Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 03 Ağustos 2020 Sohbeti

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Hac ve Kurbandan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 03 Ağustos 2020 tarihli sohbeti...

03 Ağustos 2020 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine, Ehl-i Beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine;

Cenâb-ı Hak yaşadığımız bu mübârek kurban bayramı, dînimiz, vatanımız, milletimiz, bütün İslâm dünyası için hayırlı, mübârek eylemesi, insanların ders alıp hidayetine vesîle olması niyaz ve duâsıyla bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem kardeşlerimiz!

Bir Ramazan Bayramı geçirdik. Takvânın getirdiği, bir riyâzatın, sabrın, güzel ahlâkın neticesinde bir şehâdetnâme.

Kurban Bayramı ise bize İbrahim -aleyhisselâm-’ın hâtıratlarını naklediyor. Nasıl bir İbrahim -aleyhisselâm-, oğlu İsmail -aleyhisselâm- nasıl Cenâb-ı Hak’la dost oldular. Ve bu dünya nasıl bir imtihan… Ve bu imtihanın neticesinde nasıl onlar Halîl oldu, dost oldu?

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim -aleyhisselâm-’ın hayatından sahneler sergiliyor. Yani bize nasıl bir dost olmanın istikâmetini Cenâb-ı Hak bildiriyor.

Çok muhtelif imtihan; maldan imtihan var, candan imtihan var, bir putperest kavimle olan mücâdelede bir imtihan var. En yakını, babasıyla olan mücadelede bir imtihan var. Herhâlde, -Allâhu a‘lem- en zoru, evlât insanın bir parçasıdır. İnsanın, zevc-zevcenin müşterek bir parçası oluyor. Kendinden daha kıymetli oluyor. Cenâb-ı Hak oradan çok ağır bir imtihana dûçâr ediyor.

Bu imtihanda İbrahim -aleyhisselâm- ve İsmail -aleyhisselâm- ağır bir îman testi yaşadılar. Îmânın bedelini ödemeye gayret ettiler. Bize de evlâtların bir mes’ûliyeti… Yani bir anne-baba evlâdını nasıl yetiştirecek? Hacer Vâlidemiz, İbrahim -aleyhisselâm- nasıl yetiştirdi? Demek ki biz de bir kıssadan hisse, bu şekilde bir evlât mes’ûliyetiyle bir evlât yetiştireceğiz. Bilhassa bugünde o her şeyin önüne çıktı.

Cenâb-ı Hak Sâffât Sûresi’nde:

“O zaman Biz ona bir oğul (verdik buyuruyor) müjdeledik.” (Bkz. es-Sâffât, 101) buyuruyor. Yani çok kıymetli bir oğul. Fârikaları çok yüksek.

“Babasıyla yürüyüp gezecek çağa gelince…” (es-Sâffât, 102)

Çünkü İbrahim -aleyhisselâm- çok seviyordu oğlu İsmail’i. Cenâb-ı Hakk’ın bir de “Rakîb” esmâsı var. Cenâb-ı Hak muhabbette rekâbet kabul etmiyor. Kalp, Cenâb-ı Hak muhabbetiyle dolacak. Daha evvel söz verdi İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Ben dedi, bir evlât verirsen, onu ben adayacağım dedi. Onu kurban edeceğim.” dedi.

Cenâb-ı Hak tevriye günü, arefe günü, bayramın birinci günü; “Ahdinde dur.” dedi İbrahim -aleyhisselâm-’a. İbrahim -aleyhisselâm- da, o da âyet-i kerîmede:

“…«‒Yavrucuğum! Rüyada seni kurban ettiğimi görüyorum. Bir düşün, ne dersin?» dedi.” (es-Sâffât, 102)

Çok ağır, ikisi için de bir îman testi. O da cevâben:

“…«–Babacığım! Sen emrolunduğun şeyi yap dedi. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun.» dedi.” (es-Sâffât, 102)

Yani sabretmedede Cenâb-ı Hakk’a sığındı.

“Her ikisi teslim olup İbrahim onu alnı üzere yatırınca (bıçağı da boynuna dayayınca, Cenâb-ı Hak işte o zaman kurban geliyor. Sabrın son noktası. Sabrın büyük mükâfâtı):

«–Ey İbrahim! Rüyâyı gerçekleştirdin (dedi. Ahdinde durdun dedi). Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız (buyurdu). Bu, gerçekten zor, ağır bir imtihandı.” (es-Sâffât, 103-106) buyurdu.

Yani Cenâb-ı Hak bunun çok zor ve çok ağır bir imtihan olduğunu bildiriyor.

“İbrahim’e seslendik.” (es-Sâffât, 104) buyuruyor.

“Biz onun oğluna bedel olarak da bir kurban gönderdik buyuruyor. Geride kalanlar arasında ona (iyi bir nam) bıraktık.” (es-Sâffât, 107-108) buyuruyor.

O nam devam ediyor. Cenâb-ı Hak demek ki sevdiği zaman, sevdiği kadarını sevdiriyor. İbrahim -aleyhisselâm-’ı hep âyetlerde hatırlıyoruz. Kurban bayramında hatırlıyoruz. Îman testi ortaya geldiği zaman İbrahim -aleyhisselâm-’ı hatırlıyoruz. Nasıl bir… Îman nedir? Bunun testi nasıldır?

Bir nam… Tahiyyattan sonra İbrahim -aleyhisselâm- da zikrediliyor. Cenâb-ı Hak unutturmuyor. Tabi ki tâ bütün diğer peygamberler de öyle Kur’ân-ı Kerîm’de geçen. Evliyâullah öyle, ashâb-ı kirâm da. Cenâb-ı Hak sevdiğini unutturmuyor. Onları fânî ömürlerinden sonra onların ömürleri devam ediyor. Ki ümmet-i Muhammed onlardan ders alacak, ibret alacak.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak “Koçu indirdik” buyuruyor. (Bkz. es-Sâffât, 107)

İmtihan bitmiş oluyor.

“İbrahim’e selâm olsun.” (es-Sâffât, 109) diyor Cenâb-ı Hak. İbrahim -aleyhisselâm-’ı tebrik ediyor, bu ağır imtihandan sonra.

“Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 110) buyuruyor.

Tabi o mükâfat, dünyadaki mükâfat bu; kıyâmet gününde nasıl bir mükâfat olacak… İşte İbrahim -aleyhisselâm- Halil sıfatı veriliyor, dost sıfatı veriliyor.

“O Biz’im mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 111) buyuruyor.

Demek ki mühim olan, Cenâb-ı Hakk’ın “Mü’min” sıfatından bir hisse alabilmek.

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

buyruluyor. “Mü’minler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1)

Demek ki mü’minler, mü’min olmak için birçok imtihanlardan geçmesi lâzım. İbadet, muâmelât, muâşeret, ahlâk, hak-hukuk vs…

Yani hayatın muhtevâsında netice olarak bu iki bayram şuurla yaşanacak, hayat, bu iki bayramın muhtevâsı içinde geçecek. Son nefeste de:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

“Ey îmân edenler, Cenâb-ı Hakk’a, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun, ancak müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak cümlemize -inşâallah- Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinden, hadîs-i şerîflerin bütün muhtevâsının tavsiyesinden ibret alıp o şekilde yaşamayı ve son nefesimizin de bir bayram sabahı olmasını Cenâb-ı Hak cümlemize nasip eylesin.

Bugünkü sohbetimiz, içinde bulunduğumuz mübârek Kurban Bayramı dolayısıyla İbrahim -aleyhisselâm-’ın hâtıratı ve fazîletleri ve İbrahim -aleyhisselâm-’dan bize gelen bir vuslat, Cenâb-ı Hakk’a bir dost olabilme telkini.

Bu sene -maalesef- pandemi dolayısıyla hacca gidilemedi. Veyahut çok az bir yekûn gitti. Bütün İslâm beldeleri mahrum kaldı. Gönüller mahzun oldu. Kalplerde hasret ziyadeleşti. İnsan, kaybettiği şeyin kıymetini daha iyi anlar. Bu sebeple sohbetimize bir kıssayla başlamak arzu ediyorum:

Tâbiîn’den Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri vardır. Bu zât, sâlih ve müctehid bir zâttı. Hanefî mezhebindedir. Hac îfâ ediyor. Haccı îfâ ettikten sonra haremde bir yakaza hâlinde bir rüya görüyor. Rüyada iki melek birbirine diyorlar ki:

Bu sene 600.000 kişi haccetti. Fakat Şam’da Ali bin Muvaffak isminde bir zâtın niyetiyle, ihsânıyla, ikramıyla, hacca gelmediği hâlde, bütün hacıların haccı kabul oldu.

Bu bir ayakkabı tamircisiydi. Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri;

“‒Bu zât hem hac yapmadı, hem nasıl bir kul oldu ki, nasıl bir imtihanlardan geçti ki, nasıl bir fedakârlık gösterdi ki hac yapmadığı hâlde ona bir hac ecri verildi ve bütün hacıların haccı kabul oldu?..”

Bunun üzerine Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri, Şam’a giden bir kervan buluyor, o kervanla Şam’a gidiyor. Şam’da Ali bin Muvaffak’ın evini buluyor. Kapıyı çalıyor.

“–Kimsiniz?” deyince;

“–Abdullah ibn-i Mübârek.” diyor.

Tabi bu zâtın bütün fazîletleri yayılmış her tarafa. Kapıyı açıyor Ali bin Muvaffak Hazretleri, Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri’ni önünde görünce heyecandan düşüp bayılıyor; “Böyle bir mübârek bir zât benim -lâyık olmadan- kapıma geldi…” diye.

Velhâsıl soruyor Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri:

“–Sen diyor hacca bu sene gitmedin herhâlde?”

“–Evet, gitmedim.” diyor.

“–O hâlde, ne amel işledin?” diyor. “Hacca gitmedin, ne amel işledin?” diyor.

O da diyor ki:

“–Ben diyor, 30 senedir diyor, hacca gitmek için diyor, ayakkabı tamirciliğinden bir, 300 dirhem para biriktirdim diyor. 30 sene diyor haccın diyor hasretiyle yandım diyor. Hac yolculuğuna niyet ettim diyor. Ailem de peksimet filân yaptı diyor. O sıra diyor, komşudan bir et kokusu geldi diyor. Hanım dedi ki:

«–Bak efendi, ben hamileyim, ne olur şuradan bir parça et bana getir.»

Komşuma gittim.

«‒Komşu dedim, benim böyle böyle, ailem hamile, bana bir parça et lûtfeder misin?» dedim. O da dedi ki:

«–Hay hay, vereyim dedi. Fakat bu bize helâldir dedi, size haramdır.» dedi.

«–Niye?»

«–Çünkü dedi, benim yavrularım şu kadar gündür aç dedi. Ona bir gıda bulamadım. Ölü bir hayvan buldum. Onu kaynatıyorum. Eğer helâl bir gıda gelirse onu vereceğim, eğer gelemezse mecburen bu ölü hayvanın etini yedireceğim.» dedi.

«–Yâ Rabbi dedim, bu kul Sen’in kulun! Ben 30 senedir Sen’in için biriktirdim. Sen’in için bu aç kullarına infak ediyorum.» dedim. Benim yaptığım amel bu kadar.” dedi.

“«–Yâ Rabbi! Hac niyetimi kabul et.» diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi.

Evet bu sene pek çok İslâm ülkesinde olduğu gibi Türkiyemizden de bir hac vazifesi îfâ için Mekke’ye gidilemedi. Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri’nin başından geçen bu hâdise bize gösteriyor ki yetim, garip, yoksul, kimsesizlere yapılacak fedakârlıklarla, onların gönüllerini almakla Cenâb-ı Hak’tan bir ecir beklemek.

Bu kıssa infak lezzetinde bulunanların, infak heyecanında bulunanların bu kıssa, faziletini sergilemektedir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin güzel bir ifadesi var:

“Kalp diyor, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur diyor. Sakın diyor kalbe bir diken batırma diyor. Kalp âsî de olsa diyor yine Allâh’ın komşusudur.” diyor.

İlâhî tecellîlerin insandaki tecellîgâhı kalptir. Kalp, bilhassa mü’min kulda cemâlî sıfatların mazharıdır. Kâinatta ise tecellîgâh olan, Kâbe’dir. Yani kâinat içinde Kâbe, bir mânâda, insan vücudundaki kalp mesâbesindedir. Bu sebeple hac, Kâbe’nin ve onun Rabbinin ihtişâmını idrâk ederek hassas bir kalp ile îfâ edilmesi gereken ve îtinâ isteyen bir ibadettir.

Onun için halk ağzında bir kişi memnun olduğu zaman ona duâ ederken; “Allah sana haccı nasîb etsin.” der. Yahut “Allah sana bir hac sevâbı ihsân etsin.” der.

Yine Mevlânâ Hazretleri, bu, tabi hacca nasıl gidilecek, kalp nasıl berrak bir kalp olacak, bir kalb-i selîm olacak?.. Kalb-i selîm olacak ki o hacdan istifade artacak…

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Hacca gidenler, orada diyor, beytin diyor, Kâbe’nin diyor sahibini arasınlar diyor. Orada Kâbe’nin sahibiyle buluşabilirlerse, hayatın her safhasında Kâbe’yle buluşurlar.” buyuruyor.

Tabi, hac, imkânı olan her müslümana farzdır, bir kulluk borcumuzdur. Garip, yetim, yoksul kimselerin gönlünü kazanmak sûretiyle yapılan hayırlar, aslâ bir farz hac ibadetinin yerine geçmez. Yani dolayısıyla bir gönül almanın hacc-ı ekber sevâbı kazandırmasını yanlış anlamamak gerekir. Bu nevî ictimâî ibadetler, hac gibi farz olan ibadetin yerini aslâ tutmazlar. Fakat o haccın ecrini kat kat artırırlar.

Yani bir ibadetin yerine başka bir ibadet ikāme edilemez. Hayır-hasenât ise, kalbe rûhâniyet verdiği için, ibadetlerin huzurunu artırır. Onun için daima kalple Kâbe’yi daima birbirine emsal olarak gösterirler.

Buna da bir misal:

Sâmi Efendi Hazretleri’ne bir zât geliyor talebelerinden.

“–Efendim diyor, bana diyor, tayy-i mekân verildi diyor. Eğer müsâade varsa diyor, bu sene ben hacca tayy-i mekân olarak gideyim.” diyor.

Efendi baba:

“–Yok diyor, oğlum hacca diyor, sen diyor, mâşiyen (yürüyerek) git diyor. Sünnet-i Seniyye nasılsa, Sünnet-i Seniyye’ye uygun olarak git.” buyuruyor.

Velhâsıl hayatımız, şer’-i şerîfin istikâmetinde olacak.

Tabi hac farz olduğu için bir mü’mine, imkânı olan, yolu da açılan insan, muhakkak hac ibadetini îfâ etmeli. Çünkü orada alacağı, hacda alacağı çok büyük dersler var.

Şimdi, haccı okumak lâzım. Haccın nasıl zâhirini okuyoruz, haccın hikmet taraflarını da okumak zarûrîdir.

Efendimiz buyuruyor ki -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bir kimse yiyecek-içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, (canım ben gencim, sonra giderim… Allah korusun!) Onun yahudi ve hristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur.” (Tirmizî, Hac, 3)

Yani bu kadar bir tehlike var. Büyük bir mahrumiyet var. Onun için imkânı olanın hacca gitmesi zarûrî olmuş oluyor. Ki oradaki hikmetlerden hisseler alacak.

İnşâallah Kâbe ve Medîne, önümüzdeki senelerde açılır, imkânı olan kardeşlerimiz hacca gitme fırsatını bulurlar. Cenâb-ı Hak kalben hacca hazırlanmayı cümlemize her an nasîb eylesin.

Tabi burada bazen halk arasında bir şey vardır, tabi burada mümkün değil ama;

“Efendim, bir sefer yaptın, zaten farz yerine geldi, kâfî…”

Tabi burada şunu da şey yapmak lâzım: Her hac yapana ayrı bir feyz ve rûhâniyet geliyor. İbadetlerin daha çok huşû ile kılınması, hayır-hasenâtı artırması. Burada Ebû Hanife Hazretleri’nin senelerce hacca gittiğini düşünmemiz lâzım.

Tabi diğer taraftan da yine oraya geleceğiz yine fakir-fukarâya, gariplere.

Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:

“–Rabbim, Sen’i nerede bulurum dedi, nerede arayayım ben Sen’i?” dedi.

Cenâb-ı Hak da:

“–Mûsâ dedi, sen Ben’i kalbi kırıkların yanında ara.” buyurdu. (Ebû Nu­aym, Hil­ye, II, 364)

Bizler de bugünlerde hacca gidemedik. Mümkün de değil tabi. İnşâallah civarımızdaki kalbi kırıkları bulup onları sevindirelim. Sırf bunları sevindirelim. “Benim param yok, bir şeyim yok…” Değil! Cenâb-ı Hak:

“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. “Hiçbir şeyin yoksa «قَوْلًا مَيْسُورًا» onun rûhuna, gönlüne sevinç ve huzur verecek birkaç söz söyle.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Daima bir mü’min bir mü’mine zimmetli. Onun için bu bayramlar, ictimâîleşme günü. Aslâ bir tatil günü değil. Tatil, teneşirde başlayacak. Tâ kıyamete kadar tatildesin. Kabirde nasıl bir tatil istiyorsun? Rasûlullah Efendimiz; tercih et dünyada, ister Cennet bahçesini tercih et, ister Cehennem çukurunu tercih et buyuruyor.

“Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut Cehennem çukurlarından bir çukur…” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Yine Efendimiz:

“(Nasıl yaşarsanız) öyle ölürsünüz, öyle haşrolunursunuz.” buyuruyor. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Rabbimiz’in bize emrettiği bütün ibadetler Allah hepsinin kıymetini bildirsin, bizim için, rûhumuza bir vitamin. Rûhumuzun bir âhiret sermayesi. Gönül hassaslaşacak, zarifleşecek. Velhâsıl güzel bir kul olma yolunda mesafe alacak.

Meselâ namaz, ilk defa farz oldu. Daha hicret olmadan farz oldu. Hicretten bir buçuk sene evvel farz oldu. Nedir namaz? En zor şey, Cenâb-ı Hak’la mülâkat. Cenâb-ı Hak;

“Hayya aleʼs-salâh, hayya aleʼl-felâh!”

Buyruluyor. Dâvet. Ne kadar Cenâb-ı Hakk’a bir mülâkî hâlindeyiz? Hadi başka zaman bir tarafa, namazda ne kadar mülâkî hâlindeyiz? Bu da bizim kalbimizin gücünü gösteriyor.

Namaz nedir? “Yâ Rabbi! Sen’in her an emrine âmâdeyim.” demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Büyük bir, Cenâb-ı Hakk’a hem zâhiren, hem bâtınen, Cenâb-ı Hakk’a güzel bir itaat…

Böyle bir namaz, bir kurtuluş. “…Fahşâdan, münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor böyle bir namaz. Bir düşmana karşı, nefs düşmanına karşı, şeytan düşmanına karşı bir siper-i sâika oluyor, bir paratoner oluyor.

Takvânın en mühim hususiyeti de huşû ile kılınan bir namaz. Namazı başka şeyle kıyas yapamazsın. İlk farz olan, namazdır. Anne-babanın da evlâdına en mühim olan borcu, anne-baba borçludur, onu namaza alıştıracak. Severek alıştıracak. Namazı sevdirecek. Muhabbet verecek. Nasıl büyükler, nasıl namazı sevdirdi evlâtlarına, ananın-babanın da birinci vazifesi, evlâdına namazı sevdirmek olacak.

Hattâ hem kendimiz için, hem evlâtlarımız için İbrahim -aleyhisselâm-’ın arzu ettiği gibi;

“Yâ Rabbi! Bana da evlâtlarıma da, sülâleme de, ümmet-i Muhammed’e namazı sevdir!”

Çünkü o namaz topluma bir huzur verecek. Bir Cennet müjdesi olacak. Fahşâdan, münkerden koruyacak.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“Ey Rabbim dedi, beni ve soyumdan gelecekleri, namazı devamlı kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40)

Öyle bir namazı Âişe Vâlidemiz bize bildiriyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza dururdu, şu kalp âleminden bir tencerenin fokurdaması gibi ses duyardık.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

İbrahim -aleyhisselâm-’ın da derdi bu; namazda zirveleşmek. O kadar Halil olduğu hâlde;

“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” diyor.

“Yâ Rabbi! İnsanları (yeniden) yarattığın gün, (ben kullukta âciz kaldım, yâ Rabbi) beni mahcup etme.” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) diyor İbrahim -aleyhisselâm-.

Demek ki kalp nasıl Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça kalp derinleşiyor. Kalbin önüne bir dürbün geliyor. Ufuklar açılıyor.

“…Soyumdan gelecekleri de namaz kılanlardan eyle...” (İbrahim, 40)

İnsanın soyu, ne oluyor, kendisinin devam eden bir parçası. Onu da demek ki insan nasıl dünyada evlâdıyla beraber olmak istiyor, demek ki onunla beraber olmayı âhirette istemez mi?

Onun için âyet:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) buyruluyor. O Cennet’e büyük bir selâmla “buyrun” denilecek. Muvaffak oldukları için büyük bir selâmla karşılanacak, merasimle. Fakat ana ayrı, baba ayrı, koca ayrı, karı ayrı, çocuk ayrı, evlât ayrı, akraba ayrı… Onlara da:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Siz mücrimler! Siz bu tarafa!” diyecekler. (Bkz. Yâsîn, 59) Siz Cehennem yolcususunuz, diyecekler.

Allah nasip etmesin, ölümler hakîkaten ayrı bir hicrandır. Fakat o kıyametteki hicran, onun çok daha ötesindedir. Burada zaman içinde gevşiyor, unutuyor, bir hâtıra olarak kalıyor. Fakat orada devamlı bir ıztırap olacak o. Biri Cehennem’de bir Cennet’te, geri dönüş yok...

Cenâb-ı Hak yine Fâtır Sûresi’nde bir manzara bildiriyor, 37. âyet:

“‒Yâ Rabbi diyor mücrimler, bizi tekrar dünyaya döndür, o kötü amellerimizi hayra istikametlendirelim. Sana hayırlı, güzel bir kul olalım. Bizi dünyaya tekrar döndür yâ Rabbi!” diyorlar.

Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:

“–Size bir, düşünecek kadar bir ömür vermedik mi, bir zaman vermedik mi? Nasıl geçti bu ömür?”

Herkes kendi ömrünü düşünmeli. Şu kadar sene, elli sene, altmış sene, kırk sene, yetmiş sene, otuz sene yaşadım. “Ben niye geldim bu dünyaya? Kendi irâdemle mi geldim? Annem-babam kendi irâdesinin neticesinde mi ben dünyaya geldim…”

Velhâsıl kendisini bir muhasebe etmek. Birinci; “Sana diyor Cenâb-ı Hak, bir ömür vermedik mi?” diyor. Düşünecek kadar, idrâk edecek kadar. Sana bu ömrü kim verdi? Her şeyi düşüneceğiz; Ebâbil kuşlarını kim gönderdi? Virüsü kim gönderdi? Virüs kendi kendine mi geldi? Kendi kendine mi gidecek?

Velhâsıl;

“‒Düşünecek kadar bir ömür vermedik mi?”

İkincisi;

“‒Sana bir peygamber gelmedi mi? Bir irşâd edici gelmedi mi?”

“–Evet yâ Rabbi! İkisi de oldu. Ömür de verdin, peygamber de geldi.”

O zaman Cenâb-ı Hak -mâzeret kapıları bitiyor-;

“‒Ateşi tadın!” diyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak cümlemize uyanmayı nasîb eylesin. Evlâtlarımızı da uyandırmayı nasîb eylesin. Son nefeste herkes uyanacak. Fakat “ba‘sü ba‘de’l-mevt” onun hiçbir faydası olmayacak. Her şey bitmiş olacak.

Velhâsıl namaz böyle bir mühim. Kendimiz için mühim, evlâdımız için mühim, toplumumuz için mühim. Asr-ı saâdette hiçbir psikiyatrik bir rahatsızlık olmadı. Çünkü herkes namaz kılıyordu. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlindeydi.

Bir doktor geldi. Durdu, durdu bir müddet. Ondan sonra (hasta bulamadığı için) geri döndü gitti.

Demek ki bir buçuk sene evvel namaz farz oldu. Namazın ehemmiyetini hem kendimiz hem evlâtlarımıza idrâk ettireceğiz -inşâallah-.

İkincisi oruç. Oruç da üç buçuk sene sonra farz oldu. İkinci hicret yılında farz oldu. Arkadan zekâtla oruç aynı zamanda şey oldu. Çünkü ikisi birbirini tamamlayacak.

Oruç tutmakla Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinin kadrini düşüneceksin. Ufak bir açlığa dayanamıyorsun. Cömert olacaksın, diğergâm olacaksın. Bir gün elinden hepsi gidecek senin.

Bir sabır tâlimi olduğunu, mâneviyat tâlimi olduğunu, güzel ahlâkın tâlimi olduğunu, onları idrak içinde olacaksın. Ağza girenlere ne kadar dikkat ettiğin gibi, bir riyâzat hâlinde yaşayacaksın, ağzından çıkanlara da o kadar dikkat edeceksin. Yani seni rûhen de mâmûr edecek oruç.

Efendimiz buyuruyor:

“‒Ya hayır söyle, yahut sus.” buyuruyor, ölçü veriyor Rasûlullah Efendimiz. (Bkz. Müslim, Îmân, 77)

Mevlânâ da:

“Sözün maskarası olma.” diyor. Yani ya hayır söyle veyahut da sus buyuruyor, bir şerh mâhiyetinde.

Zekât, aynı sene farz oldu. Gönüller arasında bir muhabbet köprüsü olacak zekât. Mü’minin mü’mine zimmetli olduğunu idrâk ettirecek. Mü’min, zekât da borcun asgarîsi olduğunu düşünecek. Zekât, esâsında zenginin fakire olan borcu. Burada, zengin borçlanıyor. İhmâli ise bir faciadır. Cenâb-ı Hak azâb-ı ilâhîyi bildiriyor.

Namaz ve oruç, sık sık, çok âyette peş peşe geliyor. Cenâb-ı Hak da âyette, Mü’minûn Sûresi’nde “fâilûn” buyuruyor. Demek ki “faaliyet” istiyor zekât için de. Helâlinden kazanacaksın, verirken bir sevinçle vereceksin. Gönle girmenin bir sevgisini, bir hazzını yaşayacaksın. En mühimi, seve seve vermek.

Onun için Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

Efendimiz diyor -ganimetler gelirdi, hediyeler gelirdi- dağıtmadan, sevindirmeden, ümmeti sevindirmeden doymazdı diyor. Yemezdi diyor, onları sevindirmekle doyardı diyor, huzur bulurdu diyor, saâdeti tadardı buyuruyor.

Allah korusun, Fussilet 7. âyette, müşriklerin bir vasfını bildiriyor:

“Onlar zekâtı vermezler, âhireti inkâr edenler de onlardır.”

Demek ki zekât vermeyenlerin durumu da bu olmuş oluyor.

“Onlar zekâtı vermezler, âhireti inkâr edenler de onlardır.” (Fussilet, 7)

Kimler onlar? Müşrikler. Demek ki müşriklerle bir vasıf beraberliği oluyor; Allah korusun!

Gelelim hacca…En son farz olan bir ibadet. Hassas. Yani kul bu ibadetlerle kalp seviye kazanacak. Hassaslaşacak, zarifleşecek, insan olacak. Hac, baştan aşağı zarâfet ve bir nezâket tâlimi. Hicretin 9. senesinde farz oldu. Yani namazdan on buçuk sene sonra farz oldu. Hac ibadetinin hususiyeti, insanın bir kemâl noktasıdır hac. Gönlün, İslâm şahsiyetiyle donanmasıdır, kalbin seviye kazanmasıdır hac. Hac, turistik bir ibadet değildir. Tefekkürî bir ibadettir. Hac; duâ, tevbe ve istiğfar ile gönüllerin ilâhî rahmet, bereket ve fazîletlere nâil olmasıdır.

Duâsı artacak hacca gidenin, tevbesi artacak, istiğfârı artacak. Acziyetini düşünecek. Allâh’ın verdiği bu nîmetler karşısında utanacak. Hayatı sâlih amellerle mâmûr edecek. Şeytanı taşlayacak. Şeytan musallat. Hacdaki o şeytan taşlama esasında, bir telkin. Hayatın her safhasında:

“اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” (Taşlanmış şeytandan Allâhʼa sığınırım.) diyoruz. Şeytanı taşlama. Kur’ân-ı Kerîm’e başlarken istiâze ile başlıyoruz. İstiâzeyi unutmayacağız. Ve şeytanı da taşlamanın tek çaresi amel-i sâlihler. Eğer amel-i sâlihler olmazsa şeytan bizi taşlayacak. Nefsânî arzuları câzip gösterecek.

Birçok şeye; “Canım ne olacak, işte Allah affeder, Gafûru’r-Rahîm, görmüyor musun, Erhamu’r-Râhimîn, Cenâb-ı Hak kaç yerde bildiriyor. Allah beni de affeder…”

Bunlar, şeytanın getirdiği fısıltılar. Nefis de bunlara râm oluyor. Onun için kul daima amel-i sâlih hâlinde olacak.

Muhakkak, mutlakâ Allah “Erhamu’r-Râhimîn”. Fakat bizim de o merhamete yaklaşmamız lâzım.

Cenâb-ı Hak bizi Dâru’s-Selâm’a, Cennet’e davet ediyor. Cennet’e davet olabilmek için sâlih insan olmamız lâzım. Rahmet insanı olmamız… Efendimiz “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet). Bir mü’min de bir rahmet insanı olacak. Kalbinden/yüreğinden daima bir rahmet taşıracak. Numûne-i imtisâl olacak topluma. Onun için daima amel-i sâlihlerle şeytanı taşlayacak.

Hac nedir başka? Hacdan sonra da bu amellerin devamı için Cenâb-ı Hakk’a söz verilmesidir.

Yine haccın ayrı bir husûsiyeti vardır. Namaz-oruç bedenî, zekât ise mâlî ibadettir. Fakat hac ise hepsini toplar. Hem mâlîdir, mâlî (imkânı) olana farzdır. Bedenîdir, bedenle gidilir. Bedensiz, hasta bir insan gidemez. Üçüncüsü, en mühimi, tefekkürî bir hacdır. Cenâb-ı Hak devamlı İbrahim -aleyhisselâm-’ı misal veriyor. Demek ki kul burada kendini tâdâd edecek: “Bende İbrahim -aleyhisselâm-’ın hâlinden, İsmail -aleyhisselâm-’ın hâlinden bende ne kadar hâl var diyecek.” Bu şekilde tefekkürünü artıracak.

Bu hacda başka ne var?

“Refes, fısk ve cidâl yok.” diyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Bakara, 197)

Hassâsiyet. Yani şehevî arzular yok. Fısk u fücur yok, münâkaşa vs. yok. Tam bir sâlih bir insan modeli olacak. Hayatımızda refes olmayacak, fısk olmayacak, cidâl olmayacak.

Hac, mahşerin bir benzerini bu dünyadayken yaşatarak;

“Ölmeden evvel ölünüz!” “مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا” sırrına nâil olabilmek.

Yani nedir bu? Nefsânî arzulardan vazgeçmek. Zaten ölümle vazgeçeceksin. Öldüğün zaman, nefsânî, dünyaya ait bir amel işleyebilir misin? Bitti artık… Bütün zevkler bitti, ihtiraslar bitti, hasetler bitti. Onun için, kul daima kendisini bir muhasebe hâlinde olacak, daima “مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا” ölmeden evvel, bu kötü hasletlerden kendini tezkiye edecek.

Neyle olacak bu?

 قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

((İç âlemini) temizleyen, felâha erdi.” [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى 

(“Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا

(“Sonra da ona (o kişiye) günahını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itaat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemin olsun ki.) [eş-Şems, 8])

Fücurdan kalp temizlenecek, takvâda mesafe alacak.

 قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

((İç âlemini) temizleyen, felâha erdi.” [eş-Şems, 9])

İç âlem temizlenecek.

Temizlenmezse ne olur? Fâcia olur. Temizlenirse ne olur?

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Kalb-i selîm ile Cenâb-ı Hakk’a, rafine olmuş, tertemiz, berrak, nasıl anadan tertemiz doğdun, o şekilde Cenâb-ı Hak sana Cennet kapılarını açıyor, buyrun, diyor.

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) buyrulacak.

Yani bir de Cenâb-ı Hak ne ile başlatıyor bu hacca? Fânî hayatın son giysisi olan kefenle başlatıyor. Orada kendinin istikbâlini göreceksin, düşüneceksin.

Onun için, neler; meşrû olan şeyler, gayr-i meşrû oluyor orada. Nezâket: Ot koparma yok. Bir dal kırma yok. Av avlama yok. Avcıya avı gösterme yok. En ufak bir pire vs. şu bu, cana kıyma yok.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak; hassas, temiz bir vicdan istiyor.

Vicdan nedir? Vicdan senin şahsiyet, kendini kendinde bulmaktır. Yani kendinde insanlığı bulmandır.

Burada yine Mevlânâ’dan bir kıssa var, hikmetli kıssa. Mevlânâ bu mücerred hâdiseleri hep böyle müşahhas hâle getiriyor.

Mevlânâ, hacca kâmil bir gönülle gidebilmenin bize resmini çiziyor. Nasıl bir insan bir kâmil bir gönülle hacca gidebilecek? Şöyle buyruluyor Mesnevî’de:

Ümmetin büyüklerinden Bayezid-i Bistâmî hac ve umre için Mekke’ye doğru süratle gidiyordu. Her gittiği şehirde oranın sâlih insanlarını araştırıyordu. Bu beldede basiret sahibi, gönül gözü açık kim var diye o şehrin ileri gelenlerine soruyordu. Burada kim, velî kullardan kim var diye. Çünkü nereye sefer yaparsa yapsın, evvelâ Hak dostlarını arayıp bulmanın, onlardan in’ikâs almanın, feyz almanın, rûhâniyet almanın zaruretine inanıyordu. Çünkü Hak Teâlâ, Enbiyâ 7. âyette:

“Şayet bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorunuz.” buyurmaktadır.

Mûsâ -aleyhisselâm- dahî, ledünnî ilme sahip Hızır’ı ziyaretle emredildi.

Bayezid-i Bistâmî Hazretleri o gittiği bir beldede hilâl gibi süzgün, uzun boylu bir pir gördü. (İsmini bahsetmiyor.) Onda velîlerin rûhâniyeti vardı. Gözleri dünyaya kapalı, yani nefsânî arzulara âmâ, kalbi ise güneş gibiydi. Etrafına yüreğinden rahmet taşırıyordu. Bayezid, o pîrin karşısına oturdu. O pir ona:

“–Ey kişi! Nereye gidiyorsun? Gurbet eşyasını nereye taşıyorsun?” dedi. Yani bedenini nereye götürüyorsun dedi.

Bayezid ise:

“–Hacca gitmek üzere çıktım, o niyetteyim.” dedi.

Pir sordu:

“–Gönlünde ne var dedi. Nasıl bir gönülle hacca gidiyorsun dedi. Bu gönlü nereye taşıyorsun?” dedi.

Bayezid zâhirine cevap verdi:

“–200 dirhem param var, onunla gidiyorum.” dedi.

Bunun üzerine pir dedi ki:

“–Ey kişi dedi. Bir miktarını Allah yolunda muhtaçlara, gariplere, bîçârelere dağıt dedi. Onların gönüllerine gir dedi. Onların duâlarını al ki rûhunun ufku açılsın. Ölümsüz bir ömre kavuş. İlk defa gönlüne haccettir. Ondan sonra rakik bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devam et dedi. Çünkü Kâbe, Cenâb-ı Hakk’ın hâne-i birridir. Yani kulu îmânın kemâline erdiren, hacca yaklaştıran bir rahmet mekânıdır. Ziyaret edilmesi İslâm’ın şartlarından biri olarak farz olan bir beyttir. Lâkin insan kalbi ise bir sır hazinesidir.”

Onun için;

“Kâbe, Âzeroğlu İbrahim’in binasıdır. Gönül ise Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Yine burada uzun bir şey yapıyor Mevlânâ Hazretleri:

“Eğer sende diyor basiret varsa diyor, kalp gözü varsa diyor, git diyor gönül Kâbe’sini tavaf et diyor. Gönül Kâbe’leri bul diyor. O diyor gönül Kâbe’lerinin etrafında onları tavaf et diyor. Taş topraktan yapılmış sandığın Kâbeʼnin asıl mânâsı da gönüldür.” diyor.

İşte o gönle, kendini nasıl o Kâbeʼye râm edeceksin, buyuruyor. İşte “Oraya gidenler, Kâbeʼnin Rabbi ile buluşsun diyor. O zaman kolay, her yerde Kâbeʼyi bulur o.” diyor.

“Cenâb-ı Hak görünen, bilinen sûret Kâbeʼsini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbeʼsi elde edesin diye sana farz kılmıştır buyuruyor. Ondan sana hac farzdır diyor. Yine şunu iyi bil ki hac, îfâya mecbur olduğun bir emr-i ilâhîdir. Lâkin şuna da dikkat et ki sen, Allâhʼın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbeʼye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günahını dengeleyemez.”

Şimdi; “Ben gönül alıyorum da, onun için Kâbeʼye ihtiyacım yok.” Aslâ!.. Bir ibadetin yerine başka bir ibadet ikâme edilemez. Hem o Kâbeʼye o vecd ile, o istiğrâk ile gideceksin, hacdaki merasimlerden bir onu okuyacaksın. Onlar kalbe birtakım tuluat, sünuhatlar verecek, derinleştirecek. Onun noksanını telâfî etmekte de gayretini unutmayacaksın. Ondan sonra bağlıyor Mesnevîʼde onu:

Bayezid, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönül sohbetiyle merhametin esrarından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devam etti.

Dolayısıyla içinde bulunduğumuz şu pandemi sürecinde her ne kadar hacca gidebilmeye imkân yoksa da gariplerin, yetimlerin, mazlumların, kimsesizlerin, gönüllerini almak sûretiyle bir hac sevabından bir hisse almayı düşünmek lâzım.

Hac bir kulluk borcumuzdur. Tabi niyetler çok mühim. İnsan, bir müʼmin niyet eder, fakat tahakkuk etmez. Cenâb-ı Hak…

اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ

(“Ameller niyetlere göredir.” [Buhârî, Îman, 41; Müslim, İmâre, 155]) Niyetin tecellîsine, ona karşılaştırır.

Şifâ-i Şerîf vardır. Bu, Kâdı Iyaz Hazretleriʼnindir. Bu, Osmanlılarda üç kitap teberrüken mescidlerde okutulurdu. Buhârî okutulurdu. Onun için ona Buhârî-i Şerîf derdi. Mesnevî okutulurdu. Onun için Mesnevî-i Şerîf denirdi. Fakat mücâz kimseler tarafından okutulurdu, herhangi bir kimse tarafından değil.

Üçüncüsü, Şifâ-i Şerîf okutulurdu. Şifâ okutulurdu. Bu da Efendimizʼin zâhir ve bâtın hâlidir. Tefekkürü artırır. Buna da Şifâ kitabına Şifâ-i Şerîf dendi. Üç kitaba Osmanlıda şerîf sıfatı verildi.

Şifâ-i Şerîfʼte şöyle bir hâdise geçiyor, yani amellerin niyetlere göre bir değer kazandığını:

Horasan melik kahramanlarından Amr bin Leys var. Bu, vefatından sonra sâlih bir zât bunu rüyada görüyor. Aralarında şu konuşma geçiyor:

“‒Allah sana nasıl muâmele etti?” diyor. O da diyor:

“‒Allah beni affetti.” diyor.

“‒Peki diyor, Allah seni hangi amelin sebebiyle affetti?” diyor.

O da diyor ki:

“‒Bir gün diyor, bir dağın zirvesine çıkmıştım. Yüksekten askerlerime bakınca, sayılarının çokluğu, babayiğitliği hoşuma gitti. Keşke ben de Allah Rasûlüʼnün zamanında yaşasaydım da Allah Rasûlüʼnün yolunda şu fânî vücudumu ifnâ etseydim dedim. Allah da bu niyetim ve iştiyâkım, samimiyetim karşısında, Allah beni mağfiret etti.” buyuruyor. (Bkz. Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)

Demek ki burada en mühimi de Allah Teâlâʼya şunu duâ edeceğiz:

“‒Yâ Rabbi! Niyetlerimizi hâlis eyle!”

Niyet ediyoruz ama hâlisiyyetini bilmiyoruz.

Tabi bu, misalleri çok bunun. 1. Ahmed Hazretleriʼnin çok güzel bir misâli var. O da aşağı yukarı, Osmanlıʼnın 14. padişahıydı. 14 yaşında padişah oldu. 14 sene padişahlık süresi var. 28 yaşında vefat etti. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleriʼnin talebesiydi. Ona karşı muhabbeti çok ayrı. Fakat tabi, o Sultanahmed Câmiiʼni, büyük bir zenginliği vardı. Daha Osmanlı orduları bir mağlûbiyet görmemişti. Bütün krallar önünde eğiliyordu, iki büklüm oluyordu.

O sırada bu, temelini Aziz Mahmud Hüdâyîʼye attırdı, Sultanahmed Câmiiʼnin. Kendisi de zaman zaman kimse görmeden gidip orada geceleri çalışırdı. Tabi 1. Ahmed için o câmiyi yaptırmaktan, orada çalışmak çok daha zordu. Kimi için mâlî imkân zordur, kimi de… O hem mâlî imkânla hem de bedenî imkânla çalışıyordu. Ona rüyada kızı sordu:

“‒Baba dedi, sen nasıl bu kadar bir ecir kazandın?” diye.

“‒Kızım dedi, ben…” dedi.

“Şöyle şöyle” hayır-hasenat saydı (kızı).

“‒Yok!” dedi. Ben dedi kimsenin görmediği bir zamanda dedi, gidip dedi, câmînin dedi, temelinde dedi, taş taşıdım.” dedi.

Velhâsıl daima şuna duâ edeceğiz:

“‒Yâ Rabbi! Niyetlerimizi hâlis eyle! Niyetlerimizi rızâ-yı ilâhiyyen ile teʼlif eyle!”

Biz birçok şeyi arzu ederiz, o, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına uymaz. Biz bilmeyiz çünkü. Onun için duâmız daima:

“Yâ Rabbi! Hislerimizi, duâlarımızı rızâ-yı şerîfinle teʼlif eyle!”

Evet bize haccın kazandırdıkları nelerdir? Hac bize neyi hatırlatıyor? Hac, bizlere İbrahim -aleyhisselâm-ʼın muhteşem bir hâtırası. Hac, varlık ve nefis elbisesinden sıyrılarak, nefis engelini bertaraf ederek, rûhânî bir hayata adım atmaktır.

Hac, insan rûhunun âhengini, iklimini ve rengini bulduğu, aslî hüviyetini kazandırdığı, feyz yağmurlarıyla yıkanıp arındırdığı, rûhâniyet tezâhürleriyle dolu bir ibadet.

Meselâ Arafat, bir af ve ilticâ makâmı. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ Vâlidemizʼin affedildiği bir mekân. Bir ilticâ mekânı. Rasûlullah Efendimizʼin Vedâ Hutbesiʼni verdiği mekân. 

Diğer taraftan Arafat, kabirden kıyamet sabahına kalkışı, fevç fevç Mahşer Meydanıʼna toplanışı hatırlatır. Ondan bir zerre.

Arafatʼtan sonraki durak, Müzdelife. Kalplerin büyük bir muhabbet ve teslîmiyet içinde sadece Allâhʼa yönelmesinin tâlim yeri. Zikir yeri.

Mina; Hazret-i İbrahimʼin, Hazret-i İsmailʼin şeytanı taşladıkları yer. Şeytan onlara bütün hilesini gösteriyor. Onlar da hiç bu hileye aldanmıyor, üçü de taşlıyorlar.

Neticesi, kulun her hâlükârda Rabbine tevekkül ve teslîmiyet duyguları içinde bulunması gerektiğini telkin eden mübârek bir mekân.

Safâ ve Merve. Gidiş ve geliş. İnsanın Cenâb-ı Hakkʼa büyük bir huşû, hiçlik ve acziyetinin îtirâfı içerisinde ilticâ etmesinin hikmetini taşımaktadır. Hacer Vâlidemiz yedi sefer gidip geliyor. Bakıyor, bir uçan kuş var mı? Bir hayvan, bir böcek var mı? Varsa, su vardır. İsmail -aleyhisselâm- köşede bekliyor orada susuz. Bir annenin evlâdına muhabbeti.

Velhâsıl bir, Hacer Vâlidemizʼin tevekkül ve teslîmiyeti. Burada müʼmin, Hacer Vâlidemizʼi hatırlayacak. Hayatın, sabrın zorlandığı zamanlarda, sabrın zorlandığı zamanda Hacer Vâlidemizʼi hatırlayacak. Nasıl ıssız bir çölde, belki yırtıcı hayvanların olduğu bir yerde, ufacık, kundakta evlâdıyla nasıl bir tevekkül ve teslîmiyet içinde. Onun için hac mühim çok. Haccı okumak çok mühim. Kalbin okuması.

Burada teslimiyet üzerinde biraz durmak lâzım. Teslimiyet, Cenâb-ı Hak ile dost olan kulların fârik vasıflarından biri. Nitekim Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Hazret-i İsmail, Hacer Vâlidemizʼi pek büyük imtihanlardan geçirdi. İbrahim -aleyhisselâm- Hacer Vâlidemizʼi, oğlu Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-ʼı ıssız bir çölde Mekkeʼye getirdi, Cenâb-ı Hakkʼın emriyle. Cebrâil rehberlik ediyordu. Bir vâdiye giriyorlardı, İbrahim -aleyhisselâm- merhametle soruyor:

“‒Burada mı indireceksin Hacerʼle İsmailʼi?” diye.

“‒Devam.” diyordu.

Tekrar bir çöle çıkılıyordu. Tekrar çölde bir yolculuk, tekrar bir vahaya giriliyordu. O vaha yine yeşillik bir vahaydı. Suyun olduğu bir vahaydı.

“‒Burada mı indireceksin?” diyordu.

“‒Yok, devam.” diyordu.

Öyle bir yere indirdi ki, dağların içinde çukur bir yer.

“‒Ey İbrahim dedi, âileni burada iskân et.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“‒Burası ne ziraate ne hayvancılığa elverişli bir yer.” dedi. Kum, çöl… Cebrâil:

“‒Evet öyledir dedi. Burada senin oğlunun neslinden ümmî bir peygamber gelecek buyurdu. O, kelimetüʼl-ulyâ, en yüce söz olan tevhîd onunla tamamlanacak.” buyurdu.

Efendimiz de bu safhaları anlatıyor.

En nihayet su bıraktı, biraz hurma bıraktı İbrahim -aleyhisselâm- döndü.

Hacer Vâlidemiz koştu:

“‒Bunu böyle yapmanı Allah mı sana emretti?” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“‒Evet, Allah emretti.” dedi.

O zaman Hacer Vâlidemiz:

“‒Öyleyse Allah bizi korur dedi, Allah bizi zâyî etmez.” dedi.

İşte hep teslimiyet zirveleri…

Sonra geri döndü. İbrahim -aleyhisselâm- da yürüyüp devam etti. Kimsenin kendisini göremediği Seniyye mevkiine varınca yüzünü İbrahim -aleyhisselâm- Kâbe tarafına döndürdü, ellerini kaldırdı:

“‒Ey Rabbimiz dedi, namazı dosdoğru kılmaları için benim neslimden bir kısmını senin Beyt-i Haremʼinin (Kâbeʼnin) yanında ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. (Hiçbir şey çıkmıyor, bir ot bile yok.) Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerinden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nîmetlere şükrederler.” (İbrahim, 37)

Onun için bir çöl… Bugün düşünelim bir Gobi Çölü, Taklamakan Çölü vs. hepsi çöl bunların. Fakat Rabbim dilerse bir çöl, bir ümran hâline geliyor. En kıymetli bir mekân hâline geliyor. İşte Mekke-i Mükerreme. Hem zâhiren hem bâtınen en pahalı bir mekân hâline geliyor. Çünkü Allâhʼın orada rahmet tecellîsi var.

Kula da Cenâb-ı Hakkʼın o kalbe rahmet tecellîsi olursa, o kalp de Cenâb-ı Hakʼla dost oluyor.

Velhâsıl birer teslimiyet âbidesi olarak tarihe geçtiler. Onların ihlâsları, umre ve ibadeti, ebedîleşti. Kâbeʼyi İbrahim ve İsmâil -aleyhisselâm- inşâ etti. İsimleri sık sık Kurʼân-ı Kerîmʼde geçiyor. Birçok müslüman da evlâtlarının adını İbrahim ve İsmâil koyuyor. Bazen de Halil sıfatını da ekliyor, Halil İbrahim koyuyor.

Yine “Zemzem”i hatırlayacağız. Zemzem, tevekkül ve teslîmiyetin mükâfâtı olarak daha hiçbir su bulunmayan bir noktadan çıktı. Hem de asırlardır İbrahim -aleyhisselâm-ʼdan (bugüne) akmaya devam ediyor. İçerisinde sonradan ilâve edilen su mayalaştırırsa da o Zemzem olarak devam ediyor. Kıyamete kadar da insanlara şifâ olarak devam edecek.

Bir hâtıra:

Ebû Zer geldi. Kâbeʼnin etrafında dolaşıyordu. Terör vardı, soramıyordu “Peygamber gelmiş.” diye. “Nerede bulurum?” diye. O öyle Kâbeʼnin etrafında dolaşıyordu. Yani müsâit birisi bulsa ona soracak; “Bir peygamber gelmiş, bana gösterir misin?” diye.

En nihâyet, günlerden sonra Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Ebû Zerʼi orada dolaşırken gördü.

“‒Arkadaş! Sen garipsin dedi, buranın insanı değilsin, sen nereden geldin dedi ve ne arıyorsun burada?” dedi.

Ebû Zer de dedi ki:

“‒Bir peygamber gelmiş dedi, Oʼnu arıyorum, Oʼnu görmek istiyorum. Fakat terör var, bir türlü göremiyorum.” dedi.

Dedi ki Hazret-i Ali:

“‒Havalar kararsın dedi, sokaklar boşalsın dedi, ben önden gideceğim dedi, sen de beni arkadan ağır ağır takip edeceksin.” dedi.

Ebû Zer, Efendimizʼin huzuruna girdi, büyük bir vecd içinde kelime-i tevhîdi bağıra bağıra getirmeye başladı coşarak. Dönerken yine kelime-i tevhîdi bağıra bağıra Mekke sokaklarında dönüyordu. Müşrikler yakalıyordu, iyice dövüyorlardı. Bu üç gün devam etti böyle. Üçüncü gün Efendimiz buyurdu ki:

“‒Sen dedi, memleketine dön dedi. Biz dedi, bir gün gelecek buradan hicret edeceğiz dedi. O zaman bizim hicret edeceğimiz mekâna sen de bizim arkamızdan gelirsin dedi.

Peki dedi, sen bugün (herhâlde 30 gün kadar tahmin ederim orada kaldı) peki ne içtin ne yedin?” dedi.

Ebû Zer de dedi ki:

“‒Zemzemle susuzluğumu giderdim ve zemzemle doydum dedi. Hattâ biraz kilo bile aldım.” dedi.

Orada Efendimiz:

“‒Zemzem şifadır.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 132)

Yani niyete göre Zemzem şifa olmuş oluyor.

Yine rahmetli pederim Mûsâ Efendi Medîneʼdeyken su mühendisi bir kardeşimiz vardı Türklerden. Pederi ziyarete gelmişti. Zemzemle ilgili sorular sordu pederimiz. Dedi ki:

“‒Biz dedi, zemzemi dedi, birkaç yerden daha çıkartmak istedik ki, hacılar rahat her yerden alsın dedi. Mümkün olmadı dedi. Sondajı vurduğumuz yerden dedi, bir de oradan zemzem nehri geliyor, sondajı vuruyoruz dedi, zemzem yol değiştiriyor dedi. Vuruyoruz, zemzem yol değiştiriyor dedi. Biraz dedi taşları açalım dedik dedi, rahat gelsin, daha bol aksın dedi. O zaman büyük bir gürültü oldu, korktuk dedi, öyle kapattık.” dedi.

İşte velhâsıl, tâ İbrahim -aleyhisselâm-ʼdan beri devam ediyor. Ümmet-i Muhammed evlerine taşıyor, içiyor, doyuyor ve rahmet oluyor.

İşte orada Efendimiz Ebû Zerʼe:

“Ebû Zer dedi, zemzem şifadır.” dedi. “Zemzem hangi niyetle, ne maksatla içilirse ona şifa olur.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 132)

Diğer bir husus:

Hac bir kefen iklimi. Kefenle gerçekleşiyor. İnsanın varacağı yerin, gerçek istikbâlinin, bir tatbikâtı mâhiyetinde. Dünyevî arzulardan vazgeçebilmenin bir tâlimi.

İnsan, nezâket, zarâfet ve incelik kazanacak. Refes, fısk, cidâl yok. Lâubâlî hareketler yok. Şehvânî arzular yok. Münâkaşa yok.

Velhâsıl sâlih bir insan modelini kazanıp dönecek. Ot koparma yok. Avcıya avı gösterme yok. Cenâb-ı Hak bizden bir sâlih müʼmin olmamızı arzu ediyor.

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

Yusuf -aleyhisselâm-ʼın duâsı. Bu duâyı çok tekrarlamak îcâb ediyor. “…(Yâ Rabbi!) Beni müslüman olarak (öldür) vefât ettir ve beni sâlihlerin arasına kat.” (Yûsuf, 101)

Bir kişi tavaf yapıyor. Tavaf yaparken hep bu duâyı okuyor.

اَللّهُمَّ تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

اَللّهُمَّ تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

Diyor ki arkadaşı:

“‒Yâhu diyor, Kurʼân-ı Kerîmʼde birçok duâ var diyor. Sırf bu duayı okuyorsun.” diyor.

“‒Yaa hiç sorma diyor, bir arkadaşım vardı diyor, son nefesi iyi olmadı diyor. Ben hep diyor, bu korkudan diyor, bu duâya devam ediyorum.” diyor.

Ondan sonra şeytan taşlama var.

Velhâsıl İbrahim, İsmail -aleyhisselâm- kadar zor durumda kalan bir, ikinci bir insan yoktur Efendimiz hâriç. Bu zor durumlara karşı şeytana kanmadılar. Nefislerini bertaraf ederek şeytanı taşladılar. Bir rivâyette Hacer Vâlidemiz de taşladı. Hacer Vâlidemiz nasıl taşladı?

“‒Eğer Allah emrettiyse güzel bir şeydir, tevekkül ederiz.” dedi.

İsmail -aleyhisselâm-:

“‒Şeytan, git başımdan dedi. Biz Rabbimizʼin emrini seve seve yerine getiririz.” dedi. O da taşladı.

İbrahim -aleyhisselâm-ʼa döndü:

“‒Ey ihtiyar dedi. Oğlunu nereye götürüyorsun dedi. Senin gördüğün bu rüya, şeytânî rüyadır.” dedi şeytan.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“‒Sen şeytansın, yanımızdan hemen uzaklaş!” dedi.

Eline yedişer tane taş aldı. Şeytanı üç yerde taşladı. Bu işte hacda kıyamete kadar bir rükün olarak devam edecek bu taşlama.

Bu onların tevekkül ve teslimiyetinin bir nişânesi olarak ümmet-i Muhammedʼe numûne oldu.

Daima tefekkür edeceğiz: İbrahim -aleyhisselâm-, Hacer Vâlidemiz, İsmail -aleyhisselâm- bu ağır imtihanı kazandılar.

Acaba biz, bunun kaçta kaçı kadar imtihan geçse başımızdan, ne kadar katlanabiliyoruz?

Demek ki şeytanın hile ve desiselerine aldanmadan yaşayabilmenin gayreti içinde olacağız. Fânî dünyanın yaldızlarına kanmayıp daima âhireti tercih edeceğiz. Her zaman, her mekânda İslâmʼı temsil etmenin gayreti içinde olacağız hâlimizle, kālimizle. İslâmʼın bizden istediği karakter ve şahsiyeti tevzî edeceğiz. Âile hayatımız, ticarî hayatımız, insanlarla münâsebetimiz, evlât yetiştirmemizi, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde düzenlemenin gayreti içinde olacağız.

Tevekkül, teslimiyet… Değişen şartlar, sabırların zorlandığı zamanlarda, İbrahim -aleyhisselâm- Hacer Vâlidemizʼi, İsmail -aleyhisselâm-ʼı örnek alma durumunda olacağız. Bir anne-babalar da nasıl bir Hacer Vâlidemiz, İbrahim -aleyhisselâm- nasıl evlât yetiştiriyorsa, o şekilde bir evlât üzerinde titizlik göstermemiz îcâb ettiğinin idrâki içinde olacağız.

Ailemiz içinde babanın yaptığı İslâmî çalışmalara destek olacağız. O şekilde evlâtlara bir numûne olacağız. Evlâdın yaptığı İslâmî hizmetlere de yardımcı olacağız. Onu o yolda yetiştirecek babaları yetiştirmenin gayreti içinde olacağız. Zevcine kulluk vazifelerini îfâ etmekte olan en yakın yardımcı; vefakâr, fedakâr, iffet ve nâmus timsâli hanımlar yetiştireceğiz. Hem hanım, hem erkek;

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla! Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Velhâsıl Cenâb-ı Hak Kurban bayramını idrâk edebilmeyi, niçin bayram oldu. Nasıl bayram edeceğiz? Nasıl bir son nefes bayramına kavuşabileceğiz? Nasıl hayatımızın muhtevâsında takvâ bayramına olan şehâdetnâmesini, kurban bayramının bir teslimiyet, fedakârlık şehâdetnâmesini alabilmenin gayreti içinde olabilmemizi Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Tabi bu şehâdetnâmeyi biz bilmiyoruz. Nasıl bir talebe karneyi almadan ne olduğunu bilmez? Biz de bu şehâdetnâmeyi son nefesten sonra göreceğiz -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak takvâ, müttakî olan kullarından eylesin. İnşâallah son nefesimizin en güzel ânımız olmasını, lûtfuyla, keremiyle Cenâb-ı Hak kabul buyursun -inşâallah-. Son nefesi en güzel şekilde… Kıyamette de;

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) Büyük bir ihtişamla karşılanmayı…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin civârında olabilmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize lûtfuyla, keremiyle, ihsânıyla, ikrâmıyla nasîb eylesin.

Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.