Kuran İlimleri Nelerdir? | TEFSİR | MADDE MADDE

Kuran ilimleri nelerdir? Kurân’ın i‘câzı ve uslûbu, esbâb-ı nüzûl (âyetlerin iniş sebepleri), nesh, nâsih ve mensûh, muhkem ve müteşâbih, vücûh ve nezâir, hurûf-i mukatta, Garîbu’l-Kur’an, Müşkilü’l-Kur’an, mücmel-mübeyyen, hakikat ve mecaz, Mübhemâtü’l-Kur’an, Kur’an’da yeminler, âyetler ve sûreler arası münâsebet, Kur’an’ın ve bazı sûre ve âyetlerin fazileti nedir? Detayları ile istifadenize sunuyoruz.

Kur’an ilimleri Arapça’da عُلُومُ الْقُرْأنِ (ulûmu’l-Kur’ân) kavramıyla ifade edilir. Bundan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’in tanınmasına ve anlaşılmasına çeşitli yönlerden hizmet eden ilimlerdir. Kur’an’ın inişi, okunması, yazılması, toplanması, tertibi, tefsîri, i‘câzı, âyetlerin iniş sebepleri, nâsihi, mensûhu… gibi Kur’an’la ilgili tüm ilimler bu kavramın içinde değerlendirilir. Bu ilimlerin sayısı hakkında görüş birliği yoktur. Zerkeşî (ö. 794/1391) el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’an isimli eserinde bunların sayısını 47 (kırk yedi) olarak zikreder. (Zerkeşî, el-Burhân, I, 9-12) Celâleddin es-Suyûtî (ö. 911/1505) bu rakamı daha da artırır. (Suyûtî, el-İtkân, II, 162)

Yazı İçeriğinde şu başlıklar bulunmaktadır;

1. Kurân’ın İ‘câzı ve Uslûbu

  • A. Kur’an’ın İ‘câz Özellikleri
  1. Gaybî Haberler Vermesi
  2. İlmî Keşifleri Haber Vermesi
  3. Vahyin, Efendimiz (s.a.v.)’in Arzusuna Uymaması
  • B. Kur’an’ın Üslûp Özellikleri
  1. Eşsiz Belâgat ve Fesâhati
  2. Lafız Mâna Dengesi
  3. Hem Akla Hem Kalbe Dengeli Hitap Etmesi
  4. Aynı Anda Farklı Seviyelere Hitap Etmesi
  5. Lafzın Fonetiği İle Mâna Uyumu

2. Esbâb-ı Nüzûl (Âyetlerin İniş Sebepleri)

3. Nesh, Nâsih ve Mensûh

4. Muhkem ve Müteşâbih

5. Vücûh ve Nezâir

6.. Hurûf-i Mukatta

7.. Garîbu’l-Kur’an

8.. Müşkilü’l-Kur’an

9. Mücmel-Mübeyyen

10. Hakikat ve Mecaz

11. Mübhemâtü’l-Kur’an

12. Kur’an’da Yeminler

13. Âyetler ve Sûreler Arası Münâsebet

14. Kur’an’ın ve Bazı Sûre ve Âyetlerin Fazileti

Kur’an ilimleri sahasında başlangıçtan günümüze çok kıymetli eserler kaleme alınmıştır. Onlardan bazıları şöyledir:

  • Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857), el-Akl ve fehmu’l-Kur’ân
  • Ali b. İbrâhim el-Hûfî (ö. 430/1038), el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân
  • İbnu’l-Cevzî (ö. 797/1200), Funûnu’l-efnân
  • Süleyman b. Abdulkavî et-Tûfî (ö. 716/1316), el-İksîr fî kavâidi ilmi’t-tefsîr
  • İbn Teymiye (ö. 728/1327), Mukaddime fî usûli’t-tefsîr
  • Zerkeşî (ö. 794/1391), el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân
  • Celâleddin es-Suyûtî (ö. 911/1505), el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân
  • Zerkānî (ö. 1367/1948), Menâhilu’l-irfân fî ulûmi’l-Kur’ân
  • Subhi Sâlih (ö. 1399/1978), Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân
  • Mennâu’l-Kattân, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân.

Şimdi, sözkonusu edilen Kur’an ilimlerinden bir kısmı örneklerle izah edilecektir:

  • 1. KURÂN’IN İ‘CÂZI VE USLÛBU

Gönderilen her peygambere, yaşadığı zamanın gereklerine göre peygamberliğini ispat edecek bir mûcize verilmiştir. Hz. Nûh’a gemi, Hz. Sâlih’e deve, Hz. Mûsâ’ya asa ve Hz. İsa’ya ölüleri diriltmek mûcizeleri gibi… Resûlullah (s.a.v.)’e de hissî pek çok mûcizenin yanı sıra en büyük mûcize olarak Kur’ân-ı Kerîm lütfedilmiştir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İnkârcılar: «Muhammed’e Rabbinden bir kısım mûcizeler verilse ya!» diyorlar. De ki: «Mûcizeleri yaratmak ve indirmek ancak Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Ben ise, gerçeği apaçık tebliğ eden bir uyarıcıyım.» Hem, kendilerine okunan bu kitabı sana indiriyor olmamız onlara mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût 29/50-51)

Allah Resûlü (s.a.v.) de bu gerçeği şöyle haber verir:

“Gönderilen her peygambere, insanların hidâyetine vesile olacak bir mûcize muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allah’ın bana vahyettiği kelâm nevinden olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple kıyamet günü ümmetimin diğer ümmetlerden sayıca çok olmasını ümit ediyorum.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an 1; Müslim, İman 279)

Mûcize, Allah Teâlâ’nın izin vermesiyle peygamberin eliyle vuku bulan ve meydan okuduğu insanları benzerini yapmaktan âciz bırakan hârikulâde bir hâdisedir. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamberin bir mûcize göstermesi mümkün değildir. (bk. İbrâhim 14/ 11; Mü’min 40/78) Kur’ân-ı Kerîm de en büyük mûcize olarak insanlara benzerini getirmeleri hususunda meydan okumuş, fakat inişinden on dört asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, henüz onun benzerini getiren kimse çıkmamıştır.

Mevzuyla alakalı âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına göre Kur’ân-ı Kerîm’in meydan okuması safha safha gerçekleşmiştir:

  • Birinci safhada inkârcılardan Kur’ân’ın tamamına benzer bir kitap getirmeleri talep edilir:

“Resûlüm! De ki: «Eğer (Kur’an’ın insan sözü oduğu konusunda) doğru söylüyorsanız, Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur’an’­dan) daha doğru bir kitap getirin de ben de ona tâbi olayım!” (Kasas 28/49)

“De ki: «Bütün insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler ve bu hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardımcı da olsalar, imkânı yok, asla onun bir benzerini getiremezler.»” (İsrâ 17/88)

  • İkinci safhada saha biraz daha daraltılıp işleri kolaylaştırılarak Kur’an sûrelerine benzer on sûre getirmeleri talep edildi:

“Yoksa: «Kur’an’ı kendisi uydurup sonra da Allah’a mal ediyor» mu diyorlar. De ki: «Eğer iddianızda samimi iseniz, haydi onun benzeri uydurulmuş on sûre getirin de görelim. Hatta bunu yapmak için Allah’tan başka gücünüzün yettiği herkesi de yardıma çağırın!»” (Hûd 11/13)

Fakat onlar, bu dâvete de herhangi bir mukabelede bulunamadılar.

  • Üçüncü safhada inkârcılardan Kur’ân’ın bir sûresine benzer bir söz getirme­leri istendi:

“Yoksa «Onu Muhammed uyduruyor» mu diyorlar? De ki: «Madem öyle, eğer bu iddiânızda samimi iseniz, haydi Kur’an’ın benzeri tek bir sûre getirin. Hatta Allah’tan başka yardıma çağırabileceğiniz kim varsa onları da çağırın!»” (Yûnus 10/38)

  • İnkârcılar buna da cevap veremeyince, dördüncü safhada Kur’an onları, tam misli olmasa da kısmen kendisininkine benzeyen bir sûre getirmeye dâvet etti:

“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunda şüpheniz varsa, haydi onun bir sûresinin benzerini de siz getirin! Şayet iddianızda haklıysanız, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi yani dil ustalarını ve âlimleri de çağırın!” (Bakara 2/23)

Kur’ân-ı Kerîm bu şekilde en son meydan okumasını yaptıktan sonra, inkârcıları ikaz ederek böyle bir muârazayı hiçbir zaman yapamayacaklarını, dolayısıyla isyandan vazgeçerek ilahî azaptan kurtulmalarının kendileri için daha faydalı olduğunu şöyle bildirdi:

“Buna rağmen yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.” (Bakara 2/24)

Bu âyetteki وَلَنْ تَفْعَلُوا “ki asla yapamayacaksınız!” ibaresi öyle bir eminlik ve katîlik ifade etmektedir ki, böylesi bir hüküm ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilir. Yaratıklardan hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbale ait böylesine kesin bir hüküm veremez.

  1. KUR’AN’IN İCÂZ ÖZELLİKLERİ

Kur’ân-ı Kerîm pek çok i‘câz özelliğine sahiptir. Bunun başında onun beşer üstü belagat, fesahat ve eşsiz üslûbu gelir ki, bir sonraki bölümde bu konu örnekleriyle ayrıca ele alınacaktır. Biz burada en çok dikkat çeken i‘câz özelliklerine misalleriyle birlikte yer vermek istiyoruz:

  1. GAYBÎ HABERLER VERMESİ

Kur’ân-ı Kerîm, gizlisiyle açığıyla her şeyi en iyi bilen Allah Teâlâ’nın kelâmı olduğu için, onun nazarında mazi, hal ve istikbal aynı seviyededir. Vuku bulmuş hâdiseleri gerçek yönleriyle bildirdiği gibi, gerçekleşmekte olan ve gelecekte vuku bulacak olan hâdiseleri de aynen gerçekleşeceği gibi haber vermektedir:

  1. Kur’an’ın mâziye ait verdiği gaybî haberler

Kur’ân-ı Kerîm’in göklerin, yerin ve bunlarda bulunan tüm varlıkların yaratılışını, insanın ilk yaratılış sahnesini, burada cereyan eden hâdiseleri, önceki toplumları, onların ibretli kıssalarını, kendilerine gönderilen peygamberlerle münasebetlerini anlatması, mâzîye âit gayb haberleridir. Bunların Kur’an’da yüzlerce misali vardır:

  • Kur’ân-ı Kerîm, göklerle yerin yaratılışının başlangıcına şöyle dikkat çeker:

“Kâfirler görmezler mi ki, göklerle yer bitişik halde idi de biz onları birbirinden ayırdık ve canlı olan her şeyi sudan meydana getirdik. Bu gerçek karşısında, hâlâ mı iman etmeyecekler? Biz, kendilerini sarsmasın diye yeryüzüne sapasağlam dağlar yerleştirdik ve şaşırmadan seyahat edip istedikleri yere ulaşabilmeleri için o dağlarda geniş geniş yollar, geçitler açtık. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan halinde yarattık. Böyle iken inkârcılar, gökyüzünde ilâhî kudret ve azameti gösteren bunca delil ve mûcizeyi görmek istemiyor, onlardan yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/30-32)

  • Yedi ayrı yerde Hz. Âdem’in yaratılışı, meleklerin ona secde etmesi, şeytanın secdeden kaçınması kıssası detaylı sayılacak bir şekilde haber verilir (bk. Bakara 2/30-39; A’râf 7/11-25; Hicr 15/28-42) Halbuki o zaman, henüz insan denen varlık meydanda değildi ki bu olayları görebilsin veya bilebilsin. Her şeyi yaratan ve bilen Allah ezelî kelamıyla bize bunları haber vermektedir. Değilse hiçbir bilim ve teknikle o olayları bilebilme imkânına sahip değiliz.
  • Kur’ân-ı Kerîm önceki peygamberlerin ve kavimlerinin kıssalarını anlatır ve bunların başka bir yolla bilinmesi mümkün olmayan gaybî haberler olduğunu bildirir. Meselâ Yûsuf sûresinin başında:

“Biz, sana vahyettiğimiz bu Kur’an ile kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Oysa sen daha önce bunları hiç bilmezdin” (Yûsuf 12/2) buyrulduğu gibi, kıssa ayrıntılı bir şekilde anlatılıp tamamlandıktan sonra da:

“Resûlüm! Sana bildirdiğimiz bu kıssa gayb haberlerindendir. Yoksa, Yûsuf’un kardeşleri sinsice planlar kurup bunu gerçekleştirmek için bir araya geldiklerinde sen onların yanında değildin” (Yûsuf 12/102) buyrulur.

Âl-i İmrân sûresi 33-43. âyetlerde Hz. Meryem’in doğumu, bakımı ve büyümesi kıssası anlatıldıktan sonra bunların gaybî bilgiler olduğu şu şekilde haber verilir:

“Resûlüm! Bunlar, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa içlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kalemlerini kur‘a için atarken sen onların yanında değildin. Birbirleriyle çekişirken de sen onların yanında değildin.” (Âl-i İmrân 3/44)

Aynı şekilde Kasas sûresinde Hz. Mûsâ kıssası anlatıldıktan sonra, Resûlullah (s.a.v.)’e hitâben:

“Resûlüm! Biz Mûsâ’ya bu kitâbı verdiğimizde sen o mukaddes vâdinin batı tarafında bulunmuyordun. Sen o zamanda olup bitenlere şâhit olanlardan da değildin! Kaldı ki, biz onlarla senin aranda nice nesiller yarattık da üzerlerinden uzun devirler geçti. Sen ayrıca Medyen halkı arasında yaşamadın ki, Mûsâ ile ilgili âyetlerimizi onlardan öğrenip de Mekke halkına okuyor olasın. Fakat seni peygamber olarak gönderip, onların haberlerini de sana bildiren biziz. Biz Mûsâ’ya seslendiğimiz zaman sen Tûr’un yanında da değildin. Fakat, senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak seni peygamber yapıp, bunları sana bildirdik. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.” (Kasas 28/44-46)

Kur’ân-ı Kerîm, geçmişte olmuş bitmiş bu hâdiseleri, karşısında görüyormuş gibi anlatmaktadır. Çünkü o, uzun bir hâdisenin en can alıcı noktasını ve rûhunu alır, maksadına mukaddime yapar. Bu durum onun, bütün mâziyi tüm yönleriyle görmekte olan Allah Teâlâ’nın kelamı olduğunun bir delilidir.

  1. Kur’an’ın hâle ait verdiği gaybî haberler

Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler ve kabir âlemi, cennet cehennemle ilgili haberler, bilhassa Ehl-i kitab, münafık ve müşriklerin içlerinden geçirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan âyetler, iniş zamanıyla ilgili gaybî bilgiler olarak değerlendirilebilir.

  • Kur’ân-ı Kerîm, münâfıkların mü’minlere karşı içlerinde taşıdıkları kin, nefret ve öfkeyi şöyle haber verir.

“Ey iman edenler! Kendi din kardeşlerinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmaz; her zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Baksanıza, size olan şiddetli öfkeleri ağızlarından taşıyor. Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha korkunçtur. Eğer aklınızı kullanıp gereğince davranırsanız, size âyetlerimizi kesin bir şekilde açıklamış bulunuyoruz. Ey mü’minler! Siz öylesine kalpleri arıduru, herkesin iyiliğini isteyen kimselersiniz ki o düşmanlarınızı bile severseniz, ama onlar sizi sevmezler. Siz Allah’ın indirdiği kitapların hepsine inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman: «İman ettik!» deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman ise size olan kin ve düşmanlıkları yüzünden parmaklarını ısırırlar. Onlara: «Kininizden çatlayın!» de. Doğrusu Allah, sînelerde gizli tutulan bütün sırları bilir. Size küçük bir iyilik, bir nimet ulaşsa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân 3/118-120)

Münâfikûn sûresinde ise onların gizli halleri şöyle ifşa edilir:

“Resûlüm! Münâfıklar sana geldikleri zaman: «Şâhitlik ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Resûlü’sün!» derler. Allah, senin kendi Resûlü olduğunu elbette biliyor. Bununla beraber Allah şâhitlik eder ki, münâfıklar kesinlikle yalan söylemektedir. Onlar, yeminlerini kalkan olarak kullanıp, hem kendileri Allah’ın yolundan yan çiziyor, hem de insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. Bu yaptıkları, gerçekten pek kötü bir şeydir! Bu kötülüklerinin sebebi şu ki: Önce dilleriyle inandıklarını söylemekte, sonra kalpleriyle inkâr etmektedirler. Bu yüzden kalpleri mühürlenmekte olup, artık gerçeği anlayacak durumda değiller. Onlara şöyle bir baktığın zaman kalıpları ve kıyâfetleri hoşuna gider. Öyle bir ton ve üslupla konuşurlar ki, konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilip duvara dayanmış kereste gibidir. Her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır; onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Nasıl da doğru yolu bırakıp bâtıl davalar peşinde koşturuluyorlar?” (Münâfikûn 63/1-4)

Kur’an, Yahudilerin dünyaya bağlılıklarını ve bu yüzden ölümü asla temenni etmeyeceklerini de şöyle haber verir:

“Resûlüm, onlara de ki: «Eğer âhiret yurdunun saâdeti, başkalarına değil de Allah yanında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda da samimi iseniz, haydi ölümü isteyin de görelim!». Fakat onlar, daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiç bir zaman ölümü isteyemezler. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir. Elbette sen onları, insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Hatta onlardaki hırs müşriklerde bile yoktur. Her biri bin yıl yaşamak ister. Oysa ömrünün uzatılması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını görmektedir.” (Bakara 2/94-96)

  1. Kur’an’ın geleceğe ait verdiği gaybî haberler

Kur’ân-ı Kerîm’in gaybe dâir verdiği haberlerin en başta gelenleri ve en dikkat çekici olanları ise bize göre gelecekte cereyan edecek hâdiselerin haber verilmesidir. Bunun da Kur’an’da pek çok açık misâli bulunmaktadır:

  • Kur’an, birkaç yıl içinde yapılacak bir savaşta Bizanslılar’ın İranlılar’a galip ge­leceğini haber vermiş ve hâdise Kur’an’ın bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir. İlgili âyetlerde şöyle buyrulur:

“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar mağlup edildiler. Arabistan’a yakın bir yerde, yeryüzünün en aşağısında. Fakat onlar, mağlubiyetlerinden sonra yakın bir zamanda tekrar gâlip geleceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Her işin öncesinde de sonrasında da mutlak hüküm ve o işleri karara bağlama yetkisi bütünüyle Allah’a aittir. Rumların gâlip geldiği o gün mü’minler de sevineceklerdir. Allah’ın yardımı ve bahşedeceği zaferle. O, dilediğine yardım edip onu zafere eriştirir. Çünkü O, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Rûm 30/1-5)

Rumlardan maksat, o zaman Doğu Roma’da yaşayan Bizanslılardır. Bizanslılar Ehl-i kitap, İranlılar ise mecûsi idiler. Bîsetin beşinci senesinde vuku bulan bir savaşta İranlılar Bizanslıları müthiş bir şekilde mağlup etmiş Ürdün, Filistin, Mısır, hatta Anadolu’yu onlardan alarak İstanbul boğazına, Kadıköy’e kadar dayanmışlardı. Bu durum Mekke müşriklerini sevindirmiş, fakat Müslümanları üzmüştü. Çünkü Müslümanlar Ehl-i kitap olanları kendilerine daha yakın görüyor, müşrikler ise kendilerini putperest olan mecûsilerle aynı safta sayıyorlardı. Bunun üzerine Kur’ân-ı Kerîm, bir mûcize olarak yakın gelecekte vuku bulacak bir savaşın neticesini kesin ifadelerle haber verdi. بِضْعَ سِنِينَ (bid‘a sinîn) “3 ilâ 9 sene” içinde Bizanslıların İranlılara galip geleceğini ve o sırada mü’minlerin hem onların bu zaferine hem de bizzat kendilerine lütfedilecek zaferlere sevineceğini bildirdi. Halbuki mevcut şartlar içinde ne müslümanların ne de Rumların üç-beş sene gibi kısa bir müddet içinde düşmanlarını yenebilecek güçleri vardı. Hatta bu, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Böyleyken Kur’an, hiç kimseden çekinmeden ve yalanlanmaktan korkmadan iki gaybî müjdeyi birlikte verdi. Gerçekten de Bizans kralı Herakliyus 624’de İranlıları mağlup edip Azerbaycan’a kadar ilerlediğinde, müslümanlar da aynı tarihlerde Bedir zaferini kazandılar. Nihâyet Herakliyus 627’de en büyük darbeyi vurup nihaî zaferi kazanırken, müslümanlar da apaçık fetih ve İslâm’ın tebliğ sürecinde çok mühim bir dönüm noktası olan Hudeybiye zaferini elde ettiler.

Nitekim bu âyetler nâzil olunca Allah Resûlü (s.a.v.): “Muhakkak ki Fârisîler mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 276) Bu ilâhî haberi öğrenen Ebûbekir (r.a.) müşriklerden Übey b. Halef ile Rumların Farslıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi. Hz. Ebûbekir bu bahsi Allah Resûlü (s.a.v.)’e haber verince Efendimiz: “Âyetteki «bid‘» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.

Ebûbekir (r.a.) gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı. Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebûbekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.v.):

“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu.  O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı müslüman oldu. (bk. Tirmizî, Tefsîr, 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)

  • Kur’ân-ı Kerîm Bedir savaşında düşman ordusunun yenilgiye uğratılaca­ğını çok önceden haber vermiş ve netice onun haber verdiği şekilde tahakkuk etmiştir:

“Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (Kamer 54/45)

Bu âyet, Mekke kâfirlerine hitap eden yönüyle ele alındığı zaman, Kur’an’ın istikbâle ait haber verdiği bu gaybî mûcizenin çok zaman geçmeden gerçekleştiği görülür. Şöyle ki:

Bu ve devamındaki âyetlerin inişinden altı yedi sene sonra gerçekleşen Bedir savaşında Resûlullah (s.a.v.) kendisine ait çadırda iken: “Allahım! Bana olan ahdini ve va­‘dini gerçekleştirmeni diliyorum. Eğer dilersen bugünden sonra ebediyen sana ibâdet olunmayacak” diye dua ediyordu. Hz. Ebûbekir  elinden tutup: “Ey Allah’ın Resûlü, bu kadar sana yeter, çünkü Rabbine gerçekten ısrarla dua etmiş bulunu­yorsun.” O sırada Efendimiz zırhını giyinmişti; çıkarken de şöyle diyordu: “Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar. Hayır! Onlara va‘dedilen asıl ceza vakti, kıyâmet günüdür. Kıyâmet gününün azabı, dünyadakinden çok daha korkunç ve çok daha acıdır!” (Kamer 54/45-46) âyetlerini okuyordu. (Buhârî, Tefsîr 54/7)

Bedir günü öğleye doğru savaş mü’minlerin galebesiyle nihâyete erdi. Ebû Cehil de dâhil olmak üzere yetmiş müşrik öldürülmüş, yetmiş kadar da esir alınmıştı. Böylece bedbaht müşrikler, arzu ettikleri zafer şa­rabı yerine ecel kadehlerinden ölümü yudumladılar. Câriyeleri, şarkı söylemek yerine ağlaşarak yas tuttular. Kendi saflarındaki Arapların karınlarını doyurmak yerine, onları acıkmış cehennem çukurla­rına doldurdular. Allah Resûlü (s.a.v.) yine zırhı üzerinde olduğu hâlde: “Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar” (Kamer 54/45) âyetini okuyarak çadırından çıktı. (bk. Buhârî, Cihâd, 89)

Hz. Ömer (r.a.) şöyle der:

“Bu âyet Mekke’de indiği zaman kendi kendime; «Acaba hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü gelip de Resûlullah (s.a.v.)’in bu âyeti okuduğunu duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 25; İbn Kesîr, Bidâye, III, 312)

  • Kur’an, yıllardır Beytullah’ı ziyaretten mahrum bırakılan mü’minlerin, yakın zamanda Mescid-i Harâm’a emniyet içinde gireceğini müjdelemiş ve bundan sadece bir yıl sonra verilen müjde gerçekleşmiştir:

“Şüphesiz Allah, Resûlü’nün gördüğü rüyâyı gerçekleştirerek doğru çıkaracaktır. Allah’ın izniyle siz, kiminiz başını tamâmen tıraş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmadan ve tam bir emniyet içinde Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi biliyor. Onun için size Mekke’nin fethinden önce yakında gerçekleşecek bir başka fetih daha (Hayber’in fethini) nasip etti.” (Fetih 48/27)

  • İnsanların kitleler hâlinde İs­lâm’a gireceğini haber vermiştir:

“Resûlüm! Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların Allah’ın dînine bölük bölük girdiklerini gördüğün zaman…” (Nasr 110/1-2)

  • Kur’an, azılı düşmanları karşısında ölüm kalım savaşı veren İslâm’ın bütün dinlere üstün geleceğini va‘detmiş, bu da gerçekleşmiştir:

“Resûlü’nü bütün dinlere üstün kılmak üzere hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Buna şâhit olarak Allah yeter!” (Fetih 48/28. Ayrıca bk. Tevbe 9/33; Saff 61/9)

  • Kur’an, kendisinin kıyâmete kadar korunacağını haber vermektedir. Gerçekten de o, hiçbir değişmeye ve bozulmaya uğramadan muhafaza edilmektedir:

“Şüphesiz ki bu Zikr’i biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz.” (Hicr 15/9)

  • Kur’an, sonrakilere bir ibret olması için Kızıl denizde boğulan Firavun’un cesedinin muhafaza edileceğini haber vermektedir:

“Bugün seni bedeninle kurtaracak ve vücudunu çürümeden denizden çıkaracağız ki, senden sonra gelecekler için bir ibret olsun! Doğrusu, insanların çoğu âyetlerimize, ibret kaynağı delillerimize karşı kayıtsızdır.” (Yûnus 10/92)

Gerçekten de son senelerde yapılan araştırmalarda Firavun’un bu cesedi, Cebelein mevkiinde mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış, yüzü koyun bir şekilde duran bir ceset bulunmuştur. Bunun 3000 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Şu an bu ceset, Biritihs Museum’da bulunmakta, halka teşhîr edilerek bir ibret manzarası sergilenmektedir. Bu hakîkat, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği kıyâmete kadar devâm edecek bir mûcizesidir.

Peygamber Efendimiz’in, kendisi açı­sından gayb alanına giren bu tür haber­leri vahye istinad etmeden, önceden haber vermesi imkânsızdır. Bu tür haberleri ancak, kâinatı idare eden ve her şeyi bilen bir zat bildirebilir. Verilen haberlerin de aynen gerçekleşmesi, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gösteren açık delillerden biridir. Pek şiddetli muhalefet ve itirazlara hedef bulunan, en küçük bir hatası sebebiyle davasını kaybedebilecek olan Resûlullah (s.a.v.)’in dilinden,  en küçük bir tereddüt duyulmaksızın tam bir güvenle, yukarıda örnekleri verildiği üzere bir takım hâdiselerin olacağının bildirilmesi, onun Kur’an’ı Allah’tan öğrenip tebliğ ettiğini kanıtlar.

Kur’an’ın önemli i‘câz yönlerinden biri zamanın geçmesiyle peyderpey gerçekleşecek olan ilmî keşiflere işaret ediyor olmasıdır:

  1. İLMÎ KEŞİFLERİ HABER VERMESİ

Aslında bu konudaki işaretler, Kur’an’ın geleceğe dair verdiği gaybî haberlere dâhildir. Ancak önemine binâen ayrı başlık altında ele almak daha uygun olacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de tabiî, fennî, beşerî, sosyal vs. pek çok bilimin konusunu teşkil eden meselelere dikkatimizi çeken çok sayıda âyet bulunmaktadır. Gerçekten de Allah Teâlâ Kur’an’da, şeriat hükümlerinden daha çok diğer bilimleri ilgilendiren âyetler indirmiştir. Fıkıh ilminin sahasına açık olarak giren 350 kadar âyete mukabil; fizik, kimya, astronomi, biyoloji, psikoloji, antropoloji, sağlık, tıp gibi sahalara dair 750 kadar âyetle Kur’an, insanları düşünme, inceleme ve araştırmaya teşvik etmektedir. Tantavî Cevherî’ye göre diğer bilimlerle ilgili bu kadar çok âyetin bulunması, ilâhî iradenin, bu bilimlere yönelmesinin, fıkıh hükümlerine yönelmesinden daha çok olduğunu göstermektedir. Müslümanlar bu gerçeği anladıkları zaman felek, hesap ve hendese bilimlerini; maden, bitkiler ve hayvanlar ilgili bilimlerle dünyada mevcut diğer bilimleri öğrenecekler ve bütün bunların dinden olduğunu göreceklerdir. Buna göre din ilmi, âfâkla enfüs ilmi ve şeriat ilmi olmak üzere iki kısımdır. Âfâk ve enfüs ilmi (yani göklere ve yerlere ait olan bilimler) gıda, fıkıh hükümleri devadır. İnsan gıdayı devamlı alır, devayı ise sıhhati bozulduğu zaman kullanır. Bu nedenle müslümanlar hem gıda hem de deva bilimlerini yani hem şeriat hem de diğer bilimleri öğrenmelidirler. Zaten Kur’an da bunu istemektedir. (Tantavî, el-Cevâhir fî tefsîri’l-Kur’an, I, 7-8)

Peyderpey ortaya çıkacak ilmî keşiflerin Kur’an’ın gerçek ilâhî kitap olduğunu ispatlayan deliller olduğunu ifade eden bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yakında biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç âlemlerinde âyetlerimizi göstereceğiz; tâ ki Kur’an’ın gerçeğin ta kendisi olduğu onlar için de gün gibi ortaya çıksın. Aslında, Rabbinin her şey üzerinde şâhit olması ve her şeyin O’na işaret etmesi en büyük delil olarak yetmez mi?” (Fussılet 41/53)

Âyetin muhtevasını kısaca tahlil etmek gerekirse şu manzara karşımıza çıkar: Birincisi, Allah insanlara delillerini gösterecektir. İkinci olarak bu gösterme işi, istikbalde, yani Kur’an’ın inişinden sonra, ileriki bir zamanda olacaktır. Üçüncüsü bu deliller hem dış dünyada, hem de kendi öz varlıklarında olacaktır. Dördüncü olarak bu belgeler, Kur’an’ın vahiy eseri olduğunu ispatlayacaktır. Son olarak bu işin teminatı ve kefili de her şeyi hakkıyle gören Yüce Allah olacaktır.

Kur’an’ın insana verdiği bilgiler dâima yenilenmektedir. İşte onun sürekli yenilenen bu verileri, Kur’an’ın i‘câzına süreklilik kazandırmaktadır. Bu yenilenme olmadığı takdirde Kur’an donuklaşmış olacaktır. Oysa Kur’an asla donuklaşmaz. Her nesle, o neslin gücü nisbetinde bir şeyler verir; kıyamete kadar bu durum böyle devam edecektir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz âyette, “Kur’an’ın gerçekliği ortaya çıkıncaya kadar âyetlerimizi, varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz” buyrulmuştur.

Bu âyette geçen سَنُر۪يهِمْ (se nürîhim) “onlara göstereceğiz” kelimesindeki س (sin) harfi Arap dilinde gelecek zaman için kullanılır; gelecek ise son bulmaz. Bu gösterme işi, kıyamete kadar her nesilde devam edecektir. Bununla Allah Teâlâ, her neslin Kur’an’da keşfedeceği bir takım hakikatlerin bulunduğunu bize haber vermektedir. (Şa‘ravî, Kur’an Mûcizesi, s. 132)

Kur’an’da dâima yenilenen bu mûcize, ilâhî kitabın gerçek olduğunu gösterir şekilde dış âlemde delillerle ortaya çıkmakta, açık ve net olarak bu deliller, Kur’an’ın Allah katından geldiğine şehâdet etmektedir. Bu âyete göre hem insanın dışında kalan âlemde: dünyada, yer altında, yer üstünde, denizlerde, havada, uzayda hem de insanların iç alemlerinde, vücutlarında ve iç dünyalarında Kur’an’ın gerçek kitap olduğunu gösteren işaretler vardır; Allah onları Kur’an’ın nüzûlünden sonraki gelecek zamanlarda peyderpey göstermektedir, gösterecektir. (Zindanî, Kur’an’da İlmî Mûcizeler, s. 113-114)

Kur’ân-ı Kerîm’in işaret ettiği ilmî keşiflere örnekler:

  • Göklerin ve Yerin Yaratılışı

Kur’ân-ı Kerîm göklerle yerin ilk olarak yaratılışı ile alakalı olarak şöyle buyurur:

“Kâfirler görmezler mi ki, göklerle yer bitişik halde idi de biz onları birbirinden ayırdık ve canlı olan her şeyi sudan meydana getirdik. Bu gerçek karşısında, hâlâ mı iman etmeyecekler?” (Enbiyâ 21/30)

Âyette “birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen اَلرَّتْقُ (ratk) kelimesi, Arapçada “birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” gibi mânalara gelir. “Ayırma” diye tercüme dilen اَلْفَتْقُ (fatk) ise bitişik durumdaki bir nesneyi yarıp, parçalayıp dışarı çıkarmak demektir. Tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir. Âyet-i kerîmenin beyanına göre bugünkü haliyle yaratılmadan önce gökler ve yer birbiriyle bitişik, âdeta patlamaya ve çatlamaya müheyyâ bir çekirdek, bir tohum gibi idi. Allah Teâlâ bunu çatlatarak, birbirinden ayırarak gökleri, yeri ve içinde bulunan bütün varlıklarıyla kâinâtı yaratmıştır.

Günümüzde ulaşılan ilmî tespitlere göre, uzaydaki cisimler vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş, böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir. Suda yosunlaşma ile başlayan canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah, en mükemmel canlı olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır.

  • Atmosfer

Yakın zamana kadar ısı derecesi müsâit olan her gezegende hayat olabileceği kanaati vardı. Araştırmalar gösterdi ki, bir gezegen için en zor hâdise, atmosfere sahip olmaktır. Zira gezegenlerle atmosfer arasında akıl almaz bir zıtlık vardır. Atmosfer, yakın semâdaki gaz hâlindeki atomlar demektir. Bu atomlar, büyük gezegenlerin yüzeyleri tarafından emilir, küçük gezegenlerin yerçekimi gücü ise bu atomları çekmeye yetmez. Dolayısıyla bu gazlar uzaya fırlar ve uçup gider. Yani gezegenle atmosferin kendiliğinden bir araya gelmesi mümkün değildir. İşte:

“…Hem göğe, hem de yeryüzüne: “İsteseniz de istemeseniz de gelin!” buyurdu. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler” (Fussılet 41/11) âyeti, aynı zamanda bu hakîkate de işâret etmektedir.

Atmosferin oluşması için, moleküllerin kaçış hareketleriyle yerçekimi kuvveti denge hâlinde olmalıdır. Diğer taraftan atmosfer mekânının ısısı ile arzın çekim kuvveti de dengede olmalı ve uzaydaki muhtelif enerjiler bu âhengi bozmamalıdır. Bu ise imkânsız denecek kadar zordur. Belki de kâinattaki gezegenler için bu şans, milyarda birden de azdır. Cenâb-ı Hak, insanlar için husûsî bir emirle târifi imkânsız bir denge kurmuş ve kullarına güzel bir hayat bahşetmiştir. (Nurbaki, Kur’ân-ı Kerîm’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, s. 14-16)

  • Kâinatın Genişlemesi

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Biz göğü kudret elimizle sapasağlam binâ ettik. Gerçekten biz, çok büyük bir kudret ve hâkimiyet sahibiyiz.” (Zâriyât 51/47)

Âyetteki السَّمَٓاءُ (semâ) kelimesi, dünyanın dışındaki kâinâtı ifâde etmek için kullanılmıştır. Bu durumda Cenâb-ı Hak kâinâtı genişlettiğini haber vermektedir. لَمُوسِعُونَ (lemûsi‘ûn) kelimesinde “kudret ve hakimiyet” mânalarının yanında “genişleticiyiz, genişletmekteyiz” anlamı da vardır. Ayrıca kelimenin başındaki ل (Le) harfi, kelimenin ifade ettiği mânaya “çok fazla” anlamı kazandırmaktadır.

Uzak galaksilerin ışık tayfaları üzerinde yapılan incelemeler, bu galaksilerin bizden uzaklaşmakta olduğunu, uzaklaşma hızlarının da, aramızdaki mesafeyle orantılı olarak arttığını göstermiştir. Bu da bütün galaksilerin birbirinden uzaklaşmakta olduğunu ortaya çıkarmakta, bu ise kâinatın sürekli bir genişleme içinde olduğunu göstermektedir. Bu genişleme devam etmektedir. Âyet-i kerîmede genişletme mânasında kullanılan fiilin “genişletmekteyiz, hala da genişletiyoruz” şeklinde hem şimdiki hem de gelecek zaman ifade etmesi de bu bakımdan ayrıca dikkat çekmektedir. (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s. 107)

Yaratıldığı günden beri büyük bir hızla genişlemekte olan kâinat, kütlesi belli bir miktara ulaşınca çekim kuvvetleri sebebiyle duracak ve kendi içine doğru çökmeye başlayacaktır. Stanford Üniversitesi’nden Fizik Profesörü Renata Kallosh ve Adrei Linde şöyle der:

“Kâinat bir küçülmeye ve yok olmaya doğru gidiyor. Gördüğümüz ve göremediğimiz bütün cisimler bir protondan bile daha küçük boyutlarda küçülecek. Sanki bir kara deliğin içindeymiş gibi…”

İlmî keşiflerin yeni yeni ulaşmaya çalıştığı bu neticeye Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işâret edilmiştir:

“O gün biz gökyüzünü yazılı kağıt tomarlarını dürer gibi düreceğiz. Bütün varlığı başlangıçta nasıl kolayca yaratmışsak, onları aynı şekilde tekrar dirilteceğiz. Bu, bizim verdiğimiz kesin bir sözdür. Biz ne söz verdiysek, onu mutlaka yaparız.” (Enbiyâ 21/104)

  • Korunmuş Tavan

Kuran-ı Kerîm “semâ” ile alakalı olarak:

“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan halinde yarattık. Böyle iken inkârcılar, gökyüzünde ilâhî kudret ve azameti gösteren bunca delil ve mûcizeyi görmek istemiyor, onlardan yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/32) buyurarak atmosferin önemli bir özelliğine açıkça dikkat çekmektedir.

Günümüzde bilimsel araştırmalar, dünyayı çepeçevre kuşatan atmosferin, hayatın devamı için son derece mühim işleri yerine getirdiğini ortaya koymaktadır. Atmosfer dünyaya yaklaşan irili ufaklı pek çok göktaşını parçalayarak yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller. Bunun yanı sıra, uzaydan gelen ve canlılar için zararlı olan ışınları da filtre eder. Atmosferin bu özelliğinin en çarpıcı yönü, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, yani görünür ışık, kızıl ötesi ışınlar ve radyo dalgalarını geçirmesidir. Bunların tümü canlıların yaşayabilmesi için lazım gelen ışınlardır. Örneğin atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole ışınları, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından yayılan şiddetli ultraviyole ışınlarının büyük bölümü, atmosferin ozon tabakasında süzülür ve dünya yüzeyine hayat için gerekli olan az bir kısmı ulaşır. Yine dünya, uzayın ortalama eksi 270 derecelik dondurucu soğuğundan yine atmosfer sayesinde korunur.

Atmosferin yanı sıra “Van Allen Kuşakları” denilen ve dünyanın manyetik alanından kaynaklanan bir tabaka da, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneşten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle güneşte sık sık meydana gelen ve “parlama” adı verilen enerji patlamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, dünyadaki tüm hayatı yok edebilecek güçtedir.

Van Allen Kuşakları’nın hayatımız açısından önemini Dr. Hugh Ross şöyle anlatmaktadır:

“Dünya, güneş sistemindeki gezegenler arasında en yüksek yoğunluğa sahiptir. Bu geniş nikel-demir çekirdeği büyük bir manyetik alandan sorumludur. Bu manyetik alan Van Allen radyasyon koruyucu tabakasını meydana getirir. Bu tabaka yeryüzünü radyasyon bombardımanından korur. Eğer bu koruyucu tabaka olmasaydı, dünyada hayat mümkün olmazdı. Manyetik alanı olan ve kayalık bölgelerden oluşan diğer tek gezegen Merkür’dür. Fakat bu manyetik alanın gücü dünyanınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası dünyaya özeldir. Geçtiğimiz yıllarda tespit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima’ya atılanın benzeri 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusulaların ibrelerinde aşırı hareketler gözlenmiş, dünya atmosferinin 250 km üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2.500 C’ye yükselmiştir.”

Kısacası, dünyanın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem işler. İşte dünyayı çevreleyen gökyüzünün bu koruyucu kalkan özelliğini, Allah bizlere yüzyıllar öncesinden Kur’an’da bildirmiştir.

  • Dünyânın Yuvarlak Oluşu Ve Dönüşü

Kur’ân-ı Kerîm’de dünyânın yuvarlak olduğuna işâret eden âyetlerden birinin meâli şöyledir:

“Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye doluyor!” (Zümer 39/5)

Bu âyette geçen اَلتَّكْوِيرُ (tekvîr) kelimesi, baş gibi kürevî bir cismin etrafında bir şeyi, meselâ sarığı döndürerek sarmak, daha açık bir tâbirle “dolamak” demektir. Dolayısıyla âyette, gecenin ve gündüzün birbirlerinin üzerlerini sarıp-örtmeleri konusunda verilen bilgi, aynı zamanda dünyanın şekli ve biçimi hususunda da bize bir fikir ve bilgi vermektedir. O da dünyanın yuvarlak olması yönünde bizde oluşturduğu kanaattir. Çünkü “tekvîr” fiili ancak bu durumda gerçekleşmiş olabilecektir.

Bu günkü bilimsel araştırmalar, dünyanın şekli ve hareketleri noktasında yapılan açıklamalar ve dünyanın uzaydan çekilen fotoğrafları bu gerçeği ifade etmektedir. Bu izahlara göre kendi mihveri etrafında dönen dünyanın güneşe bakan kısmı aydınlık yani gündüz olmakta, hareket ettikçe aydınlık olan kısımlar karanlığa; karanlık olan kısımlar da aydınlığa bürünmektedir. Yani devamlı bir şekilde gece gündüzün, gündüz de gecenin üzerine dolanmaktadır. Bu da, dünyanın yuvarlak olduğunu göstermektedir.

Dünyanın dönüşüne gelince:

“Dağları görür, onları hareketsiz, yerlerinde donmuş sanırsın. Halbuki onlar, bulutların yürümesi gibi geçer giderler!” (Neml 27/88) âyetinin dünyanın döndüğüne ve dönüş istikametine işâret ettiği anlaşılmaktadır. Yeryüzünün takrîben üç buçuk-dört km üzerinde bulunan ana bulut kümelerinin dönüş istikâmeti, hava şartlarından bağımsız olarak dâimâ aynı istikâmette yani batıdan doğuya doğrudur. Dolayısıyla dünyâ da aynı istikâmette dönmektedir.

Âyet-i kerîme başka bir hakîkate daha işâret etmektedir: Yeryüzündeki kıtalar, dünyanın ilk devirlerinde bir arada iken, her sene 1-5 cm civarında farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılmaktadır. 20. asrın başlarında Alfred Wegener’in yaptığı bu keşif, başta ciddiye alınmamış, ancak 1980’lerden sonra jeolojik bir hakikat olarak kabûl edilmiştir. (Power of Nature, National Geogrophic Socitey, Washington D.C. 1978, s. 12-13)

  • Dermatoloji

Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason’a bir tıp konferansında Kur’ân-ı Kerîm’deki ilmî hakîkatlerden bahsedildiğinde, önce bunları kayda değer bulmamış ve:

“Buna benzer bilgiler, bizim oralardaki Buda dîninin kutsal kitaplarında da var” demişti.

Ancak, bunun ispatının istenmesi üzerine yaptığı araştırmalarda iddiâ ettiği bilgilerin hiçbirine rastlayamadı. Tekrar Kur’ân-ı Kerîm’deki açıklamaları inceledi ve önceki sözlerinden pişman oldu. Bu hususta tartıştığı müslüman ilim adamlarından özür dilemek zorunda kaldı.

Daha evvel azapla alâkalı bir çalışma yapan Tajason, şu neticelere ulaşmıştı:

Azabın uzun müddet devâm edebilmesi için, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kâbiliyeti kazandırmak gerekir. Çünkü azap, deriler üzerinde gerçekleştiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Zîrâ beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla yapmaktadır. Diğer bir ifâdeyle deri, sinirlerin vazîfesini icrâ ettiği bir alandır. Dolayısıyla deriler yanarak kömürleştiğinde, sinirlerin vazîfe yapması artık mümkün değildir. Yeni bir deri giydirilmesi zarûrîdir. Yâni azâbı tadacak sistem, ancak yeni bir deri yaratılıp vücûda giydirildiğinde tekrar kurulmuş olur.

Bu ilmî neticelere varan Tajason’a şu âyet gösterildi:

“Âyetlerimizi inkâr edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/56)

Âyet-i kerîme, Tajason’a şok tesiri yaptı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olamayacağını îtirâf etti. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmân etti. Nihâyet kendisi de Riyad’­da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirdikten sonra sevinçle; “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.

  • Rüzgarların Aşılayıcı Olması

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderiyoruz. Böylece gökten sağanak sağanak yağmur indiriyor ve bu sayede sizin su ihtiyacınızı karşılıyoruz. Yoksa ne onun kaynağını elinde tutan, ne de onu mahzenlerde depolayan siz değilsiniz!” (Hicr 15/22)

Allah Teâlâ rüzgarları aşılayıcı olarak gönderir. Yapılan araştırmalar rüzgârların hem bulutları hem de bitkileri aşıladığını ortaya koymaktadır.

Rüzgârların bulutları aşılamaları şöyle gerçekleşir: Atmosferde tonlarca ağırlığa sahip bulunan büyük yağmur bulutlarını sürükleyen rüzgâr, onları hava ile sürterek negatif ve pozitif elektrik yüküyle aşılanmalarına sebep olur. Su buharından meydana gelen bulutları rüzgârlar birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmadan, bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur; şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlara elektriği aşılar. Aynı zamanda bulutları sıkıştırarak yere yağmuru aşılar.

Rüzgârların bitkileri aşılamalarıyla ilgili ise şöyle bir izah yapılabilir: Bitkiler de, hayvanların üremesinde olduğu gibi, aynı cinsten iki eşey hücrenin, yani erkeğin spermiyle dişinin yumurtasının birleşip kaynaşması neticesinde meydana gelir. Yüksek yapılı bitkilerde bu hâdise, erkek çiçek tozu çekirdeğinin yumurtaya girerek onun çekirdeğiyle birleşip kaynaşması sonucu gerçekleşir. Aynı döllenme yosunlarla eğrelti otlarında da meydana gelir. Şu farkla ki bunlarda, kendiliğinden hareketli olan spermin, yumurta hücresiyle birleşip kaynaşması, yumurta odasının boynundan aşağı doğru yüzerek inmesiyle olur. Bitkilerde bir çapraz döllenme, bir de doğrudan döllenme söz konusudur. Çapraz döllenme aynı türden başka başka bitkilerde ya da aynı bitkinin değişik iki çiçeğinde oluşan anterozoit ve oosferin, çapraz tozlaşmadan sonra kaynaşması sonucunda meydana gelen döllenmedir. Doğrudan döllenme ise aynı çiçekte oluşan antrozoit ve oosferin kaynaşmasıyla meydana gelen döllenmedir. Doğrudan döllenmeden önce doğrudan tozlaşma olur. İşte bitkilerde meydana gelen bu tozlaşma ve döllenme esnasında erkek çiçek tozlarının dişi organ tepeciği üzerine taşınması ve böylece döllenmenin sağlanması rüzgârlar aracılığıyla olmaktadır. Rüzgârların bitki hücrelerini sağa sola savurarak karşı hücrelerle buluşmasını sağlaması, kâinatta sayısı belirsiz bitkilerin meydana gelme ve çoğalma nedenini ortaya çıkarmaktadır.

Kur’an’ın i‘câz yönlerinden biri, vahyin Peygamberimiz’in arzusuna uymamasıdır:

  1. VAHYİN, EFENDİMİZ (S.A.S.)’İN ARZUSUNA UYMAMASI

Resûlullah (s.a.v.) devamlı ilâhî vahyin kontrol ve yönlendirmesine tâbi idi. Vahyin ne zaman ineceğini kesinlikle o belirlemiyor, vahiy ona ne zaman gelecekse o zaman geliyordu. Kur’an’ın yirmi üç yıllık nüzûl süreci bunun canlı şâhididir. Vahyin Efendimiz (s.a.v.)’in arzusuna göre gelmediğinin pek çok dikkat çekici misalleri vardır:

  • Peygamber Efendimiz, İslâm’ı tebliğ ederken gerek müşriklerin gerekse inatçı Ehl-i kitâbın şiddetli inkârları ve maddî manevî saldırıları karşısında, kalbini rahatlatmak için vahyin gelmesini isterdi. Ancak vahiy Allah’ın takdir ettiği vakitte ve miktarda nâzil olurdu. Peygamberimiz, bu durum karşısında sadece bir muhâtap, yani vakti ve zamanı İlahî İrade tarafından belirlenen vahyin dikkatli, uyanık, sorumlu ve sâdık bir alıcısı mevkiinde kalmıştır. Çoğu zaman istediği istikamette vahiy gelmemiş, gelen vahyi tebliğ etmeme gibi bir hakkı da söz konusu olmamıştır.

İbn Abbâs Hazretleri’nin şu rivâyeti konumuzu aydınlatan mühim bir misâldir:

Resûlullah (s.a.v.) Hz. Cibrîl’e:

“−Niçin yanıma daha fazla gelmiyorsun?” diye sormuştu. Bunun üzerine:

“Biz melekler, ancak Rabbinin emriyle ineriz. Çünkü geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki her şeyin bilgisi ve tedbiri On’a aittir. Senin Rabbin asla unutkan değildir” (Meryem 19/64) âyeti nâzil oldu. (Buhârî, Tefsîr 19/2; Tirmizî, Tefsîr 19/3157)

  • Kureyş müşrikleri, Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt’ı, Medine’­deki yahudi hahamlarına gönderip:

“−Onlara Muhammed’i sorun; vasıflarını söyleyip sözlerini nakledin! Onlar, önceki ilâhî kitapların sahibidir. Bizde olmayan peygamber haberleri onlarda vardır” dediler.

Yahudi hahamları bu gelenlere şöyle akıl verdiler:

“−Şimdi size söyleyeceğimiz üç şeyi ona sorun! Eğer onları bilirse, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Bilemezse, bir sahtekârdır ve söyledikleri şeyleri kendi kendine uyduruyordur. Bu durumda ona istediğinizi yapabilirsiniz. Evvelâ ona çok eski zamanlarda yaşamış olan gençleri (Ashâb-ı Kehf’i) sorun! Onların gerçekten garip, şaşırtıcı haberleri vardır. Sonra, çok seyahat eden ve yeryüzünün doğularına, batılarına kadar giderek oraları fetheden kişiyi (Zülkarneyn’i) sorun! Bir de rûhu sorun!.”

Kureyşliler Peygamber Efendimiz’e gelerek bunları sordular. Resûlullah (s.a.v.) de “İnşaallah” demeyi unutarak:

“−Sorduklarınızın cevabını size yarın haber vereceğim” buyurdu. Bunun üzerine Kureyşliler yanından ayrıldılar.

Allah Resûlü (s.a.v.) 15 gün (bir rivâyete göre 40 gün) bekledi fakat bu esnada Allah Teâlâ kendisine bu hususlarda vahy göndermedi, Cebrâil (a.s.) da yanına gelmedi. Nihâyet Mekkeliler:

“−Muhammed bize «Yarın haber vereceğim» diye va‘dde bulundu. Bugün 15 gün oldu hâlâ sorduğumuz suallerden hiçbiri hakkında bize bilgi vermedi” demeye başladılar. Vahyin gelmemesi elbette Peygamberimiz’i çok üzdü. Mekkelilerin konuşmaları da ona ağır geldi. Sonunda Cebrâil (a.s.) gelince Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

“–Ey Cibrîl, o kadar geciktin ki senin hakkında artık gelmeyeceksin diye su-i zanda bulunmaya başladım ve aynı zamanda seni özledim” buyurdu. Cebrâil (a.s.):

“–Ben seni daha çok özledim, fakat ben vazîfeli bir memurum, gönderildiğimde inerim, gönderilmediğimde gelemem” dedi.

Cebrâil (a.s.), Allah Teâlâ’dan Kehf sûresini getirmişti. Bu sûrede inkârcıların sorduğu gençlerin ve çok seyahat eden zâtın haberi ile müşriklerin söylediklerine üzüldüğü için Allah Resûlü’ne bir itâb vardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 238-239 ; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXI, 204)

  • Kıble’nin Kudüs’ten Kâbe cihetine döndürülmesini emreden vahiy de Efendimiz’in istediği zaman inmemiştir. Allah Resûlü (s.a.v.), bu vahyi bekliyor ve yüzünü göğe doğru çeviriyordu. Zira Kâbe, İbrâhim (a.s.)’ın kıblesiydi ve Arapları imana daha fazla teşvik ederdi. Çünkü Araplar Kâbe’yle iftihar ediyor, onu ziyaret ederek tavaf ediyorlardı. Bir de müslümanlar Kâbe’ye dönmek sûretiyle yahudilere benzemekten kurtulacaklardı. Ancak on altı ya da on yedi ay gibi uzun bir süre bekledikten sonra kıble, pek çok hikmete binâen Kâbe istikametine çevrildi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Resûlüm! Biz, kıbleyle alâkalı vahiy ümidiyle yüzünü sık sık göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyoruz. Şimdi seni râzı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Bundan böyle namazda yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir!..” (Bakara 2/144; Buhârî, İman 30; Müslim, Mesâcid 11)

  • Fahr-i Kâinât (s.a.v.) ifk olayında bir aya yakın dehşet verici bir sıkıntı içinde beklemiş, hayatının en zor zamanlarını geçirmişti. Zira âilesinin iffet ve nâmûsuna iftirâ edilmişti. Efendimiz (s.a.v.) bu zor durumdan bir an önce kurtulmak istiyor, bunun için de hâdiseyi aydınlatıcı ilâhî bir açıklamaya şiddetle ihtiyaç duyuyordu. Ancak vahiy, Allah Resûlü’nün istediği zaman değil, Allah’ın dilediği zaman geldi; çünkü vahiy Peygamber’in değil Yüce Allah’ın iradesine bağlı idi. (bk. Nûr 24/ 11-21; Buhârî, Şehâdât 15, 30; Müslim, Tevbe 56)

Kur’ân’daki itâb âyetlerini de bu meyanda düşünmek mümkündür. Bu hususta da Kur’an’da yer alan misaller çoktur. Bunlardan birkaçı şöyledir:

  • Abese sûresinin baş tarafındaki itab âyetleri konumuz açısından çarpıcı bir misaldir. Âmâ olan Abdullah b. Ümm-i Mektûm (r.a.) bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına gelip:

“–Ey Allah’ın Resûlü beni irşâd et!” diye talepte bulunmuştu. O esnada Resûlullah (s.a.v.) müşriklerin ileri gelenlerinden biriyle ilgileniyor, ona İslâm’ı anlatıyordu. Bu sebeple İbn Ümm-i Mektûm’a cevap veremedi. Sahâbî talebinde ısrar ediyor, Allah Resûlü (s.a.v.) ise onun talebini erteleyip müşriğe dönüyor:

“–Söylediklerimde bir sakınca görüyor musun?” diye iknâ etmeye çalışıyordu. Müşrik de bir sakınca görmediğini söylüyordu. İşte bu hâdise üzerine Âbese sûresindeki itâb âyetleri indi. (Tirmizî, Tefsîr 80/3331; Muvatta’, Kur’an 8)

  • Bedir savaşı sonrasında esir alınan müşriklere yapılan muâmele üzerine de itab âyetleri nâzil oldu:

“Hiçbir peygambere, düşmanın belini kırıp yeryüzünde hâkimiyetini iyice perçinleyinceye ve dinini insanlar arasında yerleştirinceye kadar esirleri olması uygun değildir. Siz, dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz, halbuki Allah âhireti kazanmanızı diliyor.  Allah,  kudreti dâima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. Eğer affedileceğinize dair önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı, esirlere bedel olarak aldığınız fidyeden dolayı elbette size büyük bir azap dokunacaktı.” (Enfâl 8/67-68). (bk. Müslim, Cihâd 58; Ebu Davud, Cihad 120/2690; Tirmizî, Siyer 18/1567)

  1. Efendimiz (s.a.v.)’in Hz. Zeyneb’le evlenmesini konu alan Ahzab sûresinin 37-39. âyetleri de bu mevzûda ele alınabilir. Hz. Âişe:

“Eğer Allah Resûlü kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi şu âyeti gizlerdi” diyerek Ahzâb sûresinin itâb ihtivâ eden:

“Ey Peygamber! Hani sen, Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de azat etmek suretiyle kendisine iyilikte bulunduğun kimseye: «Hanımını yanında tut ve Allah’tan kork!» diyordun. Bunu söylerken, Allah’ın daha sonra ortaya çıkaracağı bir gerçeği içinde gizliyor ve onu açıklama konusunda insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmen gereken Allah’tı” 37. âyetini zikretmiştir. (Tirmizî, Tefsîr 33/9)

Burada şuna da temas etmek gerekir ki, itâb vâki olan durumlar dikkatle incelendiğinde şu görülür:

Resûlullah (s.a.v.), mübah olan iki durumdan dâimâ muhâtaplarının hidâyetine, insanlara merhamete ve düşmanların kalplerini kazanmaya en müsait olduğunu düşündüğü tarafı tercih etmiştir. Bu tercihleri neticesinde itâba mâruz kaldığı durumlarda, açık bir emir olmadığı için isâbet edememiş bir müctehid veya evlâ olanı terk eden bir kişi mevkiindedir. Dolayısıyla mâzurdur ve ictihadının karşılığında sevabını alır.

Yukarıdaki rivâyetlerden anlaşıldığı üzere vahiy tamâmen Allah’ın irâdesiyle inmiş, çok defa Peygamberimiz’in arzu ettiği zaman ve muhtevâda gelmemiştir. Bazen de Allah Resûlü’nü îkâz edici mâhiyette gelmiştir. Resûlullah (s.a.v.) de kendisine gelen vahiyden bir tek harfi bile gizlemeden olduğu gibi insanlığa nakletmiştir. İşte bu durum, Kur’an’ın ilâhî kaynaklı olduğunu ve beşerin ortaya koyduğu eserlere benzemediğini göstermektedir. Çünkü insanlar, ihtiyaç duydukları şeyi istedikleri anda söyleyiverirler ve onların eserlerinde kendilerile ilgili bu tür hitâb ve itâbları bulmak mümkün değildir.

Kur’an’ın en önemli i‘câz özelliği onun fesâhat ve belagatin zirvesindeki uslûbunda saklıdır:

  • B. KUR’AN’IN ÜSLUP ÖZELLİKLERİ

Kur’ân-ı Kerîm, Arap diliyle inmiş ilâhî kitaptır. Arapçanın dil kaidelerini ve edebî sanatlarını kullanarak ilâhî hakikatleri beyan etmektedir. Fakat Kur’an, Arapça lafız ve terkipleri, dil kaidelerini ve edebî sanatlarını o kadar mükemmel bir şekilde kullanmaktadır ki, insanların onun gibi bir söz söylemeleri mümkün olamamaktadır. Nitekim aynı malzemeyi kullanan mahir bir hattat ile hiç hüsn-i hattan anlamayan acemi birinin ellerinden çıkan eserler arasındaki büyük fark derhal göze çarpar. Usta ressamla acemi kişinin eserleri de böyle farklı olduğu gibi, aynı malzemeyi kullandıkları halde diktikleri elbisenin kalitesi arasında dağlar kadar fark olan usta ve acemi terzinin durumu da bunun gibidir. Bütün sanat dallarını bu mânada örnek vermek mümkündür.

Dili en üstün seviyede kulanma bakımından da mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm’in sahip olduğu uslup özelliklerini misallerle kısaca izah etmek, Kur’­an’ın yüceliğini kavrama ve kavratma açısından faydalı olacaktır:

  1. EŞSİZ BELÂGAT VE FESÂHATİ

Kur’ân-ı Kerîm’in seçtiği kelimeler, kelimelerin dizilişi, grameri, kullanılan edebî sanatlar, musikî, dilin imkânları sonuna kadar kullanılarak kelime ve terkiplere yüklenen mânalar taklit edilemez mükemmelliktedir. Kur’an konuya, makama ve muhataba göre en uygun lafızları seçer ve en mükemmel mânayı beyan eder. Bu sebeple o, son derece tesirli bir kelamdır. Akılları ve kalpleri sarsarak kontrol altına alır. İnananı da inanmayanı da etkiler. Bunun yaşanmış çok güzel misalleri vardır:

  • Kavminin ileri gelenlerinden olan meşhur şâir Tufeyl b. Amr şöyle der:

“Resûlullah (s.a.v.) bana İslâm’ı anlattı, Kur’an okudu. Vallahi ben hiçbir zaman Kur’an’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir din işitmemiştim! Hemen müslüman olup Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehâdet ettim.” (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 407-408; İbn Sa‘d, et-Tabakât, IV, 237-238).

  • Azılı müşriklerden biri olan Velîd b. Muğîre:

“Şüphesiz Allah adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp ders almanız için size böyle öğüt verir” (Nahl 16/90) âyetini işittiğinde, Kur’an’daki ilâhî esrarı sezip hakikati itiraf etmek zorunda kalmış ve şöyle demiştir:

“−Vallahi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir tatlılığı, öyle bir güzelliği var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki üstü meyveli, altı verimli ve bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 506-507/3872; Suyutî, el-İtkân, IV, 5)

Aynı Velîd b. Muğîre birgün Peygamber Efendimiz’e gelmiş, Allah Resûlü (s.a.v.) ona Kur’an okumuş ve sanki Velîd’in kalbi biraz İslâm’a yumuşamıştı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, yanına geldi ve:

“–Ey amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyorlar. Zira Muhammed’e gidip mal istemişsin” dedi. Velîd:

“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim” dedi. Ebû Cehil:

“–O halde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallahi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur. Recezi, kasideyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallahi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, altındaki her sözü yıkıyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor” dedi. Ebû Cehil ısrar etti:

“–Kavmin, sen onun aleyhine bir şey söylemeden râzı olmayacak” dedi. O da:

“–Bırak beni biraz düşüneyim” dedi. Sonra da: “Bu nakledilen bir sihirdir” diyebildi.. Onun bu hâli, Kur’ân’da bütün canlılığıyla şöyle tasvir edilir:

“O müşrik, Kur’an hakkında ne diyeceğini uzun uzun düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti! Hay kahrolası, nasıl, nasıl da ölçtü biçti! Sonra çok önemli bir şey söyleyecekmiş tavırlarıyla şöyle bir bakındı. Derken suratını astı ve kaşlarını çattı… Sonunda gerçeğe arkasını döndü, kibrine yenik düştü. «Bu Kur’an» dedi, «olsa olsa eski zamanlardan beri büyücülerin nakledegeldiği çok etkili bir büyüden ibarettir. Bu bir insan sözünden başka bir şey değildir!»” (Müddessir 18-25; Vâhidî, Esbâbu nüzûl, s. 468)

  • Müslümanların sayısının hızla artması ve Hz. Hamza, Hz. Ömer (r.a.) gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişatın önünü alabilmek için çâreler düşündüler:

“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler. Bu iş için Utbe b. Rebîa’yı seçerek Allah Resûlü (s.a.v.)’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış olduğu teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allah Resûlü (s.a.v.) onu sessizce dinledi. Sonra da ona künyesiyle hitap ederek:

“−Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe:

“–Evet!” deyince Resûlullah (s.a.v.):

“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu. Besmele çekerek Fussilet sûresini okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:

“−Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.

Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:

“−Vallahi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına geldiğinde heyecanla:

“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:

“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir ne sihir ne de kehânettir! Muhammed:

“Hâlâ gerçeği kabulden yüz çeviriyorlarsa, onlara de ki: «Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini yıldırım gibi çarpan korkunç azabın sizi de çarpabileceği gerçeğine karşı uyarıyorum!»” (Fussılet 41/13) dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, susması için akrabalığımız hakkı üzerine yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.

Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, sizden başkası vasıtasıyla kendisinden kurtulmuş olursunuz. Şâyet Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mutlusu olursunuz!” dedi. Kureyşliler:

“−Ey Ebu’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:

“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 313-314; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)

İnanmayanları üzerinde bu kadar büyük bir tesir bırakan Kur’an, kendine inanan gönülleri acaba nasıl etkiliyor, onları nasıl halden hale geçiriyordu. Onun eşsiz fesâhati, belâğati ve ifade buyurduğu derin mânalar karşısında mü’minlerin nasıl halden hale girdiklerini göstermeye şu misaller yeterlidir.

  • Hz. Ebûbekir (r.a.) kendi halini şöyle anlatıyor:

“Bir gün Resûlullah (s.a.v.)’in yanında bulunurken:

«Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır» (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz:

«- Ebûbekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?» buyurdu. Ben:

«- Tabii ki ya Resûlallah» dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz:

«- Neyin var, ne oldu?» diye sordu. Ben:

«- Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?» diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) şu açıklamayı yaptı:

«- Ey Ebûbekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.»” (Tirmizi, Tefsîr 4/3039)

  • Bir misal de Hz. Ömer (r.a.)’den verelim:

Bir gün Hz. Ömer, bir evin önünden geçerken, hâne sâhibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitti. Adam:

اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ ﴿7﴾ مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍ ﴿8﴾

“Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır! Onu önleyebilecek hiçbir güç yoktur” (Tûr 52/7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hz. Ömer bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı. (İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvîf mine’n-nâr, Dımaşk, 1979, s. 30)

Asr-ı saâdetten nakledeceğimiz şu sahne ise Efendimiz (s.a.v.)’in kalbine inen, oradan mü’minlerin kalbine akseden âyetlerin sahâbe-i kirâmın gönül dünyalarına nasıl tesir ettiğini, onları nasıl yakıp kavurduğunu, eritip pişirdiğini çok açık bir şekilde gözler önüne serer:

  1. Bakara sûresindeki “İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker” (Bakara 2/284) âyeti inince, bu ashâb-ı kirâma pek ağır geldi, toplanıp Resûlullah’ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi ise sana bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) onlara: “Siz de sizden önceki Ehl-i kitap gibi, «İşittik ve isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Bilakis «İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı isteriz, dönüş ancak sanadır» deyin” buyurdu. Efendimiz’in öğrettiği bu sözü hep birlikte okumaya başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman Bakara 285. âyet (Âmenerresûlü) nazil oldu. Böylece Allah’a tazarrû ve niyazla yalvarıp yakardılar, istiğfar edip Allah’a sığındılar. Bu sebeple bir süre sonra da 286. âyet indirilerek güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirildi ve endişeleri giderildi. (Müslim, İman 199)

Her yönden parlak renklerle ışıldayan kristala benzeyen Kur’an uslûbunun dikkat çeken bir özelliği, ölçülü lafızla ölçülü mâna ifade etmesidir:

  1. LAFIZ MÂNA DENGESİ

Edebiyatta ifâde yolları son derece çoktur. Kelimeler ve terkipler oldukça çeşitli ve farklıdır. İnsanlar bu farklılıkları olanca genişliğiyle anlama ve kullanma bakımından aynı seviyede değildir. İfade etmek istediği konuya, merama ve maksada uygun kelimeler arasında mukayese yapıp tercihte bulunma hususunda eşit olmaları ise imkânsız gibidir. Üslup güzelliği alanında birinin farkında olmadığını öbürü keşfeder, her ikisinin de bulamadığını bir başkası ortaya çıkarır. İşte insanların sözlerinin güzelliği ve üstünlüğü bu tercihteki mahâret ve isâbet ölçüsündedir. Yani “yeterli mâna” için “yeterli lafız” seçme başarısıdır. Fakat bu gözüktüğü kadar kolay bir durum değildir. Çünkü mâna ile lafız birbirinden uzak iki uç gibi olup ikisine de aynı anda hakkını vermek neredeyse imkânsızdır. Bu noktada insan “iki kuma arasındaki koca” gibidir. Birini hoşnut ettikçe ötekini kızdırır. Az ve öz söylemek istese, mânayı istediği gibi ifade etmekte zorlanır. Manayı genişçe anlatmak istese, bu kez de söz uzar. Bu ise sözün parlaklığını giderir.

Kur’ân-ı Kerîm bu nazarla tedkik edildiğinde, onun tüm lafızlarının hem israftan hem de cimrilikten uzak olarak istenilen mânayı tam ifa edecek bir surette olduğu görülür. Her kelime, her edat yerli yerincedir. Bu hususta işin uzmanları şu ifadeleri kullanırlar:

İbn Atiyye: “Kur’an öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir.” (el-Muharraru’l-vecîz, I, 52)

Hattâbî, Kur’an âyetlerinden bir kelime değiştirildiğinde mânanın değişip kelamın bozulacağını ya da en azından belâgat seviyesinin düşeceğini ifâde eder. (Hattâbî, Beyân, s. 26-31)

Rağıb el-İsfahânî’ye göre ise, Kur’an’ın lâfızları Arap kelâmının özü, zübdesi ve en seçkinleridir. Kur’ânî lâfızlara nisbetle diğer sözler, tatlı meyvelerin özüne nisbetle kabuğu veya buğdayın özüne nisbetle kepeği ve samanı gibi kalır. (Râğıb, el-Müfredât, s. 10)

Kur’an âyetlerinden vereceğimiz şu misaller, konunun daha net anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

Bakara sûresi 3. âyette geçen وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ cümlesini ele alalım. Bu ilâhî beyânı lafız-mâna dengesi açısından ele aldığımızda şu hayranlık uyandıracak tablo karşımıza çıkar ve üç kelimeyle zekâtın bütün kabul şartlarına işaret edildiği görülür:

Birincisi; veren kişinin, kendisi de sadakaya muhtaç olmayacak derecede vermesi gerekir. Yani insan kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir ki, مِمَّا (mimmâ) lâfzındaki baziyet (kısmîlik) bildiren مِنْ  (min) harfi ile bu şarta işaret edilmektedir.

İkincisi; infak, başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (razaknâhum) lafzı ifade eder. “Onlara rızık olarak verdiğimizden” demektir.

Üçüncüsü; minnet etmemektir. Bu şarta رَزَقْنَا (razaknâ)daki نَا (nâ) lafzı işaret eder. Yâni “Size rızkı ben veriyorum. Benim malımdan benim kuluma vermekte minnetiniz olamaz” demektir.

Dördüncüsü; öyle kişiye verilmeli ki, nafakasına yani zaruri ihtiyaç duyduğu şeylere harcasın. Yoksa kötü yollara harcanmak üzere zekât verilmez. Bu şarta يُنْفِقُونَ (yunfikûn) lafzı işaret etmektedir.

Beşincisi; sadakayı Allah adına vermelidir ki, رَزَقْنَاهُمْ (razaknâhum) sözü bunu ifade eder. Yâni “Mal benimdir, o halde benim adıma vermelisiniz” denilmektedir.

Altıncısı; infak mal ile olabildiği gibi ilim, söz, fiil ve nasihat ile de olabilir. İnfakın bu kısımlarına مِمَّا (mimmâ) lafzındaki مَا (mâ) edatı, umumi oluşuyla işaret eder.

Görüldüğü üzere burada fazla olan bir tek harf yoktur. Çıkarılabilecek veya değiştirilebilecek bir harf bile yoktur.

İkinci misal olarak da şu âyeti verebiliriz:

“O kâfirlere Rabbinin azabından azıcık bir esinti bile dokunuverse, derhal: «Eyvâhlar olsun bize! Gerçekten biz, kendimize yazık etmişiz» diye feryadı basarlar.” (Enbiyâ 21/46)

Bu âyet-i kerîme Kur’an’ın i‘câzına, pek vecîz ve özlü beyânına açık misallerden birini teşkil eder. Bu cümlede, azabın dehşetini göstermek için onun en hafifinin dahi zâlimlere nasıl bir şiddetle tesir ettiği anlatılmaktadır. Cümlenin bütün unsurları dokunan azabın ne kadar az olduğunu ifâdeye hizmet etmekte ve ona kuvvet vermektedir:

لَئِنْ (lein) lafzı şek bildirir. Şek ise azlık ifâde eder. مَسَّ (messe) lafzı azıcık dokunmaktır, yine azlığı ifâde eder. نَفْحَةٌ (nefhatun) lafzı “bir kokucuk” demek olup azlığı ifâde eder. Aynı zamanda bu kelime sonundaki tenvinle azabın önemsizliğini imâ eder. مِنْ (min) lafzı, teb‘îziyedir ve bir parça demektir. Dolayısıyla bu da azlık ifâdesidir. عَذَاب (azâb) lafzı nekâl ve ikâba nisbetle hafif bir ceza çeşididir ki o da azlığı anlatmaktadır. رَبِّكَ (Rabbike) lafzı Yüce Allah’ın Kahhar, Cebbâr, Müntakim isimlerine nazaran şefkâti ihsas etmekle yine azlığa işaret eder. İşte, bu derece az bir azap bile böyle tesirli olduğuna göre, Allah’ın “ikâb”, “nekâl” kelimeleriyle haber verilen şiddetli azaplarının ne kadar dehşetli olacağını ve bu azaba uğrayacak olanların perişan hallerini tefekkür etmek gerekir.

Üçüncü misal:

“Allah, o göğün gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı.” (Nâziât 79/29)

Bu âyetteki أَغْطَشَ (ağtaşe) kelimesi sözlük anlamı itibariyle أَظْلَمَ (azleme) kelimesine eşittir. Dolayısıyla burada diğeri de kullanılabilirdi. Ancak “ağtaşe” lüğat sınırlarının ötesinde diğer delâletleriyle bir farklılık arz etmekte ve beraber terkip oluşturduğu diğer kelimelere daha çok uymaktadır. Birbirine uyumlu harflerinin ses yapısı ve ölçüsü kendine ait bir özelliğe sahiptir. Kelime bu delâletiyle derin bir sükûtun, umumî bir uykunun ve dehşet verici bir yalnızlığın her tarafa yayıldığı geceyi tasvir etmektedir. “Ağtaşe” kelimesi bütün bu mânaları, harflerinin mahreçleri ve kendi aslî tabiatıyla hissettirmektedir. (Bûtî, Ravâi, s. 140) Dolayısıyla “azleme”ye ve müterâdiflerine göre bu makama daha münasip düşmekte ve verilmek istenen mânayı en güzel şekilde ifâde etmektedir.

Dördüncü misal:

“Yakmakta olduğunuz ateşi hiç düşünmez misiniz? Onun ağacını siz mi yaratıp yetiştiriyorsunuz; yoksa onu yaratan biz miyiz? Biz onu hem cehennem ateşi için bir hatırlatma hem de çölde yaşayanlar, yolda bulunanlar, ayrıca ona ihtiyacı olanlar için vazgeçilmez bir nimet kıldık.” (Vâkıa 56/71-73)

Burada kullanılan لِلْمُقْو۪ينَ (lilmukvîn) gerekli olan bütün anlamları içeren bir kelimedir. Bu kelime ilk olarak “ıssız bir çöle konan ve oradan geçen kişi” anlamına gelir. İkinci olarak “karnı aç olan”, üçüncü sırada da “istifâde eden” mânalarına gelir. Bütün bu mânaların Arap şiirinde kullanımı mevcuttur. Bu üç mâna da, anlatılan ve tasvir edilen tablo için zarurîdir. Ne kadar usta olursa olsun herhangi bir insanın, bütün bir lisânı ihata edip istediği gibi kullanması, sözlerinin tamamında birbirinden uzak mânaları bir kelimede toplaması ve merâmını tam olarak tekellüfe düşmeden ortaya koyması mümkün değildir. (Bûtî, Ravâi, s. 143)

Kur’an uslûbunun en güçlü yönlerinden biri insanın aklına ve kalbine birlikte seslenip âdeta dehşetli bir elektrik akımı şeklinde onu iki yönden de etki altına almasıdır:

  1. HEM AKLA HEM KALBE DENGELİ HİTAP ETMESİ

Kur’ân-ı Kerîm, insanı yaratan, maddesiyle ve mânasıyla, aklıyla ve kalbiyle onu en iyi bilen Allah Teâlâ’nın kelâmı olduğu için, insanın hem aklına hem de duygularına aynı anda hitap eder, her ikisini de tatmin eder. Kişiyi ikna edip iman ve sâlih amele yönlendirme bakımından bu husus çok büyük bir öneme sahiptir. Eğer bir söz insanın aklına hitap eder de, onun duygularını görmezden gelirse, onu gösterdiği istikamette yürütmeye muktedir olamaz. Çünkü insan, akıldan ziyade duygularıyla hareket eden bir mahiyet taşır. Eğer sadece duygularına hitap eder, onları kamçılar, fakat aklı ihmal ederse, bu kez o kişinin, duygularının esiri olup yanlış yollara sapması kaçınılmaz hale gelir. Bu bakımdan başarılı bir yönlendirme için, her ikisini birlikte dikkate almak ve her ikisini de aynı anda tatmin etmek gerekir. İşte Kur’an, eşsiz üslûbuyla bunu başarmaktadır. Şu misaller konuyu anlamaya yardımcı olacaktır:

“…Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz!... Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının.” (Hucurât 49/12)

Bu âyette, “birbirinizin gıybetini yapmayın” beyanı akla hitap eder ve gıybeti açık bir dille yasaklar. İlave bir beyana ihtiyaç duyulmadan sadece bu ifadeyle yetinilseydi, gıybetin haram olduğu herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilirdi. Böylece herkesin gıybetten sakınması farz olurdu. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın muradı, sadece hükmünü bildirmek değil, aynı zamanda insanların ruhunda o günahtan sakınacak tesiri uyandırmaktır. Bu sebeple Allah Teâlâ âyetin devamında, insanın duygularını da devreye sokmak için, gıybet etmenin çirkinliğini beyan etmek üzere onu ölü eti yemeğe benzetmiştir. Gerçekten de bunlar arasında benzerlik vardır. Çünkü ölen kişi etinin yendiğinin farkında olmaz. Gıybet edilen de o anda gıybet edenin söylediklerini bilmez. Ayrıca bu benzetmede insanın şeref ve namusunun, eti gibi haram olduğuna da bir işaret vardır. Ölü eti insana iğrenç gelir. Hele insan ölüsünün etini yemek daha iğrençtir. Ölen insan kendi kardeşi olursa onun etini yemek daha da iğrenç olur. İşte Yüce Allah, mü’minleri gıybetten şiddetle sakındırmak için, onun, ölü kardeşinin etini yemek gibi insan fıtratının asla hoşlanmayacağı çirkin bir şey olduğunu, onun bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna karar verecek olan aklıyla beraber, “sevme” ve “nefret etme” gibi temel duygularını da harekete geçirerek haber vermektedir. Şöyle ki:

Âyetin başındaki “hemze” “soru” içindir. Bu harfin içerdiği soru mânası, âyetin bütün kelimelerine nüfûz eder.

Birincisi: “Hemze” ile şöyle der: “Acaba soru ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyorsunuz?”

İkincisi: يُحِبُّ (yuhibbu) lafzı ile; “acaba sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki en çirkin bir işi sevebiliyorsunuz?”

Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ (ehadukum) kelimesiyle, “cemâatten kuvvet alan içtimaî ve medenî hayatınıza ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul ediyorsunuz?”

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ (en ye’kule lahme) ibaresiyle; “insanlığınıza ne olmuş ki, arkadaşını canavarcasına dişleyip parçalama işini pervasızca gerçekleştirebiliyor?”

Beşincisi: اَخِيهِ (ahîhi) kelimesiyle, “hiç hemcinsinize karşı rikkat, şefkat ve sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle pek çok yönden kardeşiniz olan bir mazlûmun manevî şahsiyetini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz?”

Altıncısı: مَيْتًا (meyten) kelimesiyle, “Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki Cenâb-ı Hakk’ın muhterem ve mükerrem kıldığı kardeşinize karşı, etini yemek gibi en çirkin bir iş yapıyorsunuz?”

En sonunda da “Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının” emriyle insanlar gıybetten sakındırılıyor.

Kur’ân-ı Kerîm kısacık bir cümle ile bütün bu mânaları ifâde etmiştir. İnsanları gıybet hastalığından hem aklen hem de hissen uzaklaştırmıştır. İnsanları yermenin ve gıybet etmenin; aklen, kalben, insânlık açısından, vicdânen ve fıtraten mezmum ve zararlı bir vasıf olduğunu, insanı ürperten bir tasvirle ortaya koymuştur. (Drâz, Dirâsât, s. 73)

Diğer bir misal:

“Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, aynı endişeyi diğer insanlar için de taşıyıp yetimlerin hakkına dokunmaktan öylece korkup ürpersinler. Ürpersinler de Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve gerek miras taksiminde, gerekse yetimlere, yoksullara muamelede sözün doğrusunu ve güzelini söylesinler.” (Nisâ 4/9)

Burada akılla beraber aynı zamanda kalbe ve hissiyata hitap eden bir ifade kullanıldığı hemen fark edilir. Söz konusu edilen husus, yetimlerin haklarının en iyi şekilde korunmasıdır. Âyetin tâlimatı şöyledir: “Bu işlerde söz sahibi kişiler, velîler ve vâsîler, kendilerini vefat eden kişinin, yetimlerini de kendi evlatları yerine koyup öyle düşünmeli, buna göre hareket etmelidirler. Kendi çocuklarına kıyasla yetim haklarına dikkat ve riayet göstermelidirler.”

Doğduğu zaman güneşin canlı cansız her şeyi aydınlatması, âlimin de câhilin de, büyüğün de küçüğünde üzerine doğması gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sınırsız ilim, hikmet ve rahmetinden kaynaklanan Kur’ân-ı Kerîm de aynı anda akıl ve anlayış bakımından çok farklı seviyelere hitap eder, bulundukları seviyeye göre onların akıl ve gönüllerini aydınlatacak ışığını ulaştırır:

  1. AYNI ANDA FARKLI SEVİYELERE HİTAP ETMESİ

Kur’ân-ı Kerîm’in mânalarına öyle bir lafız kalıbı giydirilmiştir ki, aynı anda değişik zamanlarda ve bölgelerde yaşayan, ilmi seviyeleri çok farklı olan bütün insanlara hitaba elverişli olur. Kur’an’ın pek çok âyeti, değişik seviyeden pek çok kimsenin bulunduğu bir mecliste okunduğunda, orada bulunanlardan her bir şahıs, ilmî durumuna göre farklı şeyler anlar. Bu, Kur’an’ın istenilen şekilde anlaşılabileceği ve ondan birbiriyle çelişen mânalar çıkacağı anlamına gelmez. Gerçek şudur: Manası aynı kalmakla beraber, bir kısım âyetlerin “sathı”, “derinliği” ve “kökleri” bulunabilir. Âyetin üslûbu bu üç unsuru da ihtiva edip onlara şâmil bulunmaktadır. Avam dediğimiz geniş kitle zahiri görünüşteki “sathî mâna”yı, bir miktar ilmi seviyesi bulunanlar “derinlikteki belirli bir mâna”yı, ihtisas ehli ise “mânanın köklerinin çoğunu” anlar. Hatta daha sonra gelen nesillere de yeni taraflar kalabilir. (bk. Yıldırım, Kur’an İlimlerine Giriş, s. 142)

Kur’ân-ı Kerîm’de farklı anlayış seviyelerine hitap eden öyle âyetler vardır ki, ilk müslümanlar kendi durumlarına göre, daha sonra gelenler ise ulaştıkları ilmî seviyeye göre anlarlar. Yalnız bu “mânaların” hepsi, âyetin Arapça lafız ve terkibinin ifade ettiği mânalardır. Âyete zoraki bir mâna giydirme kabilinden değildir. Zamanla keşfedilecek ilmi işâretler taşıyan âyetler bu kabildendir.

Kur’ân-ı Kerîm’in; zaman farkı olmaksızın sadece zekâ, kültür ve dikkat seviyesi farklı olan insanların her birine hitap ettiğine dâir şu âyetleri misâl verebiliriz:

“Allah, doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlâs 112/3-4)

Geniş halk kitlesi bu âyetten şu manâyı anlar: “Allah Teâlâ baba ve çocuk olmaktan, eşi ve hanımı bulunmaktan pak ve uzaktır.”

Nisbeten orta seviyeli bir kültüre sâhip olanlar buna ilaveten şunu da anlar: “Melekler, Hz. İsa ve doğan hiçbir varlık ilâh olamaz.” Burada Allah’­tan cismâniyete ait çocuk ve baba olmayı nefyetmekten maksat çocuğu, babası ve dengi bulunanların ilâh olamayacağını bildirmektir.

Biraz daha ileride olan tabaka ise şunu anlar: “Cenâb-ı Hak yaratıklara karşı doğurma ve doğmayı hatıra getirebilecek bütün bağlardan çok uzak ve temizdir. Ortaktan, yardımcıdan ve hemcinsi olmaktan uzaktır. Varlıklarla ilgisi sâdece onların yaratıcısı olmaktır. Onları yaratması ezelî iradesiyle sâdece “ol” demek sûretiyledir. Yoksa bazı felsefî ve dinî akımların iddiaları gibi îcabî, ıztırârî veya iradî olmayan sudur tarzlarından biriyle varlık sahasına çıkmış değillerdir.

Daha yüksek bir tabakanın anlayış hissesi de şöyledir: “Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, Evvel’dir ve Âhir’dir. Hiçbir bakımdan ne zâtında ne sıfatlarında ne fiillerinde eşi, benzeri ve dengi yoktur.”

Bu tabakalara âriflerin, aşk ehlinin, sıddîklerin tabakası gibi ayrı ayrı hisse sâhiplerini de ilâve ederek sayıyı daha da artırmak mümkündür. (Nursî, Külliyât (25. Söz), I, 185)

Kur’ân’ın zaman, bilgi ve zevk unsurlarına göre farklı anlayışlara hitab ettiğine dâir de şöyle bir misal verilebilir:

Allah Teâlâ:

“Dağları da yeri sağlam tutan birer kazık yapmadık mı?” (Nebe’ 78/7) buyurmaktadır.

Avâm, zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi duran dağları görür, onların sağladığı faydaları düşünerek Allah’a şükreder.

Şâir, zemini bir taban, gök kubbeyi elektrik lambalarıyla süslenmiş muhteşem yeşil bir çadır ve göğün eteklerini başlarıyla tutan dağları o çadırın kazıkları durumunda tahayyül eder, yaratanına perestiş eder.

Coğrafyacı bir edibe göre yer küresi hava okyanusunda yüzen bir gemi olup, dağlar da o geminin üstüne dengeyi sağlamak üzere yerleştirilmiş kazıklar ve direklerdir.

Cemiyet hayatıyla ilgilenen muâsır bir âlim şöyle düşünür: “Yeryüzündeki hayat, bir ev hayatına benzer. Bu evin orta direği canlıların hayatıdır. Canlıların hayatlarının orta direği de su, hava ve topraktır. Bunların direği ise dağlardır. Zira dağlar suyun deposu, havayı temizledikleri için onun tarağı, bataklık hâline gelmekten ve denizlerin istilasından korudukları için de toprağın koruyucusudur. Keza insan hayatının diğer gerekleri için de birer hazinedir.” Böyle düşünerek, koca dağları hayatımızın temel direği kılan celâl ve ikram sâhibi Allah’a hamdeder ve O’nu ulular.

Fennî ilimlerle meşgul olan bir âlim de dağlara şöyle bakar: “Dünyanın merkezinde ateş bulunması nedeniyle çeşitli kayma ve hareketler neticesinde ortaya çıkan sarsılmalar, dağların baca vazifesi görmesiyle sükûnet bulur. Yer kürenin istikrarlı bir şekilde yörüngesinde akıp gitmesini ve bütün sarsıntılara rağmen yörüngesinde sabit kalmasını sağlayan, dağlardır.” Böylece modern coğrafyanın ancak son zamanlarda anladığı ve İsostasy adını verdiği “yeryüzünün denge kanunu”nda dağların en mühim bir unsur olduğunu anlar. (Vahidüddin Han, Bilim ve Uygarlık Açısından İslâm, s. 202-204)

Dağların bugün keşfedilen faydalarını günümüz ilmi ancak anlayabileceği gibi, gelecekte ortaya çıkacak özelliklerini de yeni nesiller anlamaya devam edecektir.

Kur’an uslûbunun pek çok özelliği olmakla beraber son olarak onda kendini hissettiren eşsiz ses âhengi ve mûsikî yönüne değinmek istiyoruz:

  1. LAFZIN FONETİĞİ İLE MÂNA UYUMU

Kur’ân-ı Kerîm, tecvîd kurallarını uygulayarak okunduğunda ondaki harflerin, kelimelerin ve cümlelerin seslendirilmesi esnasında ortaya çıkan, kulağa ve rûha hoş gelen ve diğer söz türlerinde hiç rastlanmayan bir mûsikînin varlığı hemen fark edilir. Fonetik açıdan Kur’an, şehirlilerin ifâdesindeki yumuşaklıkla bedevilerin anlatış tarzındaki sertliği hikmetli bir ölçüyle birleştirir ve âhenkli bir ses meydana getirir. Arapça bilmeyen bir kişi bile, Kur’ân’ı güzel sesle ve tecvid kurallarını uygulayarak okuyan birini dinlediğinde, bu farklı ve tesirli âhengi hemen hisseder. (Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 101-102) Kur’an’da kimisi tok sesli, kimisi ince sesli, bazısı gizli, bazısı açık, kimisi yumuşak, kimisi sert olan harf çeşitleri peş peşe gelir. (Zerkânî, Menâhil, II, 312) Böylece sertlikle yumuşaklık çok sağlam ve pek ince bir şekilde mezcedilir.

Aynı şekilde, Kur’an lafızlarındaki kelime, harf, sükûn, hareke, med ve kasırların nizâmında da mükemmel bir tenâsüp, kulağa ve rûha hoş gelen bir mûsikî vardır. Harflerin sesleri birbiriyle uyum hâlinde olup nazım içinde muhteşem bir mûsikî onlara refâkat eder. Bu durum bir sûrenin başından sonuna kadar aynı şekilde devam eder.

  1. Misâl:

Kamer sûresinde tekrar edilen نُذُرِ (nüzür) kelimesini seslendirmek, bilhassa ن (nun) ve ذ (zel) harflerindeki ötre sebebiyle normalde dile ağır gelir. Fakat kelime, âyette öyle bir terkip içerisinde kullanılmıştır ki bu zorluk tamamen ortadan kalkmıştır. Şimdi نُذُرِ (nüzür) kelimesinin diğer kelimelerle uyumuna ve âyetlerdeki ses âhengine bakalım:

“Biz de nehirler gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Nihayet gökten boşalan ve yerden fışkıran sular, takdir edilmiş bir işin gerçekleşmesi için birleşiverdi. Nûh’u da tahtalarla yapılmış ve çivilerle çakılmış bir gemiye bindirdik. O gemi, inkâr ve hakârete uğramış, kadri bilinmemiş kıymetli kulumuza bir mükâfat olarak, bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu. Biz bunu gelecek nesillere bir ibret levhası olarak bıraktık. Hani bundan ibret ve ders almak isteyen? Nasılmış benim cezalandırmam ve tehdîdim! Görsünler bakalım!” (Kamer 54/11-16)

Burada olduğu gibi Kur’ân’ın bütün âyetlerinde kelimeler müthiş bir ahenk, irtibat ve denge içindedir. Yumuşak harfler şiddetlilerle, hems (sessiz) sıfatına sâhip harfler cehr (açık) sıfatlılarla uyum hâlindedir. Harekeler, sükûnlar ve medler birbirini kucaklamaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki; Kur’ân’daki kelime, harf ve harekeler şaşmaz bir ölçüyle indirilmiş ve bu da ancak her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah Teâlâ’nın takdiridir. (Bûtî, Ravâi, s. 144)

  1. Misâl:

Her şeyi göze alarak Allah’a iman eden sihirbazlara ateş püsküren Firavun’un tehditlerini ifâde eden şu âyet, onun tehdit nâralarını ses nizamıyla da aksettirmektedir:

“Ben size izin vermeden önce ona inandınız, ha? Demek ki, size sihri öğreten ustanız oymuş! Şimdi ellerinizi ve ayaklarınızı hiç tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi mutlaka hurma dallarına asacağım. Böylece hangimizin azabı daha şiddetli ve devamlıymış, o zaman anlayacaksınız!”!” (Tâhâ 20/71)

Âyet-i kerîmede Firavun’un bu taşkınlığı, aşağılanan nefsinin hissettiği acı ve öfkesinin kabarması hâli harf-i cerler vâsıtasıyla da yansıtılmıştır. Buna göre, فِي جُذُوعِ النَّخْلِ cümlesindeki فِي (fî) “de, da” harf-i ceri, عَلَى (alâ) “üzerine, üzerinde” yerine kullanılmıştır. Bu, Firavun’un îman eden sihirbazları, hurma dalları üzerinde çok uzun süre asılı bırakmak, onlara çok işkence etmek şeklindeki gizli ve vahşî niyetini hissettirmek içindir. Çünkü فِي (fî) ile gerçekleşen zarfiyette isrikrâr mânası vardır. Orada uzun müddet kalmaları, istikrâra teşbih edilmiştir. (Ebussuûd, İrşâd, VI, 29)

  1. Misâl

Cennet ehlinin refah ve sürûrunu tasvir eden şu âyetler ise cennet ırmaklarının tatlı tatlı akışı, Selsebîl suyunun içimi gibi hoş ve yumuşaktır:

“Yüzler de vardır o gün nimetler içinde mutludur. Dünyada yaptıklarının sonucundan gâyet memnundur. Pek üstün ve yüksek bir cennettedir. Orada boş bir söz işitmezler. Orada akan berrak pınarlar vardır. Pek yükseklere kurulmuş tahtlar, servise hazırlanmış dolu kadehler, sıra sıra dizilmiş yastıklar, döşenmiş değerli halılar vardır.” (Ğâşiye 88/8-16)

Bu âyetleri okuyan bir kimse, kelimelerin yumuşak, tatlı, mûnis ve sıcacık mûsikîsi arasında kendini başka bir ortamda buluverir. Dünyada vazifesini yapmış olmanın verdiği rahat ve huzur içinde, kendini güzel halı ve döşemelerle tefrîş edilmiş sâkin ve müreffeh bir mekanda müzeyyen tahtlar üzerinde hisseder ve şırıl şırıl akan cennet nehirlerinin tatlı nağmelerini duyar gibi olur.

  1. Misâl:

İmansızlık bunalımının insan şahsiyetinde oluşturduğu çıkmazları ve boğulmaları tasvir eden şu âyet-i kerîme de bu mevzuda güzel bir misaldir:

“…Allah kimi de sapıklığa düşürmek isterse, onun göğsünü göğe yükseliyormuşçasına dar ve sıkıntılı yapar.” (En‘âm 6/125)

Allah Teâlâ bu âyette, يَصَّعَّدُ (yassa‘adu) kelimesiyle, teneffüs ettiği hava gittikçe azalan, bu sebeple de ciğerleri giderek sıkışan bir kimsenin, içinde bulunduğu derin yokluk ve helâk olma hissinden ötürü, doğal bir refleksle ağız hareketlerini, karaya vurmuş bir balığın o trajik ağız hareketlerini tasvir ederek hissettirmektedir. İmansızlık buhrânı içindeki kimsenin hâli de böyledir. Küfür karanlığına mahkûm olan kimse, işte aynen atmosferde yükseldikçe ciğerleri daralan bir kimse gibi, inançsızlık tabakaları arasında metafizik hafakânlar, ruhî boğulmalar ve ölümler içinde kasılmış bir siluet gibi asılı durmaktadır.

  1. Misâl:

İçinden suların aktığı parçalanmış kayaların tasvirinde kullanılan يَشَّقَّقُ (yeşşakkaku) “şak şak yarılır da...” (Bakara 2/74) fiili de bize, taşların yarılışını çağrıştırmakta, hızlı bir şekilde ses ve harflerden işaret edilen hakikate, onun tasavvur edilip zihnimizde yerleşmesine yardımcı olmaktadır. Burada, taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken يَـنْشَقُّ (yenşakku) veyahud يَـتَشَقَّقُ (yeteşakkaku) demek de mümkündür. Lâkin, لَمَا يَشَّقَّقُ (lemâ yaşşakkaku) ifâdesinde çatlayışın, akışın bütün fışırtısı ve şakırtısı duyulur. (Elmalılı, Hak Dini, I, 16)

  1. Misâl:

Bazen bir resmi tamamlamak için yalnız bir tek kelime kullanılır. Allah yolunda gazaya çıkmak istemeyip de yere çakılıp kalanların hâlini anlatan اِثَّاقَلْتُمْ (issâkaltüm) “olduğunuz yere çakılıp kaldınız” (Tevbe 9/38) kelimesi, yine benzer durumda olanları tasvir eden وَاِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ (leyubettıenn) “İçinizde öyleleri var ki, gerçekten ağırdan alır, savaşa gitmez” (Nisâ 4/72) ifâdesi ve cehennem ehlinin çığlıklarını anlatan يَصْطَرِخُونَ (yestarihûn) “Kâfirler orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler” (Fâtır 35/37) kelimesi bu kabildendir. Bu lâfızlar, ses yapılarıyla, taşıdıkları mânaları insana hissettirmektedirler. (Seyyid Kutub, et-Tasvîr, s. 91-92)

  1. Misâl:

Kur’an üslûbunun üstünlüklerinden biri de, her lafzı insanın önüne bir sûret ve geniş bir hayal dünyası koyan dua cümlelerinin, yüksek bir âhenkle mânayı yansıtmasıdır. Meselâ mehâbetli ve faziletli bir ihtiyar olan Zekeriyâ (a.s.)’ın duâsı bunlardan biridir. Her kelimesinde korku, hüzün, samimiyet ve ihlâs hissedilen sözleri, kalbimizin derinliklerinde büyük bir tesir bırakır. Mihraba durmuş ibâdet halinde ve Rabbine derinden yalvarmakta, sabah akşam Rabbimizin ismini zikretmektedir:

“Rabbim! Doğrusu ben öyle perişan bir haldeyim ki, kemiklerim zayıfladı, eridi; başımdaki saçlar ihtiyarlıktan dolayı beyaz alevler gibi tutuştu. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım. Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek vârislerden endişe içindeyim. Hanımım da kısırdır. Ne olur, bana lütfu kereminden bir yardımcı oğul ihsan eyle! Ki o, hem bana mirasçı olsun, hem de Yâkub ailesine. Rabbim onu kendisinden râzı olduğun bir kul eyle!” (Meryem 19/4-6)

  1. Misâl:

Kıyâmet günü hakkında Kur’an الصَّٓاخَّةُ (es-sâhhah) (Abese 80/33) ve الطَّٓامَّةُ  (et-tâmmeh) (Nâziât 79/34) vasıflarını kullanır. “es-Sâhhah” kelimesi öyle bir kelimedir ki, ağırlığından ve nağmesinin şiddetinden az daha kulağın zarını patlatır. Kulağın zarını yırtıp o sert sayhayı onun içine sokar. “et-Tâmmeh” de uğultulu ve çınıltılı bir lafızdır. Zannedersin ki uğulduyor, mahvediyor. Her şeyi mahveden tufan gibi. Şimdi bu lafızları Tekvîr 18. âyetteki,

“Nefes almaya başladığı zaman sabaha” âyetindeki o tatlı, güzel “teneffese” lafzının yanına koyalım. O zaman o lafızların yerinde seçilişindeki i‘câzı ve bu kelimelerin kullanıldığı konuların resimlerini tasvir edişlerindeki mûcizeyi görmek mümkün olacaktır.

  1. Misâl:

Kelimelerin melodisiyle tasvir edilen ahengin diğer bir çeşidi de Nâs sûresindedir:

Bu âyetleri birbiri peşi sıra süratle okuduğumuzda, göreceğiz ki, ses, sûrenin atmosferine uydu, tam bir “vesvese: fısıltı” çıkarıyor. Zaten sûre de bütünüyle şeytanın vesvesesinden ve ondan Allah’a sığınmaktan bahsetmiyor mu? (bk. Seyyid Kutub, Edebi Tasvir, s. 139-141)

Muhammed Hamîdullah’ın anlattığı şu hâdise de, Kur’ân’ın üslûbundaki insanı tesir altına alan ses âhengine güzel bir misaldir:

Fransız mûsikîşinas Abdullah Gilles Gilbert İstanbul’a gelmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvet edildiği bazı toplantılara katılmıştı. Kendisine bu okunan şeyin bir nazım (şiir) parçası değil de bir nesir olduğu açıklandığında büsbütün heyecanlanıp tesiri altında kalmış ve kısa bir zaman sonra da İslâm ile müşerref olmuştu. Merhûmun bana sonradan bizzat açıkladığına göre:

“Dünyanın bütün dillerinde nazım eserlerinde ritim mevcut olmakla birlikte, bunların hiçbirinin nesir parçalarında ritim görülmemektedir. Kur’­ân-ı Kerîm bunun bir istisnâsını teşkil eder. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm okunurken, herhangi bir âyette geçen sâdece tek bir kelime değil, tek bir harf bile atlanacak olsa, bu dinleyenin kulağını tırmalamakta ve şiir okunurken mısralardaki duraklama ve aralıklara riâyet etmeme gibi bir ses bozukluğu ortaya çıkarmaktadır.”

Onun bu îzâh ve açıklamasını tam anlamamakla birlikte, takdir edip değerlendirmiştim. Kendisi bir başka gün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki odamda beni ziyarete geldi. Pek sinirli ve rûhen üzgün bir hâldeydi:

“–Öyle zannediyorum ki İslâm ile müşerref olan atalarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı kısımlarını atlamış (kaybetmiş) bulunuyorlar” dedi.

“–Böyle bir şey nasıl olur?” diye sormam üzerine durumu şöyle açıkladı:

“–Kur’ân’ın 110. sûresinin 2. âyetini şöyle okuyorlar: يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا (yedhulûne fî dînillahi efvâcâ.) Böyle bir okuma mûsikî açısından imkânsız! (Böyle bir okumaya göre) bu Allah’ın sözü olamaz!”

Ben durumu idrâk edip şöyle bir îzahta bulundum:

“–Bu âyet aslında öyle değil de, يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا فَسَبِّحْ  (yedhulûne fî dînillahi efvâcen fe-sebbih) şeklinde okunmalıdır. اَفْوَاجًا (efvâcâ) kelimesi üzerinde bir duraklama yapılmamalıdır; bilâkis devam edilip فَسَبِّحْ (fe-sebbih) kelimesine geçilmelidir…”

Gilbert büsbütün hayret ve şaşkınlık içinde kaldı:

“–Yâ!.. Hakîkaten böyle mi?! Gerçekten senin okuduğun gibi ise işte şimdi tamam oldu; şimdi îmânımı tazelemeliyim, Allah beni affetsin!..” dedi. (Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Târihi, s. 94-95)

Bu Fransız mûsikîşinas Kur’ân’ın başından sonuna kadar sadece son kısımda bir yere takılmış, oradaki doğru okuyuşu öğrenince de Kur’ân’ın baştan sona kusursuz bir ses âhengine sâhip olduğuna şâhitlik etmiştir. Bu muhteşem âhenk, farkında olarak veya olmayarak insanları büyüleyip tesiri altına almaktadır. Edouard Montet de şöyle der:

“Arapça olarak Kur’ân’ı bilenlerin hepsi bu dînî kitabın güzeliğini, üslûbunun son derecedeki mükemmeliyetini tebcil etmekte müttefik olacaklardır ki, Avrupa dillerindeki bütün tercümeler bunu hissettirip ifâde etmek imkânından mahrumdur.” (Okiç, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslûb ve Kırâati, s. 2)

  • 2. ESBÂB-I NÜZÛL

“Esbab-ı nüzûl” lügat olarak “iniş sebepleri” manâsına gelir. Terim olarak da bir veya daha fazla âyetin inmesine sebep olan olaylardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in büyük bölümü, herhangi bir soru veya sebep olmaksızın inmiştir. Bunların iniş sebebi, bizzat inen âyetlerin ifade ettiği mânalardır. Bir kısmı ise sebeplere bağlı olarak indirilmiştir.

Âyetlerin iniş sebeplerini bilmenin âyetlerin mâna ve muhtevalarını anlamada büyük faydası vardır. Vereceğimiz misaller bunu açıkça izah edecektir.

  1. Misâl:

“Sana ayın hallerinden soruyorlar. De ki: «Onlar insanlar ve hac için zaman ölçüleridir.» Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimsenin iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Bakara 2/189)

Bu âyet-i kerîme, bazı müslümanların Peygamber Efendimiz’e, ayın kimi zaman ip gibi ince, kimi zaman da güneş gibi dolgun görünecek kadar çok değişik safhalar geçirmesinin fayda ve hikmetini sormala­rı üzerine inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 103)

Âyet-i kerîmede ikinci olarak Arapların yanlış bir âdetine dikkat çekilmektedir. Bir kısım Araplar, hac veya umre için ihrama girdiklerinde eve, bağa ve çadıra kapısından girmezlerdi. İhrâma giren eğer yerleşik bir hayat sürüyor ve binâda oturuyorsa evin arka tarafından bir delik deler ve ihrâmdan çıkıncaya kadar bu delikten girip çıkardı. Ya da eve bir merdivenle çıkıp inerdi. Eğer göçebe bir hayat sürüyor ve kıl çadırlarda oturuyorsa çadırın kapısından girip çıkmaz, arkasından dolanırdı. Bazıları da ihrama girdikten sonra gölgelenmez, keş yemez ve yün kırkmazlardı. Bu hareketlerini de iyilik ve sevap sayarlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 255-256; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 107)

Halbuki bütün bunlar, Allah’ın dîninde olmayan, tamamen kendi kafalarından uydurdukları hareketlerdir. Mânasız bir meşakkat ve şekilcilikten başka bir şey değildir. Allah Teâlâ bu tür zoraki davranışların bir iyilik ve Allah’a yakınlık vesîlesi olmadığını bildirdikten sonra, gerçek iyiliğin ne olduğunu açıklamıştır. Gerçek iyilik; evlere arka tarafından girmek değil, Allah’ın yasakladığı haramlardan, nefsin kötü arzu ve isteklerinden sakınmaktır.

  1. Misâl:

“Mallarınızı Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever.” (Bakara 2/195)

Âyet-i kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:

Emevîler devrinde, Hâlid b. Velîd’in oğlu Abdurrahman’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allah Resûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) da bulunmaktaydı. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler; “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!” (Bakara 2/195) âyetini hatırlayarak:

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında indi. Allah, Peygamberi’­ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünyâ malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmâl etmemizdir.” Bu sebeple Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’a defnedilinceye kadar Allah yolunda cihâd etmeye devâm etti. (bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 22/2512; Tirmizî, Tefsîr 2/2972)

  1. Misâl:

“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın. Kur’an indirilirken bunları sorarsanız, size cevabı açıklanıverir. Halbuki Allah onlardan sizi muaf tutmuştur. Allah çok bağışlayan ve cezalandırmakta hiç acele etmeyendir.” (Mâide 5/101)

Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak rivâyet edilen hâdiselerden biri şöyledir: Allah Resûlü (s.a.v.), haccın farz kılındığını beyan eden Âl-i İmrân sûresi 97. âyet inince bir hutbe okudu ve: “Ey insanlar! Allah size haccı farz kıldı” buyurdu. Bir sahâbî: “Her sene mi yâ Resûlallah?” diye sordu. Efendimiz soruyu duymaz­dan geldi. Sorunun üçüncü defa tekrar edilmesi üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Şayet evet deseydim her sene haccetmeniz farz olurdu. Siz ise buna tahammül edemez­diniz. Benim açıkladığım konularda soru sormayın. Sizden önceki bazı toplum­lar peygamberlerine çok soru sormaktan ve sonra da bunlar üzerinde anlaşmazlığa düşmekten dolayı helak olmuşlardır. Şu halde size bir şeyi emrettiğimde onu olabil­diğince yerine getirmeye çalışın, size yasakladıklarımdan da kaçının” buyurdu. Bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Müslim, Hac 412; Tirmizi, Hac 5; İbn Mâce, Menâsik 2)

  1. Misâl:

“Size yapılan bir kötülüğe karşılık verecekseniz, size yapılan muamelenin aynısıyla mukâbele edin. Yok, eğer sabrederseniz, böyle davranmak, sabredenler için elbette daha hayırlıdır. Resûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Dâvetini kabul etmiyorlar diye üzülme;  kurmaya çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme.” (Nahl 16/126-127)

Âyetlerin şöyle bir hâdise üzerine indiği rivâyet edilir:

Müşrikler Uhud’u terk edip gittikten sonra Resûlullah (s.a.v.) öldürülenlerin yanına gitti. Hoşuna gitmeyen bir manzarayla karşılaştı. Çok sevdiği amcası Hz. Hamza’nın karnının yarıl­mış olduğunu, burnunun ve kulaklarının kesilmiş olduğunu görünce şöyle dedi:

“Eğer kadınlar üzülmeyecek yahut benden sonra izlenecek bir yol olmayacak olsaydı, Allah onu yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından kı­yamet gününde dirilteceği vakte kadar o halde bırakırdım. Yemin ederim ki, onun ye­rine müşriklerden yetmiş kişiye müsle yapacağım.”

Daha sonra bir örtü getirilmesini iste­di, onunla Hamza (r.a.)’ın yüzünü örttü, ayakları dışarıda kaldı. Resûlullah (s.a.v.), bu örtüy­le yüzünü kapattı, ayaklarının üzerine de izhir otu koydu. Sonra onu öne ge­çirerek üzerinde on defa tekbir getirdi. Daha sonra şehitler birer birer ge­tirilip cenaze namazları kılınmak üzere konuluyordu. Hz. Hamza ise konduğu yerde duruyordu. Böylece Hz. Hamza’nın üzerine yetmiş defa cenâze namazı kılmış oldu. Çünkü Uhud’da şehit edilenlerin sayısı yetmiş idi. Şehitlerin defnedilme işi bitirildikten sonra bu âyetler nâzil oldu. Allah Resûlü (s.a.v.) sabretti ve kimseye müsle yapmadı. (Dârekutnî, Sünen, IV, 118)

  1. Misâl:

“Tâ. Hâ. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. O Kur’an, yeri ve yüce gökleri yaratan tarafından parça parça indirilmiştir.” (Tâhâ 20/1-4)

Âyet-i kerîmelerin iniş sebebiyle ilgili olarak rivâyet edilen şu ibretli hâdiseler, bu hakîkatin daha iyi anlaşılmasını sağlar:

  • Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başlamasıyla birlikte Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ashâbı ile birlikte kalkıp gece namazı kılmaya başladılar. Efendimiz’in uzun uzun ibâdet ettiğini, ibâdet ederken adeta kendini yorduğunu gören Kureyş müşrikleri: “Bak, atalarının ve bizim dinimizi terk etmekle nasıl sıkıntıya düşüyorsun, ne kadar bedbaht oluyorsun!” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Hayır, aksine ben, âlemlere rahmet olarak gönderildim” buyurdu. Onların: “Hayır tam tersine sen elbette bedbahtsın” demeleri üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 312; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 4)
  • Resûlullah (s.a.v.)’e: “Ey örtünüp bürünen Resûlüm! Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/1-2) âyet-i kerîmeleri inince geceleri kalkıp namaz kılmaya başladı. O kadar çok kıyamda duruyordu ki ayakları şiştiğinden bir sağ ayağı üzerinde durup sol ayağını, bir sol ayağı üzerinde durup sağ ayağını dinlendirmek zorunda kalıyordu. İşte bunun üzerine “Tâhâ. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik....” âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Alûsî, Ruhu’l-me‘ânî, XVI,148)
  • Resûlullah (s.a.v.) ve ashâbı geceyi ihyâ ederken uzun süre namaz kıldıklarından ötürü göğüslerine ip bağlıyorlardı. Daha son­ra bu ve “Kur’an’dan artık kolayınıza gelen miktarı okuyun” (Müzzemmil 73/20) gibi âyet-i kerîmeler nâzil olarak bu ibâdet onlara tahfif edildi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 172)

Bir olay veya soru sebebiyle inen âyetler, bazen muhataplarını eğitmek amacı taşımaktadır. Mesela, Peygamberimiz’e kıyametin ne zaman kopacağı, hem samimi bir niyetle vaktini merak edenlerce hem de onu kendilerine göre sınamak isteyenler tarafından sorulmuştur. Allah (c.c.), “...Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin belki de zaman yakındır” (Ahzab 33/63) âyetiyle her iki maksatla soranlara da gerekli cevabı vermiştir. Bu cevap, şu eğitici unsurları taşımaktadır: Peygamber de olsa Allah bildirmedikçe kıyametin vaktini kimse bilemez. Kişi, küçük kıyameti sayılan ölümünü de hesaba katarak, kıyameti uzakta görmemeli ve sonsuz hayatı için her an hazırlık yapmalıdır.

Bazen şahsî sorular ve sıkıntılara cevap olarak inen âyetler, genel bir hükmü içermiştir. Mesela sahâbeden ağır hasta olan Câbir (r.a.), öleceğini tahmin ederek malını ne yapması gerektiğini Peygamberimize sormuştur. Bu soru üzerine Nisâ sûresinin 11-12. miras âyetleri indirilmiştir. (Vahidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 83) Bu âyetler, miras bırakılan malların kimlere hangi oranda paylaştırılması gerektiği konusunda genişçe bilgi vermiştir.

Nüzûl sebepleri Kur’an’da yer almamış, olayı bizzat yaşayan veya ona şâhit olan sahâbe tarafından nakledilmiştir. İlk dönemlerde yapılan tefsîrler, çoğunlukla bu rivâyetlerden oluşmaktadır. Esbab-ı nüzûl hakkında, Mekke dönemiyle ilgili az, Medine dönemiyle ilgili çok bilgi bulunmaktadır. Bu bilgiler, tedvin döneminde hadis kitaplarının tefsîr kısmında toplanmıştır.

Esbâb-ı nüzûle dâir telif edilmiş pek çok eser bulunmaktadır. Bunlardan:

  • Vâhidî (öl. h. 468), Esbâbu’n-Nüzûl,
  • Suyûtî (öl. h. 911), Lübâbu’n-nukûl fî esbâbi’n-nüzûl,
  • Türkçe eser olarak da, Bedreddin Çetiner’in “Esbâb-i Nüzûl” isimli eserlerini bilmek yeterlidir.

3. NESH, NÂSİH VE MENSÛH

“Nesh”, haram ve helallerle ilgili bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını isteyen dinî bir hükmün, daha sonra gelen bir dinî bir hükümle kaldırılmasıdır. Buna göre:

  • Hükmü kaldırılan âyete “mensûh”,
  • Kendinden önceki hükmü kaldıran âyete “nâsih”,
  • Yapılan bu işe de “nesh” denir.

Kur’ân-ı Kerîm’de nesihten bahseden âyetlerden ikisinde şöyle buyrulur:

“Şayet biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun bir dengini getiririz. Bilmez misin ki, Allah’ın gücü her şeye yeter.” (Bakara 2/106)

Bu âyette nesh, terim anlamıyla, yani bir hükmü kaldırmak anlamında kullanılmıştır. Yine bu âyette Allah, bir hükmü kaldır­dığı, ertelediği veya unutturduğu zaman, daha faydalısını veya en azından onun dengini getireceğini beyan etmektedir.

“Biz bir âyetin yerine onun hükmünü kaldıracak başka bir âyet getirdiğimiz zaman, ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilmektedir, kâfirler: “Sen, başka değil, sadece Allah adına yalan uyduran bir iftirâcısın!” derler. Hayır! Onların çoğu işin gerçeğini bilmezler.” (Nahl 16/101)

Bu âyette ise nesh kelimesi yerine, neshi açıklayıcı olarak “bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirme” anlamında “tebdîl” kelimesi kullanılmıştır.

İslâm âlimleri neshle ilgili olarak iki konuda ittifak, bir konuda ise ihtilaf etmişlerdir. Âlimlerin ittifak ettikleri iki konu şudur:

Birincisi; nesh, yani bir nassın hükmünün ondan sonra gelen bir başka nassla kaldırılması sadece dinin dünya ile ilgili bazı hükümleri için söz konusudur. Dinin temel esaslarında, yani inançla ilgili hükümlerinde nesh yoktur. Bu hükümler daha önceden nasıl belirlenmişse kıyamete kadar aynı şekilde geçerlidir.

İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm, önceki kitaplarda yer alan inanç esaslarıyla ilgili olanlar dışındaki hükümleri nesh etmiştir.

Âlimlerin ihtilaf ettikleri konu ise şu an elimizdeki Mushaflaşmış hâliyle Kur’an’ın kendi bünyesinde neshin var olup olmadığı konusudur. Âlimlerin büyük çoğunluğu Kur’an’da neshin var olduğunu kabul etmişler, bir kısmı ise bu görüşe karşı çıkarak Kur’an’da neshin var olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Nesh, insanların dinî hükümlere alışmalarını sağlayan bir kolaylıktır. Çünkü bu sâyede kolay olandan zor olana doğru alıştıra alıştıra tedrîcî bir yol takip etme imkânı doğmuştur. Bu bakımdan nesh tamâmen insanın fıtratına ve ruhuna uygun bir vakıadır. Dolayısıyla nesh asla, Allah’ın bir şeyi önceden bilmeyip iyice anladıktan sonra önceki hükmü değiştirmesi olarak değerlendirilemez. Bilakis Allah, nesih yoluyla toplumun şartlarına uygun hü­kümler koymuş ve onu sağlam bir ahlâk oluşturmanın en güzel yöntemi olarak kullanmıştır. Kur’an’ın indiği toplumda devâsız bir hastalık hâline gelmiş alkollü içeceklerin (bk. Bk. Bakara 2/219; Nisâ 4/43; Mâide 5/90-91) ve faizin kaldırılması (bk. Rûm 31/39; Âl-i İmrân 3/130; Bakara 2/275-279) bu konuda çok dikkat çekici iki örnektir.

Şu âyet-i kerîmeyi, Kur’an’da bulunup da neshedilmiş olan âyete örnek verebiliriz:

Allah Teâlâ, öldüğü zaman geride mal bırakacak olan bir kimsenin, mirası için varislerine sağlığında vasiyette bulunmasını şu âyetle emretmişti:

“Birinize ölüm yaklaştığı vakit, eğer geride mal bırakıyorsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşrû bir biçimde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu, takvâ sahiplerinin yerine getirmesi gereken bir borçtur.” (Bakara 2/180)

Neshi kabul edenlere göre Cenâb-ı Hak bu âyetinde, varislerin mirastan alacakları payların miktarını belirtmemiş, bunun uygun bir şekilde dağılımını yapmayı mal sahibine, yani miras bırakacak olan kişiye bırakmıştı. Ancak Yüce Allah, daha sonra indirdiği miras âyetlerinde (Nisa sûresinin 11. ve 12. âyetlerinde), varislerin mirastan alacakları payların miktarını belirtmiş ve yukarıdaki âyeti, yani Bakara sûresinin 180. âyetini neshetmiştir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 505-506) Dolayısıyla Bakara sûresinin 180. âyeti mensûh; onun hükmünü kaldıran Nisa sûresinin 11. ve 12. âyetleri de nâsihtir.

4. MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH

Kur’an’ın tümünün muhkem olduğunu bildiren Hûd 11/1; Yûnus 10/1; Zuhruf 43/4 gibi âyetler, Kur’an lafızlarının ve mânalarının sağlamlığını, kusursuzluğunu ifade eder. Kur’an’ın tümünün müteşâbih olduğunu belirten Zümer 39/23 ise Kur’an lafızlarının ve mânalarının fesâhat, belâgat, eşşizlik ve güzellikte birbirine benzer ve aynı seviyede olduğunu ifade etmektedir.

Âl-i İrnrân sûresinin 7. âyetinde ise Kur’an âyetlerinin bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşabih olduğu belirtilir. Bu başlık altında incelenecek olan konu bu âyetin bahsettiği çerçevede olacaktır. İgili âyette şöyle buyurulur:

“Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısmı muhkem âyetlerden meydana gelir ki bunlar, kitabın esası ve özüdür. Bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak arzusuyla müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki bunların kesin anlamlarını Allah’tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: «Biz bunlara inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır» derler. Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri hakkıyla düşünüp öğüt alır.” (Âl-i İmrân 3/7)

Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allah’ın nihâyetsiz olan ilminin insanlık âlemine bir tecellisidir. Bu hâliyle o, Allah’ın ilminden haber vermekte, Allah’ın ilmi neleri ihata ediyorsa onlara temas etmektedir. Bu sebeple onun beyan ettiği mânalar sınırsızdır. (bk. Kehf 18/109; Lokmân 31/27)

Bu sırra mazhar olan Kur’ân-ı Kerîm, aslında bir din kitabı olarak insanın itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hayatını tanzîm eden hükümler getirdiği gibi, kıyamete kadar onun düşünce, akıl ve tefekkür gibi melekelerini en iyi şekilde kullanıp geliştirmesini sağlayacak çeşitli mevzulardan da bahseder.

Âyet-i kerîme, bu kadar geniş çerçevedeki mevzuları beyan eden Kur’an âyetlerini umûmî olarak iki kısma ayırmaktadır. Birinci kısım muhkem âyetler olup bunlar, Kur’an’ın esasını ve temelini teşkil eder. İkinci kısım ise müteşâbih âyetlerdir.

اَلْمُحْكَمُ (muhkem) kelimesi sözlük olarak “bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam” mânalarına gelir. Terim olarak ise “mânâsı ve delâleti açık bir şekilde anlaşılan; ifâde ettiği mânalar ihtimal ve benzerliklerden yâni karışıklıktan ve farklı şekillerde anlaşılmaktan uzak olan” demektir. İşte Kur’an’ın bir kısım âyetleri böyledir. Bunların ifâde ettiği mânalar gâyet açıktır. Yoruma muhtaç değildir. Bunlarda şüpheye ve zihin karışıklığına yer yoktur. Gerekli bilgi ve tecrübeye sahip olan işin ehli kimseler, bunları kolaylıkla anlayabilir ve onlardan gerekli hükümleri çıkarabilirler. Bu âyetler, ilim ve amel bakımından uyulması gereken temel esasları ve insanı doğru yola eriştiren delilleri ihtiva ederler. Dolayısıyla:

  • Allah’ın bir olduğunu bildiren,
  • O’na kulluk etmeyi, her türlü iyiliği yapmayı ve adaletli olmayı emreden,
  • Bütün ahlâkî faziletlerle donanmayı tavsiye eden,
  • İnkâr etmeyi, şirk koşmayı, putlara tapmayı, haksız yere cana kıymayı, içkiyi, kumarı, fâizi, zinâyı, yetim malını yemeği yasaklayan âyetler buna misal verilebilir.

اَلتَّشَابُهُ (teşâbüh), iki şeyin birbirine eşit olarak benzemesi demektir. Bu tarzda birbirine benzeyenlerden her birine de “müteşâbih” denilir. Her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olduğundan, benzer yönleri, ayrıntıları ortadan kaldırmakta ve insan zihnî onları birbirinden ayırmakta âciz kalmaktadır. İşte “müteşâbih âyetler”, birbirine benzer mânalar ifade etmesi sebebiyle, mânaları ve delâleti açıkça anlaşılmayan, birini diğerinden ayırdetmek güç olan âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in büyük çoğunluğu bu âyetlerden oluşmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında:

  • Allah’ın eli ve yüzü olduğunu, geldiğini, arşa istivâ ettiğini bildiren âyetler,
  • Kabir, kıyâmet, mahşer, hesap, cennet ve cehennemle alâkalı âyetler,
  • Hurûf-ı mukattaalar,
  • Hz. Âdem’in anasız babasız, Hz. İsa’nın sadece babasız yaratılması,
  • Hz. Üzeyr’in yüz sene ölü kaldıktan sonra diriltilmesi,
  • Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz sene mağarada kalıp tekrar uyandırılması,
  • Peygamber mûcizeleri,
  • Kâinatın maverâsı ve derinlikleri, eşyanın hakikati gibi tefekkürî konulardan bahseden âyetler buna misâl verilebilir.

Peki Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbih âyetlerin bulunmasının hikmeti nedir?

Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecek bir kitaptır. Bu sebeple onun, indiği andan itibaren bütün zaman ve mekanlar için uygun düşecek neticelerin ve çeşitli mânaların çıkarılmasına imkan tanıyan ifadelere sahip olması tabiidir. Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ehliyette âlimlerin yetişebilmesi, zor ifadelerden bir kısım hedefler bulup çıkarabilme melekesini haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün tâlimatları kolay bir üslûpla ve tek düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes ön­ündeki hazır malzemeyle yetinme alışkanlığı kazanır, aklını çalıştırmaya ihtiyaç hissetmez, ilmî gayretlere soyunmaz, böylece ilerleme ve gelişme müm­kün olmazdı. Bunun için Kur’an, müteşâbih âyetleri vasıtasıyla gerek hukukî meselelerde, gerek her türlü bilimsel konularda,  gerekse ailevî ve ictimâî hayatı ilâhî kanunlar çerçevesinde tanzîm etmede, medeniyetler kurup geliştirmede insan aklına geniş yer ayırmıştır. Az kelimeyle çok mâna ve hüküm beyan edip, bazı hükümlerinde esneklik getirerek akıl, deney, tecrübe ve araştırma mahsûlü ilmî gelişmelere kapı aralamıştır.

Sahip olduğu kalbî, aklî ve zihnî melekeleri itibariyle insan, ilim ve medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, hep yeni şey­lerin peşinden koşmak, onları bilip öğrenmek ihtiyacı hisseder. Bu ihtiyacını karşılamaya çalışırken, kendi ötesinde bilinmeyen bîr âle­min varlığını sezmesi, marifet yolunda ilerlerken ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini fark etmesi bu bakımdan büyük önem arzetmektedir. Zira bu his ve idrak, bir taraftan onu bu nevi araştırmaları sürdürme yolunda kamçılayacak, diğer taraftan da ilimde ne kadar ileri gi­derse gitsin, her bilenin üzerinde daha iyi bilen birinin olduğunu ve yüce Al­lah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine ulaştıracaktır. İşte müteşâbih âyetler insana bu yönde de ışık tutmakta ve ona istikâmet vermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mânalarını anlamaya çalışırken öncelikle muhkem âyetler esas alınmalı, müteşâbih âyetler ise onlarla mîzân edilerek anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmalar sayesinde âyetler arasında herhangi bir çelişkinin olmadığı, hepsinin aynı hakikati anlatan parçalar olduğu anlaşılacak, böylece Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair mü’minin kalbinde bulunan iman daha da kuvvetlenecektir.

Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan” kimselerden bahsedilmekte ve bunların “sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak arzusuyla” Kur’an’ın müteşâbih âyetlerinin peşine düştükleri beyan edilmektedir. Bu ifade, kendi batıl görüşünü desteklemek ve tervic etmek için müteşâbihlerin peşine düşen ve onları delil olarak kullanmaya çalışan kâfir, zındık, câhil ve ehl-i bidat herkese şâmildir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi ve ruhu” olduğunu beyan eden âyetten (bk. Nisâ 4/171) kendi bâtıl itikatlarını destekleyecek şekilde mânalar çıkarmaları, yahudilerin sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaalardan hareketle ümmet-i Muhammed’in ömrünü çıkarmaya çalışmaları, bir kısım batıl mezheplerin Allah’ın sıfatlarıyla alakalı “el, yüz, yan, ayak, parmak” gibi bazı müteşâbih lafızlardan hareketle Cenâb-ı Hakk’ı insan sûretinde tasvir etmeleri buna misal verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 150; Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 13-14)

Kalbî durumu bu şekilde olanlar, şahsî düşüncelerini ve nefsânî arzularını putlaştıran, bunlardan başka bir hakikat tanımayan, dinin emirlerini oyuncak yerine koyan bir anlayışa sahiptirler. Halbuki dinde aslolan kayıtsız şartsız hakka tâbi olmaktır. Onlar, dinin emirleri doğrultusunda amel etmekten hoşlanmadıklarından, dâimâ zihinleri kararsızlık, şüphe ve vehimlere sürüklemek için müteşâbih ifadelerden esinlenerek ortaya attıkları hayal mahsulü boş şeylerin peşine düşerler. Böylece her şeyi şüpheli hâle getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en açık gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler.

Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan”ların karşısına “ilimde derinleşmiş olanlar” konmaktadır. Bunlar eğrilikten hoşlanmayan, ilim yolunda sağlam duran, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından gelen bilgiler hakkında en küçük bir şüphe duymayan gerçek ilim sahibi kimselerdir. Onlar: “Biz Kur’an’a inandık, muhkemiyle, müteşâbihiyle hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Hakikaten ancak böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahipleri, Allah’ın âyetlerini tefekkür edip ondan gerekli dersi, ibret ve öğüdü alabilir. Aklı karışmış, kalbi eğrilmiş ve anlayışı bozulmuş olanlar ise bunları gereği gibi düşünebilme imkanından mahrumdurlar.

5. VÜCÛH VE NEZÂİR

اَلْوُجُوهُ (vücûh) eş sesli demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, aynı kelimenin değişik âyetlerde farklı anlamlarda kullanılmasıdır. Her dilde eş sesli kelimeler vardır. Türkçemizdeki “yüz” kelimesi, “başın ön kısmı, dış taraf, yön, belli bir miktarı bildiren sayı” anlamlarında eş seslinin misalidir.

Kur’ân-ı Kerîm’den “vücûh”a misaller:

  1. Misâl: اَلْهُدَي (hüdâ) kelimesi. Bu kelime Kur’an’da pek çok mânayı ifâde için kullanılmıştır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
  • Beyân (Bakara 2/5)
  • Din (Âl-i İmrân 3/72)
  • Kur’an (Necm 53/23)
  • Delil (Bakara 2/258)
  • Tevhîd (Kasas 28/57)
  • Sünnet (Zuhruf 43/22)
  • İman (Meryem 19/76)
  • Sebat (Fatiha 1/5)
  • Hz. Muhammed (Bakara 2/159)
  1. Misâl: اَلطَّاغُوتُ (tâğût) kelimesi:
  • Şeytân (Bakara 2/256)
  • Put (Nahl 16/36)
  • Her türlü kötü ve zararlı şey

اَلنَّظَائِرُ (nezâir) ise eş anlamlı kelimeler için kullanılan bir kavramdır. Diğer bir ifade ile lafız, şekil, bâzen de mâna bakımından birbirine benzeyen lafız ve âyetlerdir. Bunu “Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesi” şekilinde de târif edebiliriz. Türkçe’de “çabuk, tez, seri, hızlı” kelimeleri de eş anlamlı kelimelerin örnekleridir.

Farklı kelimelerle aynı anlamın ifade edilmesine misaller:

  1. Misâl: Kur’ân-ı Kerîm’de “Kur’an” anlamına gelen farklı kelimeler:
  • Kur’an (Bakara 2/285)
  • Kitap (Bakara 2/2)
  • Furkān (Furkan 25/1)
  • Zikir (Hicr 15/9)
  • Rahmet (Nahl16/89)
  • Şifâ (İsrâ 17/82)

Görüldüğü gibi kitap, furkān, zikir, rahmet, şifâ kelimeleri, geçtiği bu âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’le eş anlamlıdır.

  1. Misâl: “Cehennem” anlamına gelen kelimeler:
  • Nâr
  • Cahîm
  • Sa‘îr
  • Sakar
  • Hutame

Vücûh ve nezâirin Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasında çok mühim bir yeri vardır. Âyet ve sûrelerde tekrar edilen birçok kelime, kullanıldığı her yerde ayrı bir anlama gelmektedir. Bu mâna zenginliği, âyetleri açıklamada ifade zenginliği kazandırmaktadır. Vücûh ve nezâir dikkate alınmadığı takdîrde, âyetlerin mânasını yanlış veya eksik anlama tehlikesi doğar.

6. HURÛF-İ MUKATTAA

اَلْحُرُوفُ الْمُقَطَّعَةُ (el-hurûfu’l-mukattaa) kelime olarak “kesik harfler” anlamındadır. Bununla kastedilen Arapçadaki hece harfleridir. Bir terim olarak huruf-u mukattaa ise, Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı sûrelerin başında yer alan ve bir harften veya birkaç harfin birleşmesinden oluşan harflere verilen isimdir.

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır. Bazıları sûre başlarında müstakil bir âyet iken, bazıları da âyetin bir bölümüdür. Bu harfler, Kur’an’ın müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan âyetlere denir.

Bu harflerden bazıları ve bulundukları sûreler şunlardır:

Mukattaalar

Sûreler

الم

Bakara, Âl-i İmrân ve Ankebût.

الم

Rûm, Lokmân ve Secde

المص

A‘râf

كهيعص

Meryem

طسم

Kasas ve Şuarâ

يس

Yasîn

حم. عسق

Şûra

Hurûf-ı mukattaanın hangi mânalara geldiği konusunda farklı görüşler vardır. Âlimlerin bu görüşleri başlıca iki grupta toplanmaktadır:

  1. Hurûf-ı mukattaa, Kur’an’ın sırlarındandır. Bunların anlamlarını ancak Allah Teâlâ bilir. Onun için insan bu harflerin anlamları üzerinde ne kadar düşünse de bir sonuca ulaşamaz. Bu konuda ortaya konulan görüşler, kişilerin kendi kanaatlerinden öteye geçmez.
  2. Hurûf-ı mukattaa konusunda Kur’an’da ve hadislerde açıklayıcı bir bilgi mevcut değildir. Fakat ilimde yüksek dereceye ulaşmış bulunan kimseler bu harflerin anlamlarını tespit edebilirler. Bu görüşü benimseyen âlimler, mukattaa harflerinin anlamları konusunda farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Şöyle ki:
  3. Bu harflerden her biri Allah’ın isim ve sıfatlarıyla başka isimlere delâlet eder. Meselâ İbn Abbâs’a nisbet edilen bir görüşe göre كهيعص (Kâf-hâ-yâ-ayn-sâd) harfleri Allah’ın, “el-Kerîm, el-Hâdî, el-Hakîm, es-Sâdık” isimlerini ifade eder. الم (Elif-lâm-mîm) harfleri, “Ben Allahım, daha iyi bilirim” anlamındadır. Buna benzer misâlleri çoğaltmak mümkündür.
  4. Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir:

“Kur’ân-ı Kerîm, şu gördüğü­nüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir. Siz bu harfleri bili­yorsunuz. O halde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”

  1. Hurûf-ı mukattaa, Allah ve Resûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve Resûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.
  2. Cenab-ı Hak, tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl olur.
  3. Başında bu­lundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.

Hurûf-ı mukattaanın Kur’an’ın diğer âyetleri gibi Allah kelamı olduğunda şüphe yoktur. Ancak Cenâb-ı Hak ve onun Resûlü Hz. Muhammed (a.s.) bu harflerin anlamları konusunda bir bilgi vermedikleri için bunların anlamı üzerinde durmamak gerekir. Yapılacak en doğru şey, “Bunlar, Allah kelamıdır ve Kur’an’dandır. Anlamlarını ise Allah ve Resûlü daha iyi bilir” demektir.

7. GARÎBU’L-KUR’AN

اَلْغَرِيبُ (garîb) kelimesi Arapça sözlüklerde “yurdundan uzak kalan; kendi cinsi arasında eşi ve benzeri bulunmayan; müphem ve kapalı olan” mânalarına gelir. Buna göre “garîb lafız”, “az kullanılması sebebiyle mânası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler” demektir.

“Garîbu’l-Kur’an” dediğimiz zaman ise daha ziyade “diğer Arap lehçelerinden gelen ve farklı yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan lafızlar” kastedilir.

Şu bir tarihi gerçektir ki, bütün diller, yabancı dillerden kelimeler almış ve onları kendi potasında eriterek kelime hazinelerine katmıştır. Arap dili de yabancı millet ve medeniyetlerden aldığı bazı kelimeleri Arapçalaştırarak kullanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de indirildiği dönemin günlük konuşma dilindeki bu Arapçalaşmış kelimeler mevcuttur. Fakat tabii olarak bazı kimseler, bu kelimelerin bir kısmının mânasını bilememiştir.

Bugün, terim olarak “garîb” diye tabir edilen bu kelimelerin tamamı tespit edilmiştir. Bu kelimelerin bir kısmını şu şekilde tablolaştırabiliriz:

Garîb Kelimeler

Lehçeler

Mânaları

Sefih (Bakara 2/13)

Kinâne Lehçesi

Câhil

Sâ‘ika (Bakara 2/55)

Umman Lehçesi

Ölüm

Bağy (Bakara 2/90)

Temîm Lehçesi

Hased

Yemîn (A’râf 7/136)

Kıpt Lehçesi

Deniz

Erâik (Yâsîn 36/56)

Habeşçe

Koltuklar

Esbât (Bakara 2/236)

İbranice

Kabileler

Ğassâk (Nebe’ 78/25)

Türkçe

Kokuşmuş su, irin

Rakîm (Kehf 18/9)

Rumca

Levha

Siccîl (Fîl 105/4)

Farsça

Pişerek taşlaşmış çamur

Ekvâb (Bakara 2/236)

Nabatça

Testiler

Esfâr (Cum‘a 62/5)

Süryanice

Kitaplar

Kur’ân-ı Kerîm’de bir kelimenin “garip” olmasına, bazen Kur’an’ın o kelimeye yüklediği yeni bir anlam sebep olabilmektedir. Meselâ (Bakara 2/7) âyetindeki خَتَمَ (hateme)nin “mühürledi” anlamı bilinmesine rağmen, âyetteki “Allah onların kalplerini mühürledi” ifadesinin anlamı bazı kimselerce anlaşılamamıştır.

Kelimelerin Kur’an’da nadir kullanılması da, o kelimenin anlamının bazı kimselerce bilinememesine sebep olmuştur. Mesela sadece (Meryem 19/13) âyetinde geçen “merhamet, ruh inceliği ve kalp yumuşaklığı” anlamındaki حنانا (hanânen) kelimesi böyledir. Nitekim Abdullah b Abbas bile bu kelimeyi, Kur’an’da anlamını bilmediği dört kelime arasında saymıştır.

Yabancı dillerden ve lehçelerden Arap diline geçerek Arapçalaşmış kelimeleri anlama çalışmaları daha sahâbe döneminde başlamıştır. Anlamın tespitinde Arap şiirinden de faydalanılmıştır. Bu çalışmalar, erken dönemden itibaren “Ğaribu’l-Kur’an” isimli sözlüklerde toplanmıştır. Bu kelimelerin çoğunluğunun halkın geneli tarafından bilindiği de unutulmamalıdır. (Fil 105/4) âyetindeki Farsça asıllı “seng kil”in “siccîlin” telaffuzuyla herkes tarafından kullanılması bunun en güzel misalini oluşturmaktadır.

Garîbu’l-Kur’an hakkındaki en meşhur eser, Râğıb el-Isfehânî (ö.502/1108)’nin “el-Müfradât fi ğaribi’l-­Kur’ân” isimli kitabıdır.

8. MÜŞKİLÜ’L-KUR’AN

اَلْمُشْكِلُ (müşkil), sözlükte “karışık, birbirine zıt olan şey” anlamına gelir. Terim olarak ise “Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar” diye târif edilir. Aslında Kur’an’da hiçbir çelişki ve tezat yoktur. Bununla ilgili olarak âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Acaba Kur’an üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’tan başkasının sözü olsaydı, elbette onda pek çok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.” (Nisâ 4/82)

Dolayısıyla Kur’an’da çelişki olmadığına göre, “Müşkilu’l-Kur’an” ilmi, bazı âyetlerin ve kelimelerin anlaşılma güçlüğünü ortadan kaldırmayı hedeflemekte, dıştan çelişki var gibi gözüken âyetleri de dilin inceliklerini, Kur’an’ın bütününü ve Peygamberin sünnetini dikkate alarak açıklamaya çalışmaktadır.

Vereceğimiz şu misaller konuyu anlamamıza yardımcı olacaktır:

  1. Misâl:

A‘râf sûresi 6. âyette:

“Kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz” buyrularak mahşerde hesabın varlığına ve zorluğuna dikkat çeker. Fakat Rahman sûresi 39. âyette:

“O gün ne insanlara ne de cinlere günahından sorulur” buyrulur.

Konuya zahiren baktığımız zaman sanki bunlar arasında bir çelişki varmış zannedilebilir. Çünkü bir âyet hesabın varlığından, diğeri ise yokluğundan bahsetmektedir. Ama biz biliyoruz ki, Kur’an’da kesinlikle bir çelişki söz konusu değildir.

Zahiren çelişki gibi gözüken bu işkali şöyle çözüme kavuşturmak mümkün olabilir:

Kıyamet günü, uzunluğu sebebiyle çeşitli safhaların yaşanacağı ve değişik hallerin olacağı bir gündür. Âhiretle ilgili âyet-i kerîme ve hadis-i şerifler bu safhalarda nelerin yaşanacağını haber vermektedir. Bir safha var ki orada günahlardan sorulmayacak, bir safha var ki orada herkese mutlaka yaptıklarından sorulacak (bk. Hicr 15/92-93), bir safha var ki kimse konuşamayacak, bir safha var ki konuşacak, bir safha var ki şâhitler şâhitliklerini yapacak, bir safha var ki ameller tartılacak, bir safha var ki amel defterleri dağıtılacak, bir safha var ki kâfirler birbiriyle, ezilenler ezenlerle, müşrikler putlarıyla cedelleşeceklerdir. İşte Rahmân sûresi 39. âyette, insan ve cin hiç kimseye günahından sorulmayacak bir safhaya işaret edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ o günahları tespit etmiş, melekler yazmış, şâhitler şâhitliklerini yapmış, ameller tartılmış, sonuç kesin olarak ortaya çıkmıştır. Artık inkârcı suçlular, hiçbir sorguya hacet kalmayacak şekilde simalarından ayan beyan tanınacak bir durumdadır. Geriye bunların son derece güçlü zebâniler tarafından kıskıvrak yakalanıp cehenneme fırlatılması kalmıştır. Onlar da dünya hayatında günaha dalmakta tereddüt etmeyen bu suçluların ellerini kollarını uzun demir zincirlere vurup (bk. Hâkka 69/32), perçemleri ve ayaklarından tutup bellerinden ikiye katlayarak cehenneme fırlatacaklardır.

  1. Misâl:

Müzzemmil sûresi 5. âyette:

“Doğrusu biz sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz” buyrulmaktadır. Kamer sûresi 17. âyette ise:

“Andolsun biz bu Kur’an’ı, iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık...” buyrulur. İlk âyette Kur’an’ın ağır bir söz olduğu, ikinci âyette ise onun kolaylaştırıldığı beyan edilmiştir. Bu durum ilk bakışta çelişki izlenimi vermektedir. Halbuki ilk âyet, Kur’an’ın getirdiği hayat düzeninin tebliğinin ve uygulanmasının ağır bir sorumluluk olduğunu bildirmiştir. İkinci âyette belirtilen Kur’an’ın kolaylaştırılması ise okunması, anlaşılması ve ezberlenmesidir. Kur’an’ı teorik olarak öğrenmek kolaydır. Ancak kişisel ve sosyal hayatımızı onun öngördüğü şekilde yaşamanın önünde sabrı ve iradeyi gerektiren nice zorluklar vardır.

Kur’an’da müşkil, kapalı ve hangi anlamın tercih edileceği tam belirgin olmayan lafızların bulunması, onun üzerinde daha yoğun düşünmeyi sağlamıştır. Aynı şekilde, Kur’an’ın edebi üstünlüğünün ortaya çıkmasını ve daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.

İbn Kuteybe (ö. 276/889)’nin “Te’vîlü müşkili’l-Kur’an” isimli eseri bu alanda en önemli çalışmalardan biridir.

9. MÜCMEL-MÜBEYYEN

اَلْمُجْمَلُ (mücmel) sözlükte “bir araya getirilmiş, kısaca ifade edilmiş” demektir. Terim olarak ise “kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan, ancak maksadın Şâri[1] tarafından izah edilmesiyle anlaşılabilen lafız veya âyet” diye târif edilebilir.

اَلْمُبَيَّنُ (mübeyyen) ise sözlükte “açıklanmış, beyan edilmiş, anlaşılır hale getirilmiş” mânasına gelir. Terim olarak ise “Kur’an âyetlerinde mücmel hususların açıklanıp anlaşılır hale getirilmesi” demektir. Buna göre kapalı sözü açıklığa kavuşturan lafız veya âyete de “mübeyyin” denilir.

Konuyla ilgili verilecek şu misaller dikkat çekecektir:

  1. Misâl:

“Fecrin, beyaz ipliğe benzeyen aydınlığı siyah ipliğe benzeyen gece karanlığından ayrılıncaya kadar bütün gece yiyin için.” (Bakara 2/187)

Rivayete göre âyetteki مِنَ الْفَجْرِ (mine’l-fecri) “tan yeri” kelimesi ilk indiğinde âyetin içinde yoktu. Bu sebeple bir kısım sahâbîler âyetteki ipliği “gerçek iplik” zannediyor, sahur yaparken siyap iplikle beyaz ipliği yan yana getiriyor ve bunları birbirinden ayırt edinceye kadar yemeye devam ediyorlardı. Bu yanlış anlama üzerine  مِنَ الْفَجْرِ (mine’l-fecri) “tan yeri” sözü indi. Böylece âyette sözkonusu edilen ipin hakikat anlamında olmayıp “gündüzün beyazlığı ile gecenin karanlığını” ifade eden ufuktaki çizgiler şeklinde mecâzî bir mânaya geldiği anlaşılmış oldu. (Buhârî, Savm 16; Elmalılı, Hak Dini, I, 672)

  1. Misâl:

Âyetlerdeki kapalılık bazen lafzın yaygın kullanılmamasından kaynaklanmaktadır.

“Gerçekten insan, pek hırslı ve tez canlı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Bir iyiliğe konunca da iyice cimrileşir, onu başkalarıyla paylaşmak istemez.” (Meâric 70/19-21)

  1. âyette geçen هَلُوعٌ (helû‘) kelimesi “mala ve menfaate karşı şiddetli hırs sahibi, haris; bunun yanında tez canlı, pek sabırsız, tahammülsüz ve mızıkçı” anlamlarına gelir. Fakat bu lafız yaygın kullanılmadığı için “mücmel” bir kelime olup gelen iki âyet onu açıklamaktadır:

جَزُوعٌ (cezû‘); kendisine bir kötülük, mesela ağrı, sıkıntı, yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokunduğu zaman kıvranır, sızlanır, feryad ü figân eder. Dayanamaz, başkalarından medet bekler.

مَنُوعٌ (menû‘); kendisine bir iyilik ulaştığı zaman mesela bir servete, bir sıhhate, bir makama konduğu zaman hırsından, kıskançlığından hiç kimseye bir şey vermek istemez. Ağladığı günü derhal unutur. Başı ağrıdığı zaman her şeyden ve herkesten medet uman o mızmız adam, bu kez biraz kuvvet bulunca kimseye bir lokma vermemek, iyiliğe engel olmak için sımsıkı bir afacan kesilir. Gerçek ve iyi olan her şeye sırtını çevirir. Eline geçeni toplayıp yığmaya, saklamaya çalışır. Bu yüzdendir ki, o çılgın ateş onu kendine çağırır.

  1. Misâl:

Âyetlerdeki lafızlar bazen birden çok anlam taşımakla da kapalı hale gelebilmektedir. Lafzın eşit seviyedeki bu anlamlarından hangisinin alınması gerektiği açık değildir. Örneğin, Tekvir sûresi 17. âyetindeki عَسْعَسَ (as‘asa) kelimesi, “gitmek ve gelmek” mânalarındadır. Dolayısıyla âyete giden gece veya gelen gece anlamlarından hangisini kazandırdığı belirgin değildir.

  1. Misâl:

Lafzın, sözlük mânası bilinmekle birlikte özel anlamda kullanılması da kapalılığa sebep olmaktadır. Bu çeşit mücmelin örneği اَلصَّلَوةُ (salât), اَلزَّكَوةُ (zekât) ve اَلْحَجُّ (hac) gibi kavramlardır. Örneğin, (Bakara 2/43) âyetindeki اَلصَّلَوةُ (salât) kelimesinin sözlük mânası “dua” iken, Allah onu şart ve rükünleri olan “namaz ibâdeti” anlamında kullanmıştır. Bu kapalılığı Peygamberimiz, uygulamalı olarak açıklamış ve böylece bu lafızlar müfesser/mübeyyen haline gelmiştir.

Verilen örneklerde de açıkça görüldüğü üzere, mücmel ve mübeyyen lafız ve âyetlerin Kur’an’da yer alması, ona büyük bir ifade ve mâna zenginliği kazandırmaktadır.

10. HAKİKAT VE MECÂZ

اَلْحَقؤيقَةُ (hakikat), bir lafzın konulduğu gerçek anlamında kullanılmasıdır. Meselâ “kuzu” denildiyse bildiğimiz kuzu, “aslan” denildiyse bildiğimiz aslanın kastedilmesidir. اَلْمَجَازُ (mecâz) ise bir lafzın haklı bir gerekçeye dayanılarak konulduğu mânanın dışında bir mâna ifade etmesidir. Yine aynı kelimeleri örnek verecek olursak; sevdiğimiz bir öğrencimize veya çocuğumuza hitâben “Kuzum nasılsın?” diye sorduğumuzda, aralarındaki “küçük, sevimli varlık” benzerliğine dayanarak bununla “bir koyunun evladı olan gerçek mânada kuzu”yu değil, mecazî olarak çocuğumuzu veya öğrencimizi kastederiz. Yine güçlü bir adamın ortaya çıkması sebebiyle “Aslan geldi” dediğimizde de aynı mecazî anlam söz konusudur.

Kur’ân-ı Kerîm’de kelimeler hakikî mânalarında kullanıldıkları gibi, bazen de mecazî mânalarda kullanılırlar. Aslında kelimelerin gerçek anlamlarında kullanılmayıp herhangi bir benzerlikten ötürü, başka bir anlamda kullanılması, yani mecazî kullanım her dilde vazgeçilmez bir anlatım unsurudur. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, Kur’an’da mecâzın varlığını kabul etmişlerdir.

  1. Misâl:

Allah Teâlâ bir âyette şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki, Allah katında canlıların en şerlisi, ilâhî gerçekleri düşünüp anlamayan o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl 8/22)

Bu âyeti kerîmede, yeryüzünde dolaşan canlıların en kötülerinin düşünmeyen, sağır ve dilsizler olduğu belirtilirken, mecazî olarak bir insan tipine işaret edilmektedir. Bu kişiler, Kur’an’ın âyetlerini dinlemeyen, onları duymazlıktan gelen insanlardır. İşte bu yüzden onlar duyma özürlü kişilere benzetilmişlerdir. Böylece bir mecâz yapılmıştır. Bu ifadeyi Kur’an içerisinde hakikî mânasında almamız mümkün değildir. Aksi takdirde bundan duyma ve konuşma özürlülerin kötü insanlar olduğu anlamı çıkacaktır ki, bu anlam Kur’an’ın öğretisine terstir. Bu sağır ve dilsizlerle inkârcılar kastedilmektedir.

  1. Misâl:

“Ne zaman savaş için bir fitne ateşi körükledilerse, Allah onu söndürdü.” (Mâide 5/64)

Âyette geçen اَوْقَدُوا نَارًا (evkadû nâren) ifadesi hakiki mânada ateş yakmak değil, “Allah Resûlü ile savaşmak ve ona bir kötülük etmek” yani fitne ateşini körüklemek anlamında mecazi mânada kullanılmıştır.

10. MÜBHEMÂTÜ’L-KUR’AN

اَلْمُبْهَمُ (mübhem) sözlükte “anlaşılması zor olan şey, kendisiyle neyin kastedildiği açık olmayan söz” anlamına gelir. Terim olarak ise “Kur’an’daki yer, zaman, kişi ve eşya isimlerinin açıkça zikredilmeksizin, ismi mevsûl, ismi işaret ve zamirle üstü kapalı ifade edilmesi”dir. Böyle durumlarda âyetlerin kimi ve neyi kastettiği tam olarak anlaşılmayabilir. Müphemleri açıklayabilmek için yine Kur’an’a, sünnete ve sahâbe sözlerine bakılır. Ayrıca tarih araştırmalarından ve ilmi verilerden de faydalanılabilir.

Kur’an’daki müphem lafız ve ifadelere şu misalleri verebiliriz:

  1. Misâl.

“İffet ve namusunu örnek bir tarzda korumuş Meryem’i de hatırla. Biz ona rûhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu bütün âlemlere bir ibret, kudretimizi gösteren bir alâmet kıldık.” (Enbiyâ 21/91)

Bu âyette geçen الَّت۪يۤ  (elletî) ism-i mevsûlü ile namusunu koruyan bir kadından bahsedilmektedir.

Allah Teâlâ:

“Bir de İmrân kızı Meryem’i de örnek verir. O, iffetini çok iyi korumuş, biz de ona rûhumuzdan üflemiştik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdîk etmişti. O, Allah’a bütün samimiyetiyle boyun eğen, O’nun emirlerine gönülden itaat eden­ biriydi” (Meryem 66/12) âyetinde bu kadının İmrân kızı Meryem olduğunu ismen belirtmiştir.

  1. Misâl:

“Gerçek şu ki, «soyu kesik» diyerek seni ayıplamaya kalkışan var ya, işte soyu kesik olan zürriyetsizin tâ kendisi işte odur!” (Kevser 108/3)

Bu âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz, Resûlullah (s.a.v.)’e “ebter: soyu kesik” diyen müşriklerden Âs b. Vâil’i, Peygamberimiz (s.a.v.)’e isnad ettiği sıfatla aşağılamak için açıkça ismini vermemiş ve “o (alçak)” anlamında هُوَ (hüve) zamiriyle zikretmiştir.

  1. Misâl:

“...Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?” (Mâide 5/53) âyetinde ِهٰؤُلَاء (hâulâi) ismi işaretiyle gösterilen kimselerin münafıklar olduğu

“...«Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber cihada çıkardık» diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor” (Tevbe 9/42) âyetinde açıklanmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de müphem ifadelerin bulunması pek çok yönden anlamlı ve faydalıdır:

  • İfade zenginliği sağlamak,
  • Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek
  • Hoşa gitmeyen bir lafızla muhatabı ayıplayıp tahkir etmek,
  • Bahsedilen kişi meşhur olduğu için ilave bir açıklama cihetine gitmemek,
  • Müphemi belirginleştirmenin herhangi bir faydasının olmaması.

11. KUR’AN’DA YEMİNLER

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîmde bazen sûre başlarında bazen de sûre ortalarında yer yer yarattıklarına yemin etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de on yedi sûrenin başında yemin yer almaktadır. Bu yeminlerden bir kısmı ve bu yeminlerin hikmetlerinden bazıları şöyledir:

“Yemin olsun saf saf dizilenlere, haykırıp sürenlere, zikir okuyanlara ki sizin ilâhınız tek bir ilâhtır.” (Sâffât 37/1-4)

“Gerçekleri açıklayan bu apaçık kitaba yemin olsun!” (Zuhruf 43/2)

“O esip tozu toprağı savuran rüzgârlara, ağırlık yüklenen bulutlara, kolaylıkla akıp giden gemilere, bütün işleri, rızıkları, yağmurları taksim eden meleklere yemin olsun ki size va‘dedilen yeniden diriliş, hesap ve ceza kesinlikle doğrudur.” (Zâriyât 51/1-5)

“Yemin olsun incire ve zeytine, Sînâ dağına ve bu güvenli beldeye ki muhakkak biz insanı en mükemmel biçimde yarattık.” (Tîn 95/1-3)

“Asra yemîn olsun ki, insan gerçekten ziyandadır.” (Asr 102/1-2)

Kur’an’da varlıkların üzerine yemin edilmesinin bir çok hikmetleri vardır;

  • O varlığa dikkat çekmek,
  • O varlığın şanını yükseltmek,
  • İfade edilen mânanın kuvvetini artırmak,
  • Üzerine yemin edilen varlıkların insan için kıymetini belirtmektir.

12. ÂYETLER VE SÛRELER ARASI MÜNÂSEBET

Kur’ân-ı Kerîm, yirmi üç yıl boyunca parça parça inmiştir. Âyetler ve sûreler Peygamberimiz (s.a.v.)’in Cebrâil (a.s.)’dan aldığı talimata göre tertip edilmiştir. Kur’an’ın hem âyetlerinin hem de sûrelerinin tertibinde mûcizevî bir yön vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve sûreleri arasında öylesine bir münasebet ve irtibat vardır ki, adeta Kur’an bütünüyle tek bir âyet gibidir. Özenle hazırlanmış sanat harikası bir mücevher gibidir. Mûcizevî bir metotla inşâ edilmiş, her parçası büyük bir ustalıkla yapılmış bir sanat eseridir. Her karesi, her parçası, her rengi büyük bir ustalık ve incelikle örülmüş harika desenlerle bezenmiş bir kumaş, bir halı gibidir. Gökyüzündeki çıplak gözle dağınık halde görülen burçlar, yıldızlar, gezegenler arasında müthiş bir münasebet, ölçü ve ahenk olduğu gibi Kur’an sûreleri ve âyetleri arasında da benzer münasebet, ölçü ve ahenk vardır.

Kur’an’ın bu yönünü ele alan ve inceleyen ilme “münâsebet ilmi” veya “tenâsübü’l-ây ve ve’s-suver” ismi verilir. Buna biz “siyak ve sibak ilmi” de diyebiliriz.

Bu ilim sayesinde âyetler ve sûreler arasındaki irtibat ortaya konularak;

  • Kur’an’daki bir hükmün illetinin ve ibarenin asıl maksadının ne olduğu anlaşılır.
  • İfadenin hakikat mi yoksa mecaz mı olduğuna karar verilir.
  • Birden çok mâna ifade edilen kelimenin bunlardan hangisini kastettiği anlaşılır.
  • Kırâatlardan hangisinin tercih edileceğine karar verilir.
  • Zamirlerin mercii tespit edilir.
  • Mükerrer âyetlerdeki farklılıkların sebebi anlaşılır.

Münâsebet ilmi şu başlıklar altında incelenebilir:

  • Âyet içi münâsebet:

Kur’ân-ı Kerîm’in küçük olsun büyük olsun her bir âyetinde, âyet içi çok belirgin ve sağlam bir münâsebet mevcuttur. Örnek olarak sadece Âyete’l-Kürsî’ye bakmak yeterli olacaktır:

“Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir? O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de. Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. En yüce ve en büyük yalnız O’dur.”

Burada birinci cümlede Allah’ın, kendisinden başka ilah bulunmayan tek ilâh olduğu belirtilir. Böyle bir ilâhın ebedî hayat sahibi olması, varlığı kendinden olması ve bütün kâinatı yöneten olması gerekir ki ikinci cümle bunu ifade  eder. Böyle bir ilâhın uyumak bir tarafa bir an gaflete düşüp uyuklamaması gerekir ki üçüncü cümle bunu anlatır. Böyle bir ilahın her şeye sahip olup sahip olduğu varlıkların bütün hallerini en iyi şekilde bilmesi ve onlar hakkında şefaat v.s. konularda tek yetkili olması gerekir ki dördüncü cümle bunu söyler. Böyle bir ilâhın hakimiyetinin her şeyi kuşatması, gökleri yeri zorlanmadan koruması ve devam ettirmesi gerekir ki beşinci cümle bunu belirtir. Böyle bir ilahın en yüce ve en büyük zat olması gerekir ki son cümle de bunu ifade eder. Bunlar sadece âyet içi ilk planda gözle görülen bir münasebettir. Âyet-i kerîmeye daha derin bakıldığında onda insanı hayretlere düşüren daha derin münasebetler görmek mümkün olabilecektir.

  • Âyetler arası münâsebet:

Âyetler içinde olduğu gibi âyetler arası münasebet de çok güçlü ve barizdir. Bütün âyetler arası bu münasebet en muhteşem anlamda kendini gösterir. Örnek olarak Vâkıa sûresinden şu âyetleri verelim:

“10. Üçüncü zümre «sâbikûn»; dünyada hayırlı işlerde öne geçenlerdir ki, onlar âhirette mükâfatda da öne geçeceklerdir.

  1. İşte bunlar «mukarrabûn»; Allah’a en yakın kullardır.
  2. Nimetlerle dopdolu cennetlerde olacaklardır.
  3. Onların çoğu öncekilerden,
  4. Birazı da sonrakilerden!
  5. Mücevherlerle işlenip süslenmiş ve yan yana dizilmiş tahtlar üzerine kurulurlar.
  6. Orada birbirlerine muhabbetle bakarak karşılıklı otururlar.
  7. Etraflarında hiç yaşlanmayan gençler hizmet için âdeta pervane olur;
  8. Durmadan çağıldayan pınarlardan doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle…
  9. Bu içecekten ötürü ne başları ağrır, ne de sarhoş olurlar.
  10. Beğendikleri türlü türlü meyvelerle…
  11. Canlarının çektiği kuş etleriyle…
  12. Bir de iri gözlü güzel yüzlü hûriler;
  13. Sedeflerinde saklı inciler gibi!
  14. Dünyada yaptıkları güzel amellere bir mükâfat olarak.
  15. Orada ne bir boş, mânasız laflar işitirler, ne de günaha sokacak bir söz.
  16. Sadece, «Selam size ey cennetlikler, selâm!» sözünü duyarlar.” (Vâkıa 56/10-26)

Bu âyetler cennette en yüksek derecelere yükselecek “mukarrabîn” denilen Allah’a yakın kulların erişecekleri nimetler haber verilir. Nimetlerin sıralaması ne müthiştir ve muazzam bir ahenk içinde müjdelenmektedir. Âyetler arasındaki münasebeti her okuyucu rahatlıkla görüp anlayabilir, orada resmedilen nimet ve mutluluk manzaralarını seyredebilir.

  • Sûre içi münasebet:

Kur’ân-ı Kerîm’de âyet içinde olduğu gibi sûre içinde de uygun bir münasebet vardır. Örnek olarak İhlâs sûresini verelim:

“1. De ki: O Allah birdir.

  1. Her şey o Allah’a muhtaç; O hiçbir şeye muhtaç değildir.
  2. O, doğurmamış ve doğmamıştır.
  3. Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlâs 112/1-4)

Bahsedilen o yüce zatın Allah olması için “bir” olması, hiçbir şeye muhtaç olmaması, herkesin kendine muhtaç olması, doğurmamış ve doğmamış olması ve hiçbir şeyin kendine denk olmaması lazımdır. Sûre içi daha derin münasebet ve bağlar vardır ki bunun için müstakil bir cilt kitap yazmak gerekir.

  • Sûreler arası münasebet:

Âyetler arasında olduğu gibi Kur’an’ın büyük olsun küçük olsun sûreleri arasında da münasebet vardır. Bu konuda tefsîrlerde önemli izahlar yer alır. Konuyla ilgili müstakil tez ve kitap çalışmaları da yapılmıştır ve yapılmaktadır. Biz bir iki örnekle yetineceğiz:

Fâtiha-Bakara: Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği mâna ve mesajlara güzel bir giriş ve şumüllü bir özet mâhiyetindeki Fâtiha sûresinden sonra, Kur’an’ın zirvesi mesabesindeki (bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2) Kur’an’ın en uzun ve en muhtevalı sûresi olan Bakara sûresi gelmektedir. Kur’an hayat sahibi bir varlığa benzetilecek olursa Fâtiha sûresi bunun başı, Bakara sûresi gövdesinin en önemli kısmı, diğer sûreler o varlığın diğer azaları ve cihazları mesabesindedir.

Bakara-Âl-i İmrân: Bakara sûresinde özetle işaret edilen bir kısım mevzuları derinlemesine izah etmek ve sûrenin sonunda yer alan mü’minlerin yardım ve zafer niyazlarına bir cevap olmak üzere Âl-i İmrân sûresi başlar.

Âl-i İmrân-Nisâ: Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinde yeri geldikçe kısa kısa temas edilen rabbânî terbiye gereği insanın yaratılışı ve kardeşliğinden başlayarak toplumun oluşumu ve sağlam ağlarla birbirine bağlanmasının bir rüknü olan aile hayatıyla ilgili hukuk ve vazifelerin açıklanması ve dinî terbiyenin tamamlanması bağlamında Nisâ sûresi başlar.

  • Sûrelerde işlenen farklı konular arası münâsebet:

Bu husus da Kur’an’ın bütünlüğü ve konuları küllî bir anlayışla ele alması açısından önemli bir yöndür. Kur’an sûrelerinde, sûrenin uzunluk ve kısalığına göre bazen bir konu, baze iki, üç veya daha fazla konu ele alınır. Bunlar arasında son derece insicam ve irtibatın bulunduğu ve konuların birbiriyle adeta bir çarkın dişlilerinin birbiriyle uyumu gibi bir uyum içinde işlendiği görülür. Meselâ Bakara sûresinin 190-195. âyetler cihad ve savaştan bahsederken, 196-203. âyetler ise hacdan bahseder. Yani cihad ve savaştan bahseden âyetlerle hacdan bahseden âyetler arka arkaya gelmiş, cihad ve hac komşu olmuş, aralarında bir münasebet oluşmuştur. Bilindiği gibi cihad ve hac ibâdetinde kullar hem canla hem de malla imtihan edilirler. Bu itibarla cihad ve hac en zor ibâdetlerdendir. Peygamberimiz (s.a.v.) “cihadın en güzeli kabule şayan olan hacdır” buyurarak cihadla hac konuları arasındaki münasebeti göstermiştir.

  • Kur’an’ın bütünüyle ilgili münasebet:

Âyet içi, âyetler arası, sûre içi, sûreler arası, konular arası münasebet olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’in bütünü arasında da mûcizevî, müthiş ve muazzam bir münasebet, ahenk, irtibat ve konu birliği vardır. Bunu şu âyet-i kerîmeler en güzel şekilde izah ve ifade etmektedir:

“Acaba onlar Kur’an üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’tan başkasının sözü olsaydı, elbette onda pek çok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.” (Nisâ 4/82)

“Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi; onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlığa yer vermedi.” (Kehf 18/1)

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu olmalıdır: Kur’ân-ı Kerîm, ele aldığı konuları çok farklı ve çok yönlü bir münasebet içinde anlatır. İnsanların yazdığı kitaplarda olduğu gibi onda çok özel konu başlıkları bulunmaz. Kendini has mûcizevî uslupla hedeflerine en güzel şekilde hizmet edecek tarzda pek çok konuyu birlikte sözkonusu eder ve açıklar. Bunlardan hedeflerine uygun sonuçlar çıkarır. Bu bakımdan bir konu hakkında Kur’an’ın ne demek istediğini tam olarak anlayabilmek için, o konunun Kur’an bütünlüğü içinde ve o konuyla ilgili âyetler çerçevesinde ele alınıp incelenmesi gerekir. Değilse yanlış sonuçlara varma tehlikesi olabilir. Örnek olarak Kur’an’ın “şefaat” meselesine bakışını verebiliriz:

Kur’ân-ı Kerîm’de bazı âyetler vardır ki bunlar Allah’tan başka hiç kimsenin şefaat etme hakkı olmadığını söyler:

“De ki: Şefaatin tamamı Allah’a aittir. Göklerin ve yerin mülkü O’nun dur.” (Zümer 39/44)

“…Onların Allah’tan başka hiçbir dostları ve şefaatçileri yoktur.” (En‘âm 6/51)

Sadece bu âyetleri okuyan kişi, âhiret gününde Allah’tan başka kimsenin şefaat edemeyeceği sonucuna ulaşabilir. Ancak Kur’an’da aynı konuyla ilgili başka âyetler de vardır ve bu âyetler Allah’ın izin verdiği bazı kişilerin de şefaat edebileceğini dile getirir:

“O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ 20/109)

“O’nun katında, O’nun izin verdikleri dışında kimsenin şefaati fayda vermez.” (Sebe’ 34/23)

Bu âyetlerden açıkça anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu kimseler şefaat edebileceklerdir. İmkansız olan husus, Allah izin vermeden ve Allah’a rağmen şefaat etmektir.

Tefsîrinde âyetler ve sûreler arasında münasebete hususa ağırlık verip işleyen ilk müfessir Fahreddin er-Râzî’dir. Bu büyük âlim ve müfessir, “Kur’an’ın tamamı tek bir sûre, hatta tek bir âyettir” (Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 698) düşüncesinden hareket ederek bunu tefsîrinde başarıyla uygulamıştır.

Bu konuda en büyük çalışmayı yapan müellif ise Burhanuddin İbrahim b. Ömer el-Bikâî (ö. 885/1480)’dir. Kaleme aldığı “Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-suver” eserde âyetler ve sûreler arası münasebeti en geniş anlamıyla ortaya koymaya çalışmıştır. Bir konuda eser yazan bir diğer önemli müfessir de Celaleddin es-Suyûtî (ö. 911/1505)’tir. Eserinin ismi “Tenâsuku’d-durer fî tenâsübi’s-suver”dir. Elmalılı’nın da Hak Dini Kur’an Dili eserinde münâsebet konusuna önemli sayılacak düzeyde dikkat çektiğini söyleyebiliriz.

13. KUR’AN’IN VE BAZI SÛRE VE ÂYETLERİN FAZİLETİ

Kur’ân-ı Kerîm’in ve bir kısım sûre ve âyetlerin faziletleriyle ilgili hadis kaynaklarımızda pek çok rivâyetler bulunmaktadır.

  1. Kur’an’ın bütünüyle alakalı faziletleri

“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an 21; Ebû Dâvud, Vitr 14/1452; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an 15/2907)

“…Bir grup insan, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve onu aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.” (Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvûd, Vitr 14/1455; Tirmizî, Kırâât 10/2945; İbn Mâce, Mukaddime 17)

“Kalbinde, Kur’ân’dan bir miktar bile bulunmayan kimse, harap olmuş ev gibidir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an 18/2913; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’an 1)

“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilir:

Biri, Allah’ın kendisine Kur’an verdiği kişidir. O kişi, Kur’an ile gece gündüz meşgul olup onunla amel eder. Diğeri, Allah’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz bu malı infak eder.” (Müslim, Müsâfirîn 266, 267. Ayrıca bkz. Buhârî, Temennî 5; Tevhîd 45)

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve muhtevâsıyla amel ederse, kıyâmet günü anne babasına bir tâc giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş aranızda olsa, onun dünyadaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile amel eden kişinin durumu nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?” (Ebû Dâvûd, Vitr 14/1453)

“Hâmil-i Kur’an (Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmı ile yaşayan, ahlâkı ile ahlâklanan ve hikmeti ile kemâle eren bir hâfız efendi) öldüğü zaman Allah, toprağa, onun vücûdunu yememesini vahyeder. Toprak da der ki:«Yâ Rabbî! Senin kelâmın sînesinde iken, ben onun vücûdunu nasıl yiyebilirim ki?..»” (Deylemî, Müsned, I, 284/1112; Ali el-Mütteki, Kenzu’l-ummâl, I, 555/2488)

  1. Kur’an’ın bazı sûre ve âyetlerinin faziletleri

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur: “Allah Teâlâ, ne Tevrat’ta ne de İncil’de Ümmü’l-Kur’an yani Fatiha gibi bir sûre indirmiştir. es-Seb‘u’l-Mesâni odur. Yüce Allah: «O, benimle kulum arasında ikiye taksim edilmiştir. Kuluma da is­tediği verilecektir» buyurmaktadır.” (Tirmizi, Tefsîr 15, 4)

Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdu ki: “Fâtihatü’l-kitâb, bütün hastalıklara şifadır.” (Dârimi, Fedâilü’l-Kur’an 12)

Nitekim, sahâbeden Ebu Saîd Hudrî (r.a.), bir sefer esnasında kendisini yılan ısırmış bir kabile reisine Fatiha sûresini okumuş ve o da iyileşmiştir. (bk. Buhârî, Fedailü’l-Kur’an 9)

Bakara sûresiyle ilgili olarak Efendimiz (a.s.) şöyle buyurur:

“Ev­lerinizi Kur’an’dan uzak kalarak kabirlere çevirmeyin. Şunu bilin ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürküp kaçar.” (Müslim, Mûsâfirîn 212)

“Kur’an’ı okuyun; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[2] çünkü onlar, kıya­met gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendile­rini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyun; çünkü ona sarılmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlıktır; ona sihir­bazların gücü yetmez” (Müslim, Mûsâfirîn 252).

“Bakara sûresinin sonunda­ki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet o gece ona yeter.” (Buhârî, Fezâil 10)

Kehf sûresinin faziletiyle alâkalı rivâyetlerden birkaçı şöyledir:

Berâ b. Âzib (r.a.)’in dediğine göre bir adam Kehf sûresini oku­yordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzeri­ne doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlandı. Sabaha çıkınca o zat Nebî (s.a.v.)’e gelerek hâdiseyi anlattı. Resûlullah (s.a.v.): “O, kalbe huzur veren bir melektir, Kur’an okuduğun için inmiştir” buyurdu. (Buhârî, Fezâil 11; Müslim, Müsâfirin 240)

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Kim, Kehf sûresi­nin başından on âyet ezberlerse deccâlden korunmuş olur.” (Müslim, Müsâfirin 257)

“Kim, Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 446)

“Her kim Cuma gecesi Kehf sûresini okuyacak olursa, bir nûr kendisi ile Beyt-i Atîk arasındaki mesâfeyi onun için aydınlatır.” (Dârimi, Fedâilü’l-Kur’an 18)

“Kim Kehf sûresinin baş tarafları ile sonlarını okursa, bu sûre onun için tepeden tırnağa kadar bir nûr olur. Kim de tamâmını okursa, onun için gök ile yer arasında bir nûr olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,439)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) İhlas sûresinin faziletiyle ilgili şöyle buyurur:

“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu sûre Kur’an’ın üçte birine denktir.” (Buhârî, Tevhid 1; Müslim, Misâfirîn 259)

Kur’an’ın bütünü, bir kısım sûre ve âyetlerinin faziletiyle ilgili daha pek çok rivâyet vardır. Konuyu anlama açısından verdiğimiz sahih örnekler yeterlidir. Ancak şunu ifade edelim ki özellikle Kur’an’ın, sûre ve âyetlerin, bir kısım ibâdet ve zikirlerin faziletleriyle ilgili uydurma rivâyetler de had safhadadır. Maalesef bunlar işin ehli olmayan insanlar tarafından bir şekilde basılıp piyasaya sunulmakta, insanlar da bunlar alıp okuyup bunlarla amel etmeye çalışmaktadırlar. Burada dikkat edilecek husus, faziletle ilgili rivâyetlerin sahih olup olmadığına azami dikkati göstermektir.

[1].   Şâri: Dinde hüküm verme yetkisine sahip. Buna göre şâri Allah ve Resûlü’dür.

[2].  Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Tefsîr Usûlü ve Tarihi, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

MADDE MADDE KURAN'IN MUHTEVASI | 7 KONU

Madde Madde Kuran'ın Muhtevası | 7 KONU

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.