İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Sohbeti
İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.
İsmail Hakkı Bursevî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir.
DERVİŞ İNFÂKI, AĞYARIN GÖNÜLDEN ÇIKARILMASIDIR
Sûfîler der ki: Şerîat ehlinin infakı, mallardan, hakîkat erbabının infakı ise buna ilâveten hâllerden olur. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî kuddise sirruh şöyle der: “Sehâvet ehli olan kimseye yakışan, fakire ihsandır/Âşıklara sezâ olan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır.”
Zenginlerin infakı mallarından olur ve onlar mallarını ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infakı nefislerinden olur ve onlar da kendilerini hizmetten esirgemezler. Âriflerin infakı gönüllerinden olur ve onlar murâkabeden uzak durmazlar. Âşıkların infakı ruhlarından olur ve ruhlarını kazâ-i ilâhiyyenin cârî olduğu mekânlardan uzak tutmazlar. Sözün kısası zenginlerin infakı malın cepten çıkarılması, dervişlerin infakı ağyârın (mâsivânın) gönülden çıkarılmasıdır.
“Şu On Grup İnsan Aldanmıştır”
Ahirete kesin îman, ona hazırlanmayı gerektirir. Nitekim: “Şu on grup insan aldanmıştır.” denilir:
- Allâh’ın kendisini yarattığını bilen, fakat O’na kulluk etmeyen,
- Allâh’ın kendisini rızıklandırdığına inanan, fakat O’na güvenmeyen ve onunla tatmin olmayan,
- Dünyanın geçici olduğunu bilen, fakat yine ona aldanan,
- Vârislerinin kendisine düşman olacağını bilen, yine de onlar için mal toplayan,
Şair der ki: Sen ahirete beraber götürmek için kendine yarar amel yap/Çünkü ahirette çocuklarından bile fayda gelmeyecektir.
- Ölümün kendisine yaklaşmakta olduğunu gördüğü hâlde ona hazırlık yapmayan,
- Kabre gireceğine inanan, fakat onun imarına çalışmayan,
- Hak sâhibinin kendisini hesaba çekeceğini bildiği hâlde ona delil hazırlamayan,
- Sırattan geçeceğini bildiği hâlde günahını hafifletmeyen,
- Cehennemin günahkârların yurdu olduğunu bildiği hâlde günahlardan sakınmayan,
- Cennetin iyilerin yurdu olduğunu bildiği hâlde iyi ameller işlemeyen.
Âriflerden biri der ki: İbadet insana zor geldiği için, Allah Teâlâ, bu zorluğu telafi sadedinde yumuşak bir hitap ve üslupla şöyle buyurmaktadır: Ey ünsiyet ehli kişi, dünyaya gelmeden önce benimle olan ünsiyetini unutma! Veya ey nisyânoğlu (unutkan kişi), dikkat et ve şunu unutma ki, sen unutulmuş bir varlıktın, hiç ortada yoktun. Ben seni, önce topraktan, sonra nutfeden, daha sonra aleka’dan ve yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattım. Bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdim ve kemiklere et giydirdim. Damarlarını yarattım, kaslarını yerli yerine yerleştirip üzerine deri giydirdim. Anne karnında bir cenin oldun. Sonra dünyaya gelip, bebeklik, çocukluk çağlarını geçirip delikanlı oldun. Her yönüyle mükemmel, güçlü-kuvvetli bir insan olarak ortaya çıktın. Daha sonra ise yaşlanıp ihtiyar oldun. Sen bu devreleri geçirirken hep benim nimetimden istifâde ettiğin hâlde başkasının hizmetine koştun. Nefsine ve arzularına uydun, dünya karşılığında dînini sattın. Bir hiç hükmünde iken seni değerli bir hâle getiren, sana güç veren, öğreten ve ikram edip her şeyi lutfeden Allâh’ı sakın unutma! Bu, hem nefse, hem de bedene hitaptır.
Rivâyete göre Ebû Abdullah el-Hâris er-Râzî şöyle demiştir: “Allah Teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir: Ben filân kimsenin ömrünün yarısını fakirlik, diğer yarısını da zenginlikle geçmesine hükmettim. Kendisine sor, hangisini önce isterse onu vereyim.”
Devrin peygamberi o zâtı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adamcağız: “Âilemle istişâre ettikten sonra haber vereyim.” dedi. İstişâre sırasında hanımı: “Zenginliğin fakirlikten önce olmasını isteyelim.” dedi. Adam: “Zenginlikten sonra fakirlik zor olacaktır. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlı olur” dedi. Kadın: “Sen benim sözümü dinle!” diye diretince adamcağız devrin nebîsine vardı ve kararını “ömrünün ilk yarısı zenginlikle geçmesi” şeklinde açıkladı.
Allah Teâlâ onların dünyevî imkânlarını genişletti ve onlara zenginlik kapılarını açtı. Hanımı ona dedi ki: “Eğer bu zenginlik nimetinin bizde kalmasını istiyorsan, insanlara karşı sehâvetle muâmele et! O da böyle yaptı. Ne zaman kendisine bir elbise satın alacak olsa hemen bir fakire de elbise aldı. Ömrünün ilk yarısı zenginlikle geçmesi takdir edilen adamın yarı ömrü geçince Allah Teâlâ devrin nebîsine vahyederek buyurdu ki: “Ben onların ömürlerinin yarısını fakirlik, yarısını da zenginlik olarak geçmesine hükmetmiştim. Fakat onları nimetlerime şükreder bir hâlde buldum. Şükür ise nimetin artmasını gerektirir. Binâenaleyh ona, ömrünün kalan kısmının da zenginlikle geçmesine hükmettiğimi bildir.”
Rivâyet edildiğine göre Allah Teâlâ, bütün insanları geniş bir yerde toplayıp kâfirlere: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” diye soracak. Onlar da inkâr edip: “Bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı geldi!” diyecekler. Sonra peygamberlere bunun doğru olup olmadığını soracak. Onlar da: “Bunlar yalan söylüyorlar. Biz onlara Sen’in emirlerini tebliğ ettik.” diyecekler. Allah Teâlâ, bu konuda peygamberlerden delil isteyince, Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ümmeti getirilecek ve bunlar peygamberlerin tebliğde bulunduklarına şâhitlik edecekler. Bu kez geçmiş ümmetler: “Bunlar bizden sonra geldikleri hâlde bunu nereden biliyorlar.” diye itirazda bulunacaklar. Onlar da: “Ya Rabbi! Sen bize peygamber gönderdin, ona bir kitap indirdin. Orada peygamberlerin ümmetlerine tebliğde bulunduklarını haber verdin. Senin bildirdiğin haber muhakkak doğrudur.” diyecekler. Sonra Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem çağrılacak ve kendisine ümmetinin hâli sorulacak. O da onların doğru olduğuna şâhitlik ederek onları temize çıkaracak. Daha sonra kâfirlerin cehenneme atılması emir buyurulacak.
Ehl-i hakîkatten bir zât der ki; Ümmet-i Muhammed’in diğer insanlara şehâdetinin anlamı, tevhid nûruyla diğer dinlerin koyduğu kuralları bilmeleri ve her dinin kendine has sorumluluklarının bulunduğunu anlamaları şeklindedir. Her dinin hak oluşu, dinin kaynağı ile alâkalıdır. Bâtıl oluşu ise, insanların nefislerinin uydurdukları şeyler sebebiyledir. Çünkü hak yol birdir. Hak dini gerçek mânâda yaşayan diğer dinlerin de hakkını vermiş olur. İslâm’ın özelliği ise en büyük hak din oluşudur. Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti hakkındaki şâhitliği ise onların İslâm’ın emirlerinin ne kadarına uyup ne kadarını ihmâl ettiklerini bilmesidir. O sallâllâhu aleyhi ve sellem Hakk’ın nûru ile onların günahlarını, amellerini, iyilik ve kötülüklerini, ihlâs ve nifâklarını bilir. Ümmeti de Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in nûru ile geçmiş ümmetlerin durumunu bilir.
Âriflerden bir başkası şöyle demiştir: “Allah Teâlâ, habibi Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’e ve onun ümmetine bir ikrâm olmak üzere bizi son ümmet yapmıştır. Eğer önceden yaratılmış olsaydık, bu kadar ümmet gelip geçinceye kadar kabirlerimizde beklemek mecburiyetinde kalacaktık. Allâh’ın bize olan lütfu ve merhameti sebebiyle bunun aksi tezahür etmiş, geçmiş ümmetler bizi bekleme durumunda kalmışlardır. Son ümmet olmamızın diğer bir hikmeti ise kıyâmet günü bizden önceki ümmetlere şahitlik yapacak olmamızdır. Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in şu hadis-i şerîfi bu ümmet-i merhûmeye şeref olarak yeter: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları’nın peygamberleri gibidir.”
Hizbu’l-Bahr adlı eserin müellifi İmâm Şazilî’nin şu sözü nakledilmektedir: “Bir gün Mescid-i Aksâ’da yatıp uyudum. Rüyâmda mescidin dışında bir taht kurulduğunu ve oraya gruplar hâlinde pek çok kimsenin girdiğini gördüm. Bunların kim olduklarını sordum. Bunların nebîler ve rasûller topluluğu olduğu ve Hüseyin Mansûr Hallâc’ın terk ettiği bir edeb sebebiyle düştüğü durumdan kurtulması için Peygamberimiz Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’e şefâat talebiyle geldikleri söylendi. Tahta baktım, üzerinde Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem oturuyordu. İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Nûh aleyhimüsselâm da dâhil olmak üzere diğer bütün peygamberler yerde oturmakta idiler. Onlara bakmaya ve konuşmalarını dinlemeye başladım. Mûsâ aleyhisselâm Peygamberimiz’e: “Siz: ‘Ümmetimin âlimleri İsrâîloğulları’nın peygamberleri gibidir’ buyurmuşsunuz. Bana onlardan birini gösterebilir misiniz?” dedi. Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, İmâm Gazâlî’ye işâret buyurdular.
Mûsâ aleyhisselâm, Gazâlî’ye bir soru sordu. O, soruya on şekilde cevap verdi. Mûsâ aleyhisselâm: “Sorunun cevaba uygun olması gerekir. Ben tek soru sordum. Sen on cevap verdin.” şeklinde itirazda bulununca İmâm Gazzâlî: “Aynı itiraz sizin için de geçerlidir. Çünkü Allah Teâlâ size: ‘Elindeki nedir ey Mûsâ?’ (Tâhâ, 20/17) diye sorunca ‘Bu benim âsâmdır.’ demekle yetinmeyip onun daha pek çok vasfını saydınız.” diyerek bu itiraza karşılık verdi.
Ben bu sırada Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ gibi peygamberler yerde otururken taht üzerine oturtulmuş bulunan Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kadr u kıymetinin, şan ve şerefinin ne kadar büyük olduğunu düşünüyordum. Tam o sırada birisi ayağıyla beni dürttü. Uyandım ve mescidin kayyımını karşımda duruyor, gördüm. Sonra gözümden kayboldu. O adamı, şu âna kadar bir daha göremedim.
Ulemâdan biri şöyle demiştir: Allah Teâlâ, İsrâîloğulları’na vermediği basîret ve anlayış üstünlüğünü, bu ümmete vermiştir. Çünkü onlara: “Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimetleri hatırlayın...” (Bakara, 40) buyurarak unutup farkında olmadıkları nimetlerini hatırlamalarını ve bu yolla nimet vereni düşünmelerini emrettiği hâlde, Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ümmetinden, basîretlerinin kuvvetinden dolayı “Beni anın.” diyerek, vâsıta olmaksızın kendisini zikretmelerini istemiştir.
İman, Hicret ve Cihad Üç Mertebedir
Râğıb el-İsfehânî der ki: İman, hicret ve cihâd üç mertebedir ki “Ey îmân edenler, Allah’dan korkun, O’na (yaklaşmaya) yol arayın ve O’nun yolunda savaşın!” (el-Mâide, 5/35) âyet-i kerîmesinde kastedilen de budur.
Hicret îmandan sonra mümkün olabildiği gibi, hevâ ve hevesle mücâhede etmek de, ancak şehevâtı terk etmekle mümkündür. Mücâhedeyi gereği gibi yapıp başaran da, rahmet-i Rahmân’ı umabilir.
Hicret İki Kısımdır
Hicret iki kısımdır: Birincisi sûrî hicret ki, zâhirde bir beldeyi terk edip diğer bir beldeye göç etmektir. Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem’in asr-ı saâdetlerinde hicret, Mekke’nin fethinden sonra bitmiştir. Hadis-i şerifte: “Fetih’ten sonra hicret yoktur” (Buhârî, Cihâd, 194; Nesâî, Bey’at, 15; Müsned, III, 401; V, 71; VI, 466) buyurulmuştur.
İkincisi mânevî hicret ki, insanın içinde tahakkuk eder. Bu da nefs yurdundan kurtulup, kalb Kâbe’sini fethederek oradan şirk ve dalâlet putlarını temizlemek için Allâh’a yönelmektir ki, hükmü kıyâmete kadar bâkî olup her mü’mine farz-ı ayndır.
Allah Yolunda Cihad İki Kısma Ayrılır
Aynı şekilde Allah yolunda cihâd da iki kısma ayrılır. Küçük cihâd: Küffâr ile yapılan mücâhede ve muhârebedir. Büyük cihâd: Nefisle cihâd etmektir ki bâtını ıslah demektir. Muhârebe zâhiri ıslâhtır. Bâtın ıslahı ise zâhiri ıslahtan daha zor ve uzundur. Küçük cihâdın gâyesi cennet ve rahmete nâil olmak, büyük cihâdın gâyesi ise Hak Teâlâ’yı ve Cemâl-i İlâhîyi müşâhedeye vâsıl olmaktır. Küçük cihâdın gâyesi şehâdet, büyük cihâdın gâyesi sıddîkıyettir. Sıddîkların derecesi ise, şehîdlerin derecesinden üstündür. Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: “Kim Allâh’a ve Rasûle itâat ederse işte onlar Allâh’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır” (en-Nisâ, 4/69) buyurarak sıddîkları şehîdlerden önce zikretmiştir.
Kişi büyük cihâd dediğimiz ve kibrît-i ahmerden daha değerli olan nefisle mücâdelede başarıya ulaşır ve onu ıslah ederse kullara şefkat ve merhameti artar. Ondan kimse zarar görmez. Bu kimse birine zarar vermeyi gönlünden bile geçirmez.
Hikâye olunur ki bir sâlik, büyüklerden birine senelerce hizmet ettikten sonra: “Efendim, bana İsm-i Âzam’ı öğretmenizi istiyorum” der. O büyük zât: “Buna ehliyetiniz var mıdır?” dediğinde: “Evet”, diye cevâb verir. Şeyh: “Öyle ise şehrin kapısına git, orada olup bitenleri gel bana anlat” der.
Sâlik çıkar, şehrin kapısına gidip oturur. Görür ki bir ihtiyar, hayvanla bir yük odun getiriyorken bir asker onu döver ve odunlarını zulmen gasbeder. Sâlik biraz daha bekledikten sonra daha fazla sabredemeyip kalkar ve gidip hadiseyi şeyhine anlatır. Şeyh dinledikten sonra sorar: “Eğer İsm-i Âzam’ı bilse idin orada ne yapardın?” Sâlik cevab verir: “Askerin helâkına duâ ederdim?” Şeyh: “Fakat bilesin ki bana İsm-i âzam’ı öğreten o ihtiyar oduncudur” der.
Bir mü’minde bu oduncuda olduğu gibi sabır, rahmet ve halka şefkat sıfatları kemâliyle tahakkuk etmeksizin İsm-i Âzam’ı bilmeğe lâyık olmaz, bu sebeple cihâd-ı ekbere ihtimam ederek nefsi ıslah eylemek ve Hakk’a teslimiyetle kâmil bir kul olmak lazımdır.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları
YORUMLAR