Kıyamette Nelerden Sorulacak?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi "Kıyamet Günü" sorulacak nimetlerden ve o zor gün için dünyada neler yapmamız gerektiğinden bahsediyor.

“O GÜN, VERİLEN NÎMETLERDEN SORULACAKSINIZ.”

Cenâb-ı Hak bize çok büyük bir nîmet verdi; en büyük Peygamberʼe ümmet olduk. Elhamdülillâh müslüman bir toplum içindeyiz. Tabi Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Bu âyet indiği zaman, Efendimiz ashâbıyla beraber bir yerde yemek yediler. (Uzun bir şey, ben kısaca şey yapayım.) Et, kebap yediler, şey yediler, bir koyun kızartması, bir de tatlı su, soğuk su, bir de hurma. Helâl tamamen. Zaten yemeleri de Efendimizʼin, üçte bir su, üçte bir yemek, üçte bir boşluk.

“‒Bakın (dedi), bu (dedi), yediklerimizden de hesaba çekileceğiz.” (Bkz. Müslim, Eşribe, 140)

Yani helâlin hesâbı. Nedir o da? Şükretmek. Cenâb-ı Hakkʼa teşekkür edebilmek.

Yine bir misal -bu, Hamdi Efendiʼnin tefsirinde var-:

Bir genç geliyor Rasûlullah Efendimizʼe:

“‒Yâ Rasûlâllah! Benim dünyada hiçbir şeyim yok diyor. Herhâlde ben diyor bu;

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

(“Sonra o gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” [et-Tekâsür, 8])

Bu âyet-i kerîmenin ben muhâtabı değilim.” diyor.

Efendimiz diyor:

“‒Bak (diyor), delikanlı (diyor), senin (diyor), gölgelendiğin bir ağaç var mı? (Diyor.) Bir ağaçta gölgeleniyor musun?” diyor.

Bak bu ağacı Allah senin için yarattı. Diğer yıldızlarda ağaç yok. Senin için yarattı.

“‒İçtiğin bir tatlı su var mı?” diyor. Bir deniz suyu içmiyorsun.

“‒Ayağına giydiğin bir şey var mı?” diyor. “Sen de bunlardan sorulacaksın.” diyor. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

“…Şükreden kullarım azdır.” (es-Sebe’, 13) buyuruyor.

Demek ki ilk âyet Fâtihaʼda:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allâhʼa mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])

Her rekâtta tekrarlıyoruz. Demek ki Cenâb-ı Hakkʼa kul hep hamd ü senâ hâlinde olacak. Teşekkür hâlinde olacak. Kulluğunu ihmâl etmeyecek.

Kurʼân-ı Kerîm ilâhî bir rehber.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet.” [el-Bakara, 2])

Takvâ sahibi olmamızı istiyor. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede Kamer Sûresiʼnde:

“Andolsun Biz, Kurʼânʼı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. O hâlde düşünüp ibret alan yok mu?” diyor bu Kurʼân-ı Kerîmʼden. (Bkz. el-Kamer, 17, 22, 32, 40)

Bir mektup gelse bir askerdeki oğlumuzdan, yahut bir tanıdığımızdan, bir ahbâbımızdan, açıp tekrar tekrar okuruz.

Kurʼân-ı Kerîm, Allâhʼın kullarına gönderdiği birer mektup. Hem de bir saâdet mektubu. “İbret alan yok mu?” buyuruyor, bu, geçmiş kavimlerin başına gelen hâdiselerden.

Orada nasıl istikâmetleneceğiz? Nasıl bir takvâ hayatı yaşayacağız? “İbret alan yok mu?” buyuruyor.

Yine Muhammed Sûresiʼnde:

“Onlar Kurʼânʼı inceden inceye düşünmüyorlar mı? (Buyuruyor.) Yoksa kalplerinde kilit mi var onların?” (Muhammed, 24) diyor. Bu kadar azap âyetleri var, Cehennem tasvirleri var, Cennet tasvirleri var… Beşerî intibâlarla Cenâb-ı Hak îzah ediyor. “…Kalplerinde kilit mi var onların?” buyuruyor. Kalpleri yok mu diyor, ibret almıyorlar!

“Andolsun Biz, öğüt alsınlar diye bu Kurʼânʼda insana her türlü misali verdik.” (ez-Zümer, 27) buyuruyor.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak bir imtihan durumunu bildiriyor. Her şeyi bir imtihan olarak verdi.

Göz bir imtihan: Bu gözleri nerede kullanıyorsun? “Gözler konuşacak.” buyuruyor Cenâb-ı Hak, Fussilet Sûresiʼnde. (Bkz. Fussilet, 20)

Kulaklar bir imtihan: Bu kulağı nerede kullanıyorsun?

Deriler imtihan: Bu vücudu nerede kullanıyorsun?

Allah sana bir konuşma verdi, bir et şeyinin içinde haznesinin, bir dil, bir et parçası dolaşıyor, senin hissiyâtını aktarıyor. Dilini nerede kullanacaksın, ağzını? Hepsi bunlar kayda geçiyor.

Mal öyle: Cenâb-ı Hak sana verdi ona vermedi? Niye sana verdi, düşüneceksin o zaman. Allah bana mal verdi. Niye bana mal verdi? Ben bu malı nasıl kullanacağım? Mülk kime âittir? Bu mülk benim mi?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İnsan var ya (buyuruyor, okunan âyet-i kerîmede) Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.” (el-Fecr, 15)

Hâlbuki çok kimse için mal zehir oluyor. İsrafa dalıyor, pintiliğe şey oluyor. Merhameti kısıtlanıyor. Kendini düşünüyor. İsrafa giriyor, günümüzün bir fâciası. Kurtuluş yok. Cenâb-ı Hak hiçbir kula Süleyman -aleyhisselâm-ʼdan fazla servet vermedi. Süleyman -aleyhisselâm- nasıl yaptı? Serveti kalbinin dışında taşıdı. Demek ki Allah ne verdi? Kul bunu emânetçi olarak alacak. Bu bir emanettir. اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ (Mülk, Allâhʼındır.)

Beşerî sistemlerde kavga var: Mülk, ferdin olsun, toplumun olsun vs… Cenâb-ı Hak “mülk benimdir” diyor. Kimse mülkle gelmiyor, mülkle de gitmiyor. Bir de kazandığının hesabıyla gidecek. Çünkü mal bir emanettir. Nîmetlerin sahibi Cenâb-ı Hakʼtır. Kul kendisine ikram edilen nîmetlerin bir lûtuf olduğunun farkında olacak ve bunu infak edecek.

Cenâb-ı Hak Kârunʼu misal veriyor Kasas Sûresiʼnde. Daha evvel sâlih bir kuldu. Tevratʼı en iyi tefsir edenlerden biriydi. Allah korusun, malına sığındı. Cenâb-ı Hak da sığındığı malla yerin dibine gömdü.

Her nîmet, iki uçlu bıçak gibi. Verdiği nîmetler, kalbin istikâmetinde, vahyin içinde kullanılırsa ne mutlu! Kişiyi Cennetʼe... Yok nefsinin istikâmetinde kullanılırsa -Allah korusun- Cehennem yolcusu ediyor.

Kendine biriktirmek, pintilik, bir gasptır. Cenâb-ı Hak bunu kendine biriktir diye vermedi. Onun için para yılan gibidir. Hangi delikten girdiyse oradan çıkar. Haramdan geldiyse harama gider, helâlden geldiyse helâle gider.

Bir kimsenin diyorlar, malının, kazancının ne olduğunu görmek istersen, onun sarfına bak, nereye sarf ettiğine bak.

Yani herkes, bütün insanlar birbirine muhtaç. Bugün yoksul, varlıklıya muhtaç. Kıyamet günü de o varlıklı, yoksula muhtaç. Onun duâsına muhtaç. Hasta, dünyada sağlama muhtaç. Kıyamette de o hastanın duâsına muhtaç. İyi ki şu hastaya baktım diyecek.

Şu güzel bir misal:

Bir gün Ahnef bin Kays, Irak heyetiyle birlikte Hazret-i Ömerʼin yanına gelmişti. Çok sıcak bir gündü. Hazret-i Ömer bir önlük giymişti. Zekât develerinin bakımını yapıyordu. Onları görünce:

“‒Ahnef (dedi), üst elbiseni çıkar da bana yardıma gel (dedi). Çünkü (diyor), bu benim temizlediğim, zekât devesidir (diyor). Onda yetimlerin dulların hakkı vardır.” diyor.

İçlerinden biri diyor ki gelen heyetten:

“‒Allah sana (diyor) iyilik versin (diyor) ey müʼminlerin emiri! Bu kadar köle varken (diyor), sen emretsen de o işi onlar yapsa.” diyor.

Hazret-i Ömer diyor ki:

“‒Ey kişi! (Diyor.) Kim (diyor) Ömerʼden (diyor) daha iyi bir köle olabilir? (Diyor.) Mâdem ki (diyor), ben müslümanların işini üzerime aldım, öyleyse ben, İslâmʼın kölesiyim (buyuruyor). Nasıl (diyor) kölenin efendisine karşı samimî olması, emâneti hakkıyla îfâ etmesi gerekiyorsa, bir müʼminin de müslümanlara karşı böyle yapması gerekir.” buyuruyor. (Ali el-Müttakî, V, 761/14307)

Bu hususta çok, Mevlânâʼdan vs. çok ibretli tavsiyeler var.

Sâdî-i Şîrâzî diyor ki:

“Birine (diyor) iyilik ettin (diyor), sakın (diyor) gururlanma (diyor), kibirlenme (diyor). Ben efendiyim, ben beyim, o bana muhtaçtır deme (diyor). Büyüklenme (diyor). Sana Allah bu nîmeti verdi (diyor). Sen ona minnettar ol (diyor). Ona hizmet ettiğin için, ecir alacağın için sen ona minnettar ol (diyor). Zamanın kılıcı o muhtacı vurmuş deme (diyor). Zira (diyor) vuran kılıç henüz daha kınına girmemiştir. Mümkündür ki o kılıç gün gelir, bir gün seni biçer.” buyuruyor.

Gelen Sûriyeli Muhâcirleri düşünelim. Hepsinin evi vardı, barkı vardı vs. vardı.

Yine bir Allah dostu:

“Fakirin (diyor) sadakaya ihtiyacından fazla kendisinin sadaka sevabına muhtaç görmeyen zengin, sadakasını iptal etmiş olur.” diyor. Ecrini kaybetmiştir, diyor.

Müʼmin, büyük bir hassâsiyetle iki şeye dikkat etmeli:

Birincisi, cebindeki paraya haram karışmayacak. Bugün maalesef ona çok haram karışıyor.

İkincisi de gönlümüzde muhabbetini taşıdığımız kimsenin şekline biçimine gireriz.

Gazâlî diyor ki:

“Zihnî beraberlik zamanla kalbî beraberlik hâline gelir.”

Onun için Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.

Fâsıklarla olmayın. Hattâ fâsıkların olduğu yerden bile geçmemek.

Amellerimizde iki büyük müessir, muhabbet ve para. Sevdiğin adamla yanlış yola gidersin, sevdiğin adamla doğru yola gidersin.

Onun için dostumuza dikkat etmemiz lâzım. Dâimâ duâ edeceğiz:

“Yâ Rabbi! Bana haramdan korunmayı nasib et. Yâ Rabbi! Sevmediğini bana sevdirme, sevdiğini bana sevdir.”

Onun altındaki âyette:

“Onun imtihan olarak rızkını daralttığımızda o da üzülür (diyor fakir olan). Rabbim beni önemsemedi…” (el-Fecr, 15) Ona verdi bana vermedi…

“لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (gaybı Allahʼtan başkası bilemez)”

Belki kendisi için bu hayır olduğunu düşünecek. Belki verseydi azacaktı, Cehennemlik olacaktı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ben (diyor, Mîraçʼta diyor), en çok fakirleri (diyor) Cennetʼe girerken gördüm (buyuruyor). Zenginler(in sâlihleri bile) bir hesap içindeydi.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)

En mühim; Cenâb-ı Hakʼtan râzı olmak. Takdir eden, Cenâb-ı Hak.

Ondan sonra gelen âyet:

“Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz!” (el-Fecr, 17)

Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimizʼi bile yetim olarak dünyaya getirtti; bir örnek…

Demek ki yetimi himâye etmek. Bilhassa yetimin mânevî terbiyesinde bulunmak çok büyük bir fazilet. Yani yetimi arayıp bulmalısın. Onların ahlâkına, terbiyesine çok ehemmiyet vermemiz lâzım. O, büyük, bizim için bir nîmet olduğunu düşünmemiz lâzım.

Efendimiz vefât ederken sesi kısılıncaya kadar ümmetine duâ ediyordu. Yani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (“…Bugün (dîninizi) tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyeti geldi Vedâ Haccıʼnda. Yani dînin tamamlandığı bildirildi. Öyle olduğu hâlde Efendimiz hep ümmetinin derdindeydi. Ümmetine hep tavsiye hâlindeydi.

Meselâ, vefâtına yakın Bakî Kabristanıʼnı ziyaret etti. Ashâb-ı kirâmı topladı:

“‒Ashâbım! (Dedi, bize kendinden bir numûne:) Kimin malını aldımsa bilmeden, işte malım, gelsin alsın! (Buyurdu. Geriye attı üzerindeki şeyi:) Kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin vursun!” buyurdu. (Ahmed, III, 400)

“…Âhirette hesaplaşmak çok zor, rezillik çok zordur dedi. Dünyada helâlleşin...” buyurdu. (Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Yine vefat ederken de iki şeyi tekrarladı. Râvî diyor ki:

“Sesi kısıldı Allah Rasûlüʼnün (diyor). Fakat tekrara devam ediyordu. Birincisi: Namaz, namaz, namaz.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Bu namaza, kendimiz dikkat ettiğimiz gibi kardeşler, yavrularımızı da alıştıracağız, sevdireceğiz onu.

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

Bu, Cennetlikler büyük bir merasimle karşılanacaklar.

Ardından:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Mücrimler! Siz ayrılın kenara!” (Yâsîn, 59) diyecekler. “Siz Cehennem yolcususunuz.” diyecekler.

Sekar Cehennemiʼne -Müddessir Sûresiʼnde- kimler… Cennetʼe girenler, öbür taraftan seslenecekler Cehennemliklere:

“‒Siz ne yaptınız, ne halt ettiniz -af edersiniz- Cehennemlik oldunuz?”

Onlar diyecekler ki:

“‒Biz namaz kılanlardan değildik.” diyecekler. (Bkz. el-Müddessir, 40-43)

Aman evlâtlarımızın maddî şeyine o kadar dünyada istikbâl… Esas istikbâl, âhiret istikbâli. Muhakkak yavrularımızı namaza alıştıralım.

İmam Mâlik Hazretleri diyor ki:

“Babam (diyor), bana (diyor), bir hadis ezberletirdi, bir hediye verirdi (diyor). İkinci bir (diyor), ertesi gün tekrar bana bir hadis ezberlediğimde bir hediye daha verirdi (diyor). Ben (diyor), öyle bir hâle geldim ki zamanla, babam hediye vermediği zaman bile hadis ezberlemeye devam ettim, o hadîsin rûhâniyeti bana huzur veriyordu.”

Muhakkak evlâtlarımızı, torunlarımızı, elinden tutup, onlara bir ikram alarak, namaza alıştıralım. Çünkü:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Mücrimler! Ayrılın!” (Yâsîn, 59) diyecek o zaman Cenâb-ı Hak. Baba-oğul, ana-oğul ayrılacak.

Orada beş vasıf bildiriyor Cenâb-ı Hak:

O Cehennemlikler;

“Biz beş vasfa dûçâr olduk, onun için Cehennemlik olduk.

Birincisi; namaz kılanlardan değildik. (Tabi bu namazın içinde namazdan başka ibadetler de var.)

İkincisi; merhametsizdik diyorlar. (Kendimizi düşünüyorduk.) Fakirleri, açları doyuranlardan değildik diyorlar.

Üçüncüsü; gaflete dalanlarla, dünyaya dalanlarla beraberdik. (İşte bugün internet vs. o cep telefonları vs…)

Âhireti de inkâr edenlerden olduk diyorlar. Düşünmüyorduk âhireti artık. Ölüm geldi çattı diyorlar.” (Bkz. el-Müddessir, 43-47)

Cenâb-ı Hak korusun!

“Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye de birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 17-18)

“Bir hurman varsa yarım hurmanı ver.” diyor Allah Rasûlü. (Bkz. Buhârî, Zekât, 9, 10; Müslim, Zekât, 67, 97)

Fakat bir hurman varsa. Ton hurman varsa o tona göre vereceksin. Hem vereceksin, hem de teşvik edeceksin…

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.