Muhabbet Nimetini Nasıl Kullanmalıyız?

Sevgide ölçü nedir? Sevgiyi kime yöneltmeli ve nasıl kullanmalıyız?

Muhabbetin menşei, kaynağı ve Hâlık’ı, onu kalplere lutfeden Cenâb-ı Hak’tır. Bir Hak dostu, bu hususta şöyle buyurur:

Allah Teâlâ, kullarına olan şefkat ve merhameti sebebiyle onları kendi Zât’ına muhabbet beslemeye dâvet etti. Kullarından nasipsiz olanlar, bu nîmetten mahrum kaldı. Hak Teâlâ, bu günâhın bir cezâsı olarak onları, gâfil kişilerin muhabbetine giriftâr eyledi.

Gerçekten, Hakk’a muhabbetle râm olamayanlar, fânîlerin ve gelgeç sevdâların kölesi olmaktan kurtulamazlar. Fânîleri, muhabbetin menşei olan Cenâb-ı Hakk’a tercih etmek ise, en büyük ahmaklık ve aldanıştır. Akl-ı selîm sâhibi her insan kolayca anlar ki, muhabbeti ona en lâyık olana, yâni Allah Teâlâ’ya yönlendirmek, yaratılış hikmetinin gereğidir.

Lâyıkını bulamayan muhabbetler, fânî hayâtın hazin israflarıdır. Bayağı ve süflî menfaatlerin kıskacında kalan muhabbetler, kaldırım kenarlarında açan çiçeklere benzer ki, er-geç çiğnenmeye mahkûmdur. Sokağa düşürülmüş bir pırlanta ne kadar tâlihsizdir! Liyâkatsiz bir elin haksız malı olmak, ne hazin bir ziyanlıktır!

SALİHLERLE MIUHABBET ET, SALİH OL

Muhabbet ve onun zıddı olan buğz duyguları, Allâh için olmaz ise, yâni buğz edilmesi gerekene muhabbet beslenir, muhabbet duyulması gerekene de buğz edilirse, bu mânevî bakımdan bir felâket olur. Muhabbeti lâyıkına, husûmeti müstahakkına yöneltmek şarttır. Sâlihlere muhabbet, saâdete nâil eylerken, bunun zıddına, yâni gâfillere muhabbet ise, felâket getirir. Bu sebeple ebedî huzur ve saâdet için muhabbetimizi makbul ve kıymetli bir zeminde kullanmamız ve bunun için de gönlümüzü bu yönde terbiye etmemiz şarttır.

Ancak muhabbetin birdenbire Cenâb-ı Hakk’a yöneltilmesinde insan için bazı tehlikeler mevcuttur. Kalb, bir an gelir yüksek voltaja tutulmuşçasına yanmaya başlar; insan meczuplaşır. Bu ise, beşerî hayâtı ve onun îcaplarını alt-üst eder. Hazret-i Mûsâ’daki tecellî, bu hâle güzel bir misaldir:

MUHABBETTE KADEME KADEME İLERLE

Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr-i Sînâ’da Cenâb-ı Hakk’ın ezelî “kelâm” sıfatına muhâtab oldu. Rabbiyle beşer idrâkinin ötesinde harfsiz, kelimesiz, değişik bir hâl ile konuşmanın mânevî câzibesi içinde büyük bir aşk ve muhabbetle kendini kaybetti. Israrla Cenâb-ı Hakk’ı görmek istedi. Ancak “len-terânî” (Beni göremezsin!) hitâbına muhâtab oldu. Buna rağmen ısrar edince, Cenâb-ı Hak, hicaplar arkasından dağa nazar edeceğini bildirdi. Dağ, Rab’den gelen zerre kabîlinden bir nûr tecellîsi karşısında infilâk edip darmadağın oldu. Bu müthiş hâl karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı ve istiğfâr etti.

Bir peygamberin bile tâkatini eriten bu büyük ve ânî tecellî de gösteriyor ki, muhabbette kademe kademe ilerlemek zarûrîdir.

Bu meyanda ana, baba, zevc, zevce ve evlât sevgileri ile, sahip olunan maddî-mânevî nîmetlerine duyulan bütün sevgiler, Hakk’a muhabbet yolunda bir vâsıta telâkkî edilmelidir. Gönül, bu beşerî muhabbetlerle olgunlaşarak ilâhî muhabbete hazırlanmalıdır. Fakat kalbi, bu merhalelerde takılıp kalmaktan korumak gerekir. Çünkü “Hüsn-i Mutlak”a âşık olanlar, gölge varlıkların, aynadaki sûretlerin, fânî ve izâfî varlıkların muhabbetinde takılıp kalmazlar.

TESTİNİN İÇİNİ DEĞİL DIŞINI GÖR

Hazret-i Mevlânâ, ne güzel buyurur:

Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budalanın biri, kuşun gölgesini sımsıkı yakalamak istedi. Ama dalın üzerindeki kuş bile buna şaştı kaldı.

Yine Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde bir hikâye nakleder:

Halk, Mecnûn’un hâline acıyıp:

–Leylâ’dan vazgeç artık; ondan daha güzeller var!” dediler. Mecnûn cevâben şöyle dedi:

–Dış görünüş ve maddî sûretler âdeta bir testi gibidir. Güzellik de testinin içindeki ilâhî muhabbet şerbetidir. Bilin ki Hak Teâlâ, bana bu şerbeti Leylâ’nın testisinden ikrâm etmektedir. Siz testinin zâhirine bakıyorsunuz, fakat içindekinden haberiniz yok!..

Mutlak güzellik, Allâh’ın güzelliğidir. Kâinatta gördüğümüz bütün güzellikler, ancak Hakk’ın güzelliğinden akseden pırıltılardır. O hâlde damlaya takılıp deryâyı unutmak, insanın kıymet ve haysiyetine yazık etmesi demektir.

Eğer Mecnûn’un gönlü, Leylâ’ya takılıp kalsaydı, o, kendisine put olacaktı. Lâkin Leylâ, Mecnûn için geçici bir rol oynadı. Mecnûn’un kalbini ilâhî aşka muhâtab olabilecek bir seviyeye yükselttikten sonra Leylâ gözden düştü. Mecnûn, Leylâ’dan yola çıkarak kalbini Mevlâ’ya yöneltme mahâretini gösterdi.

MUHABBETTE ULAŞILABİLECEK ZİRVE

Buna göre fânî muhabbetler de, meşrû ölçüler içinde olmak şartıyla ilâhî muhabbet yolunda kalbin seviye kazanması için lüzumludur. Yeter ki bu muhabbetler, kalb için son durak olmasın. Eğer Mecnûn, Leylâ’yı aşamasaydı, bir değer ifâde etmezdi. Diğer sayısız meçhul mecnûnlar gibi fânî ve izâfî sevdâlarda kaybolup giderdi. Fakat Leylâ, muhabbetlerin zirvesi olan muhabbetullâh’a erme yolunda bir merhale oldu.

Muhabbet, sevilen varlığın ehemmiyet ve mükemmelliği nisbetinde bir kıymet ifâde ettiğinden, beşerî muhabbetlerde ulaşılabilecek zirve, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan muhabbettir. Çünkü insanlığın muhabbet meyline O’ndan daha lâyık bir insan tasavvur olunamaz.

Rasûlullâh’ın rûhâniyet dokusuna yabancı kalanlar ve O’na muhabbeti yaşamayanlar, Allah muhabbetinden de mahrum kalırlar. Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Peygamber Efendimiz’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat, Allâh’a itaat; O’na isyan, Allâh’a isyan sadedindedir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31)

Muhabbetin Allâh’a yöneltilmesi, önce Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, sonra Hak dostlarını, daha sonra da bir huni gibi genişleyerek Allah katında makbûl olan her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcâb ettirir. Hazret-i Peygamber’e ve O’nun vârisleri olan ehlullâha muhabbette bereket, onlardan uzak kalmakta ise ebedî nedâmet vardır.

MUHABBETİN EN GÜZEL TEZAHÜRÜ NEDİR?

Dünyânın gösterişli ve aldatıcı güzelliğini gönlünden çıkaranlar, Hakk’a yaklaşmaktaki târifsiz lezzete nâil olurlar. Gönül aynası Rabbin hakîkî aşkı ile cilâlanınca, oraya her an nice güzellikler akseder; Cenâb-ı Hakk’ın sayısız kudret akışlarına şâhid olunur. Hak dostları için bizim güzellik ve câzibelerine meftun olduğumuz mecâzî renkler, kokular ve tatlar yoktur. Onlar, dünyevî süslerin ve zevklerin câzibesinden kurtulmuşlardır. Zîrâ onlar, mârifetullâha ermişlerdir. Dünyâ ilimlerinin kabuğundaki nakışı bırakmışlar, hakîkate ermişler ve oradan ilâhî sonsuzluğu seyretmektedirler.

Yüce huzûra kabûlün kapısı, muhabbet anahtarı ile açılır. Fakat muhabbet, kuru bir iddiâ olmamalıdır. Sözde kalarak özde hiçbir tesir hâsıl etmeyen boş konuşmaların hakîkî muhabbetle hiçbir ilgisi yoktur. Muhabbetin en güzel ve mânâlı tezâhürü, sevilene “ittibâ”dır.

Allah Teâlâ’ya ittibâ ise üç şekilde olur:

1. O’nun sevmediklerinden kaçınmak.

2. Sevip râzı olduğu amel-i sâlihlerde bulunmak.

3. O’nu daimâ zikrederek, her nefes ve davranışta O’nu hatırından çıkarmamak.

Böyle bir ittibâyı beraberinde getirmeyen muhabbet iddiâları, Hak katında geçersizdir.

İnsanoğlu en ağır bedeli, muhabbeti uğrunda öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir. Bu sebeple peygamberler ve onları tâkib eden Hak dostları, teblîğ ve irşadlarıyla, Allah yolundaki hizmetleriyle, ömürleri boyunca muhabbetlerinin bedelini ödeyebilme gayreti içinde yaşadılar. Böylece Allâh ile dostluğun ulvî lezzetine gark oldular.

Cenâb-ı Hak, biz kullarına lutfettiği muhabbet sermâyesini ona en lâyık olan yere sarf edebilmemizi nasîb eylesin. Sevdiklerini bizlere de sevdirsin; yerdiklerini bizlere de yerdirsin! Zât-ı İlâhî’sinin, Habîb’inin ve sevdiklerinin muhabbetini gönüllerimizin tükenmez hazînesi kılsın! Kalblerimizi muhabbetullâh tecellîleriyle tenvîr buyurmadan can emânetini almasın!

Âmîn!

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları, 2011, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.