. Zira Hz. Peygamber bu sahâbîlerden Bilâl’i, Abdullah bin Abdirrahman ile (İbn-i Sa’d, III, 233, 234) Selmân el-Fârisî’yi, Ebû’d-Derdâ ile (Buhârî, Edeb, 67) Sâlim’i, Muâz bin Mâiz ile, (İbn Abdilber, II, 567) Ammâr’ı da Huzeyfe el-Yemânî ile (Hâkim, III, 435) kardeş ilân etmiştir.

Söz konusu kardeşlik gösterişe yönelik değil, îmân bağının oluşturduğu sevgi yanında, mîrâs hukûku da dâhil karşılıklı hak, eşitlik ve yardımlaşmaya dayalıydı. (Buhârî, Kefâle, 2; Edeb, 67) Bu yakınlık daha sonra da İslâm’ın getirdiği bir prensip olarak devam etmekle beraber, miras hükmü bir müddet sonra kaldırılmış, sadece nesep akrabalığına has kılınmıştır. (el-Enfâl 8/72-75; Buhârî, Ferâîz, 16)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- vefatı esnasında da köleleri unutmamış ve bu hususta ashabına şu tavsiyelerde bulunmuştur:

“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar (köle ve cariyeleriniz) hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

[1]  Zıhâr: Kocanın karısını, nikâhı kendisine ebediyyen haram olan kadınlardan birisinin bakılması caiz olmayan sırtı, karnı, uyluğu gibi bir yerine benzetmesidir. Bu benzetmeye zıhar denilmesi bunun çoğu kez “zahr”a, yani sırta nisbetle yapılır olması sebebiyledir. Câhiliye döneminde zıhar bir tür talak (boşama) sayılmaktaydı. İslâm bu tür talakı yasaklamış, zıhar yapanların keffaret vererek hanımlarına dönmelerini istemiştir. Keffaretin öncelikli karşılığı ise bir köle azat etmektir.

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.