Ölümün Renkleri ve Anlamları

Ölmeden önce ölmenin nasıl gerçekleşir? Ölümün rengi olur mu? Sufilere göre ölümün dört rengi.

Modern insanın konuşulmasına bile dayanamadığı ölüm, maneviyat erbabı için hayata anlam kazandıran, mümini Rabbine kavuşturan bir vuslat köprüsüdür. Bu sebeple Mevlana gibi bazı sufiler ölümü “eb-i arus düğün gecesi” olarak isimlendirmişlerdir.

İbrahim Hakkı Erzurumî hazretleri de “sen bu bâle, belâ deme” demiş, ölümü bal gibi tatlı görmüştür. Zira ölüm bir yok oluş değil bizi ebedi hayata ulaştıran yeni bir doğumdur. İnsanları esas korkutan, ölümden çok ölüme hazırlanmamak, yol azığını tedarik etmemektir. Ahirete hazırlık için tarla mesabesinde olan bu dünyanın esas gayesini unutup tarlaya saray yapmaya kalkmaktır.

İmam Rabbani’ye göre sufiler nefislerini tezkiye ederek dünya sevgisinden kurtulur, Hakkın muhabbetine yönelirler, dünyada kısmi vuslatı elde ederler. Ne var ki tam vuslat ancak ölüm ile gerçekleşir: Allah dostları “Kişi sevdiği ile beraberdir” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin hükmünce Allah Teâlâ ile beraberdirler. Ruhun beden ile irtibatı bu beraberliğin ve buluşmanın engellerinden birisidir. Bu maddî ve karanlık bedenden ayrıldıktan sonra iş, tümüyle Allah’a yakınlık içinde yakınlık, vuslat içinde vuslattır. “Ölüm, sevgiliyi sevgiliye ulaştıran bir köprüdür” sözü bunu anlatır. Âşıkları teselli eden “Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir” (Ankebût, 5) âyet-i kerîmesi bu ifadenin bir rumuzudur. (45. Mektup)

İmam’ın ifade ettiği üzere ruhumuz Yüce Rabbimize müştaktır, O’na kavuşmayı ister ama bedene girdiğinden dolayı o âlemi unutmuş, bu fani âlemin zevklerine dalmıştır. Bu sebeple sufiler insanın ruhunu geliştirmeyi bu fani alemle olan ilişkilerimizi de kontrol altına almayı, nefsi gemlemeyi hedeflerler. Nefsin arzuları azaltıldığı oranda o bu dünyadan ölür, ahirete dirilir.

Konunun muğlak olmaması için ölmeden önce ölmenin nasıl gerçekleştirdiğini sufilerin eserlerinden yola çıkarak anlamaya çalışalım.

BEYAZ ÖLÜM

İnsan nefsinin en baştaki arzusu yeme, içme ve karşı cinse olan arzularıdır. İmam Gazali fıtratın bu yapısına behimiyyet yani hayvanlık ismini verir, zira bu istekler hayvanlarda da aşırı şekilde mevcuttur. Allah Teâlâ hayvanlara akıl vermemiş bunun yerine onlara şehvet ve içgüdü vermiştir. Sufiler insanın bu sınırsız arzularını kıllet-i taam, kıllet-i menam yani az yeyip içme, az uyuma gibi prensiplerle asgari düzeye indirgemişler, yemek için yaşamanın yerine yaşamak için yemeyi ikame etmişlerdir. İbn Arabi hazretleri buna beyaz ölüm ismini verir. Zira insanın midesi boş olunca yüz beyazlaşmakta, midedeki boşluk yüze bir aydınlık olarak yansımaktadır.

KARA ÖLÜM

İmam Gazali’ye göre yeme içme gibi fiziksel ihtiyaçlarından sonra insandaki ikinci temel duygu subuiyyettir. Subuiyet, kızınca saldırmak, vurmak, kırmak, intikam almak manasına gelir. Çocuk, doğduğunda öncelikli ihtiyacı beslenmedir. Biraz büyüyüp hareketlenince, kıskanmaya, kardeşleriyle kavga etmeye başlar. İleri yaşlarda özellikle erkeklerin kızdıklarında ne kadar saldırganlaşabildiği malumdur. Sufiler insanın bu yönünün tamamen kontrol altına alınıp şer’i seviyeye çekilmesini kara ölüm olarak isimlendirirler: Zira insan kızınca içinde sanki bir ateş yanar, her tarafı kara bir duman kaplar ve bu yüze yansır. Allah korkusu ile gazap gemlenir intikam almaktan vazgeçersek sanki nefsimiz kara bir şekilde hedefine ulaşamadan ölmüş gibi olur. Yunus Emre bu durumu “dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek” beytiyle veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Sufilerin amacı öfkeyi tamamen yok etmek değildir. Sufilere göre öfke, nefsimizin hoşuna gitmeyen davranışlara değil, haramlar çiğnenmesine karşı gösterilmelidir. Zira Allah öfkeyi din, vatan ve millet adına Allah yolunca cihad için yakıt olarak kullanılması için insana vermiştir

YEŞİL ÖLÜM

İbn Arabi hazretlerine göre yaşarken ölmenin üçüncü mertebesi yeşil ölümdür. Bu ise insanın eski, yamalı ve aba giyinmesi demektir. Gazali’nin tabiri ile insan başkalarını kandırmak, gösteriş yapmak gibi niyetlerle süslü kıyafet giymeyi sever. Günümüzde büyük bir sektör olan moda, nefsimizin bu yönünü daha da azdırmakta, ahlaki açıdan son derece sıkıntılı olan kıyafetleri insanlara giydirmeye çalışmaktadır. Hâlbuki sufi yamalarıyla kıyafetini bir çiçek bahçesine benzetir, nefsine yeşil ölümü tattırarak kendini gösteriş esaretinden kurtarır.

KIRMIZI ÖLÜM

İbn Arabi’ye göre ölümün son mertebesi kırmızı olanıdır. Nefsin her türlü hevasına, şehvani, nefsani arzularına muhalefet eden sufi sanki nefsin kanını dökmüş olur. İnsan istediğini yemez, istediğini giymez, kızdığı zaman öfkesini yenerse bu makama erişir. Mecazen nefsin kanı döküldüğü için de bu ölüme kırmızı ölüm ismi verilmiştir. Tasavvufun amacı aslında nefsi yok etmek değildir. Bu mecazi kullanım bazen yanlış anlaşılmaktadır, gerçekte bundan hedef nefsin tamamen kontrol altına alınmasıdır.

Sufiler nefislerini bu şekilde öldürmek ile de yetinmezler, ölümle barışık bir şekilde onu maneviyat hayatlarının bir parçası yaparlar. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Hazları bıçak gibi kesen ölümü çokça hatırlayın” emrini vermiştir. Rabbimiz de ölümü temenni etmeyi kendisine dostluğun bir işareti olarak bizlere öğretmiş ve boş iddiada bulunan Yahudilere hitaben “Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, (bunda da) samimi iseniz haydi ölümü isteyin!” buyurmuş, ama onların işledikleri günahlardan dolayı “asla ölümü temenni edemeyecekleri” de bizlere (Cuma, 6-7) haber verilmiştir.

HER GÜN ÖLÜMÜ TEFEKKÜR ETMEK

Sufiler bu ilahi emirlerden yola çıkarak, her gün ölümü tefekkür eder, böylece ölüme aşinalık kazanmaya çalışırlar.

Hemen her tarikatta tefekkür-i mevt uygulaması vardır. Şöyle ki: Her seher vakti kalkılır, belli tesbihattan sonra ana evrada geçilmeden önce ölüm gözde canlandırılır. Son anda kelime-i şehadet getirerek can verdiğinizi, yıkanıp kefenlendiğinizi, tabuta konulduğunuzu, kabre girdiğinizi, münker nekire hesap verdiğinizi, sırattan geçtiğinizi düşünürsünüz. Bu tefekkür günde en az bir kere yapılır, salik bu işi tekrar ede ede ruhunu diriltir ve ölümle dostluk kazanır. Herkesin kaçtığı ölüm, bir süre sonra özlenen aranan bir hal haline gelir.

Sufilere göre ölümden kaçmak maddeci insanların özelliğidir. İnsan ahireti için salih ameller işleyince ölüm sevimli gelmeye başlar. İnsanın hak yolunda istikamet üzere yolculuğunu sürdürmesi ancak ölümü tefekkür ile mümkündür. Buna yardımcı olsun diye ecdadımız mezarlıkları şehrin merkezine, camilerin ve tekkelerin hazirelerini yapmışlardır. Zira buralarda yatan ölüler biz dirilere lisanı hal ile nasihatte bulunmakta “bak bir zamanlar biz de senin gibi canlıydık, şimdi ise toprak altına girdik aman vaktinin kıymetini bil” demektedirler. İmam Rabbani hazretleri de ölümü bir an unutmamamızı tavsiye eder ve şöyle buyurur:

“Fırsatı ganimet bilmek gerekir. Sâlik ömrünün bir anını bile faydasız işlerle geçirmemeli, bilakis bütün hayatını Hak Sübhânehû’nun rızâsı istikâmetinde sarf etmelidir. Her gün beş vakit namazı tâdil-i erkâna riayet ederek huzurla ve cemaat hâlinde edâ etmek îcâb eder. Teheccüd namazını ihmal etmemeli ve seher vakitlerinde istiğfâr fırsatını kaçırmamalıdır. Gaflet uykusuna dalmamalı, peşin hazlara kendimizi kaptırmamalıdır. Ölüm ve ahiret ahvalinin tefekkürü gözümüzden bir an olsun uzaklaşmamalıdır.” (Mektubat, 31. Mektup)

SUFİLER ÖLÜM HAZIRLIKLARINA ÇEYİZ HAZIRLAMA İSMİNİ VERMİŞLERDİR

Netice olarak dünya sevgisini,  dünya zevklerini azaltan insanın öbür tarafa göçmesi kolay olur. Zira bu dünyayı isteyen bedenimiz, nefsaniyetimizdir. Ruhumuz öbür alemden geldiğin için ana vatanını özler. Bu özlemden dolayı sufiler ölüm hazırlıklarına “çeyiz hazırlama” ismini vermişlerdir.

Burada şu hatırlatmayı da yapmak yerinde olacaktır, ölümü hatırlamak, dünya sevgisini azaltmak sufilerin çok zevksiz, sönük bir hayat yaşadıkları manasına gelmez. Aksine insanın dünyevi beklentileri azalınca en ufak bir ikramı bile enfes bir ziyafet gibi algılar. Salik hazlarını azalttıkça huzuru yakalar.

Rabbimizden niyazımız, bu hayatı bir fırsat bilerek ahiret için hazırlık yapmayı nasip etmesi, ölümü bizler için ilahi vuslatın köprüsü eylemesidir. Amin.

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 377. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.