İslâm'ın Kadınlara Verdiği Değer

İslâm’ın gelişiyle hanımlara âit bir hukuk tesis edildi. Kadın, toplumda iffet ve fazîlet timsâli oldu. Annelik müessesesi, şeref buldu. Peygamber Efendimiz’in; “Cennet (sâliha) annelerin ayakları altındadır!”[1] hadîs-i şerîfi ile kadın, lâyık olduğu değere kavuştu.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca hiçbir hanımına el kaldırmadılar ve hiç kimseye elleriyle vurmadılar.[2] Zira Cenâb-ı Hak; “kadınlarla iyi geçinmeyi ve onlara güzel davranmayı” emir buyurmuştu.[3]

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sizin en hayırlılarınız, hanımına karşı en hayırlı olan, ahlâken en güzel davrananlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ‘, 11/1162)

“Bir kişi hanımına kin beslemesin! Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61)

“Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ‘, 64; Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

BİRDEN FAZLA EVLİLİK

Çok evliliği İslâm başlatmamış, bu hususta mevcut olan bir düzeni, belli sınırlamalara tâbî tutarak hukûkîleştirmiştir. İslâm’dan evvel, evlilikte bir sayı tahdîdi yoktu. İslâm bunu en fazla “dört” ile sınırlandırmıştır. Diğer bir husus da, birden fazla evlilik, bütün mü’minler için bir “emir” değil, bâzı mücbir sebepler karşısında tanınmış bir “izin”dir. Bu, savaş, hastalık, sakatlık, uzun ayrılıklar, himâye vb. birçok sebep neticesinde âilelerin parçalanmaması, kadınların sahipsiz ve hâmîsiz kalmaması için tatbik edilir. Böylece bir âilenin yıkılmasından doğacak maddî-mânevî zararlar asgarîye indirilir. Aynı zamanda zarûret karşısındaki bâzı insanlar, gayr-i hukûkî durumlara düşmekten kurtarılmış olur. Birden fazla evlenen erkeklere de hanımları arasında “adâleti temin etme” vazifesi yüklenmiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Eğer, velîsi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz; şâyet aralarında adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane ile yetinin… Adâletten ayrılmamak için bu daha elverişlidir.” (en-Nisâ, 3) “Ne kadar uğraşsanız kadınlarınız arasında adâletli davranamazsınız. Hiç olmazsa bir tarafa büsbütün meyletmeyin ki ötekini askıdaymış gibi bırakmayasınız. Davranışlarınızı düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız (takvâ sahibi olursanız) bilin ki Allah şüphesiz çok mağfiret eder ve çok merhamet eder.” (en-Nisâ, 129)

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN BİRDEN FAZLA EVLİLİĞİ

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in evlilikleri hiçbir zaman nefsânî sebeplerle olmamıştır. O, yirmi beş yaşında iken, kendisinden on beş yaş büyük olan Hazret-i Hatice’nin teklifini kabul ederek onunla evlenmiştir. Mekke’nin bütün eşrâfı Hazret-i Hatîce’ye tâlip idi. O ise ahlâk ve şahsiyetine hayrân olduğu Peygamber Efendimiz’le evlenmek istiyordu. Peygamber Efendimiz de Hazret-i Hatîce’yi mâlî ve nefsânî sebeplerle değil, yüksek fazileti sebebiyle kabûl etti. Çok evliliğin yaygın olduğu bir toplumda elli küsür yaşlarına kadar tek hanımla evliliğin saâdetini temsil etti. Ancak, hayatının sonlarına doğru birden fazla evlenmesini îcâb ettiren bâzı sebep ve hikmetler zuhûr etti:

  1. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bâzı evliliklerini, muhtelif kabîlelerle akrabâ olup samimî münâsebetler kurmak sûretiyle İslâm’ı yaymak ve kuvvetlendirmek için yapmıştır. Meselâ Hayber’deki yahudî liderinin kızı Safiyye -radıyallahu anhüma- ile evliliği, yahudîlerle mevcut münâsebetleri -bir sıhriyet tesis etmek sûretiyle- düzeltmek içindir. Yine bir kabîle reisinin kızı olan Cüveyriye -radıyallahu anhüma- ile izdivâcı da binlerce harp esîrinin aynı anda hürriyete kavuşmasına ve bu vesîleyle bütün kabîlenin hidâyetine sebep olmuştur.
  2. Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- çoğu evliliklerini, ev içindeki davranış ve sünnetlerinin insanlara nakledilmesi ve İslâm’ın kadınlar arasında tebliğ ve tâlim edilmesi için yapmıştır. Efendimiz’in hanımları, İslâmî hükümlerin öğretilip anlatılmasında uzun süre çok mühim vazifeler icrâ etmişlerdir.
  3. Ümmetinin hâmîsi olan Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, İslâm’a ilk giren ve bu sebeple muhtelif sıkıntılara dûçâr olan fedâkâr ashâbını taltîf ve muhâfaza etmek için de bâzı evlilikler yapmıştır. Meselâ Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe ile evliliğinde, bu cefâkâr mü’minenin taltîf edilmesi söz konusudur. Zira Ümmü Habîbe -radıyallahu anhüma-, kocası Habeşistan’da irtidâd ettiği ve kendisi çok zor şartlar altında kaldığı hâlde, dînini müdâfaa etmiş ve o sırada Mekke’nin lideri olan babası Ebû Süfyân’a, îman hassâsiyeti ve vakârından dolayı mürâcaat etmemişti.
  4. Toplumdaki bâzı yanlış inanç, anlayış ve kabullerin köklü bir şekilde tashih edilip değiştirilmesi gerekiyordu. Efendimiz’in Zeyneb bint-i Cahş vâlidemiz ile evliliği de bu sebeple olmuştur. Bu ve benzeri hikmetlere binâen Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’e birden çok hanımla evlenmesini emretmiş ve bu hususta O’na genişlik tanımıştır. ( el-Ahzâb, 37, 50)

KADININ MİRASTAKİ PAYI VE ŞAHİTLİĞİ

İslâm mîras hukûkunda, paylar ile mükellefiyetler arasında adâletli bir denge gözetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe, kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir. Çünkü evlenir­ken mehir verip düğün masrafını üstlenmekle beraber ev geçindirmeye kadar bütün maddî har­camalar husûsunda âilenin mes’ûl şahsı erkektir. Yani İslâm mîras hukûkundaki kadın-erkek farkı, yükümlülük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur.

Kadın, nesli korumak, bunun için evlât yetiştirmek ve âile düzenini temin etmek gibi ağır mükel­lefiyetler sebebiyle âilenin geçiminden mes’ûl tutulmamıştır. Bu sebeple de mî­rasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisse de, bir kısım kadınların evlenememesi, ya da boşanma durumunda kalması veya birtakım şahsî ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir. Hanımlara bir de duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân edilmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan, hayâtın çeşitli safhalarında birtakım sürprizlerle karşılaştıklarında, bâzen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. Bu yüzdendir ki, İslâm’da kadının şâhitliği yarımdır. Gerçek şudur ki, Cenâb-ı Hak, her varlığı ve o varlığın her cüz’ünü bir maksat için yaratmış ve onlara yaratılış gâyelerini gerçekleştirmeye müsâit birer fizikî (biyolojik) ve rûhî (psiko­lojik) yapı lûtfetmiştir. Erkeği, hayat mücâdelesi ve evin geçimi ile mükellef kılan Hâlık Teâlâ Hazretleri, onu bu vazifeyi lâyıkıyla îfâ edebilmesi için, bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metin kılmıştır. Kadın ise nesli korumaya, evlât yetiştir­meye ve onu en zayıf ve âciz zamanında bakıp gözetmeye, himâye etmeye me’mur kılın­mıştır. Bu sebeple onun vazifesi, bedeninin değil, rûhunun daha derin duygu ve hassâsi­yetlerle techîz edilmesini gerektirmiştir. Bunun içindir ki, çocuğun ilk acziyet devresinde onu derin bir merhamet ve muhabbetle kucaklayıp büyütmek için kadına ilâhî bir mevhibe olarak aşırı bir hissîlik verilmiştir. Bu hissî yapısıyla bir merhamet mecraı olan anneye, yaratılış maksadının ve gücünün dışında bir vazife yüklenirse, menfî bir netice ortaya çıkar. Dolayısıyla bir kadının suçluya acıyıp merhamet ederek adâleti yanıltma ihtimâli yüksektir. Bu da onun şâhitliğinin yarım olması husû­sunda vârid olan ilâhî hükmün hikmetlerinden biri olmuştur.

Diğer taraftan İslâm, şâhitliği insanın psikolojik yapısına göre tanzîm eder. Yerine göre erkeğin şâhitliği nazar-ı îtibâra alınmazken yerine göre de kadının şâhitliği tam olarak kabûl edilir. Meselâ erkeklerin muttalî olmaları mümkün olmayan yerlerde, sâdece kadınların şehâdetleri kâfî sayılır. (Bkz. Mecelle, md. 1685) Bu hususlarda İslâm, haklar ve mükellefi­yetler arasında âdilâne bir denge kurarken insanın değişmeyen fıtrî husûsiyetleriyle birlikte, cemiyetin tamâmını nazar-ı îtibâra almaktadır.

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun’î ve haksız bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik me­ziyetlerini zaafa uğratmakta ve âileyi yaralamaktadır. Bu sebeple zamanımızda sıkça yaşanan çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliye devrinin ka­dını arasında sırf bir gardrop ayrılığı, yani giyim-kuşam farkı kalmıştır. Bu ise ruhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum felâketidir.

Dipnotlar:  [1] Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429; Süyûtî, I, 125. [2] İbn-i Mâce, Nikâh, 51. [3] Bkz. en-Nisâ, 19.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslâm, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.