İslam’da Kadının Şahsi Hak ve Sorumlulukları

İslam’da kadının şahsi hak ve sorumlulukları nelerdir?

Evli olan eşlerden birisi için hak olan bir şey, diğeri için bir görevdir. Bu yüzden eşlerin hak ve sorumlulukları çoğu kez birbirinin karşıtı olarak var olur.

KADININ ŞAHSİ HAK VE SORUMLULUKLARI

1. Kadının Koca Evine Yerleşmesi

Peşin konuşulan mehrini teslim alan ve geçim masrafları karşılanan kadının, kocası ile oturması gerekir. Peşin mehrini alamayan kadın cinsel temastan kaçınabilir.

İkametgâhı belirleme hakkı kocaya aittir. Ancak eşlerin oturacağı mesken sağlığa elverişli olmalı, oturulan bir yörede bulunmalı, iyi komşulu olmalı, bir ev için gerekli mutat eşyaya sahip bulunmalı, diğer yandan kocanın hısımları aynı meskende oturmamalıdır. Ancak kadın, onlarla birlikte oturmayı kabul eder ve hizmetlerini görürse, bu onun ahlâkının güzelliğindendir.

Evli kadının, kendi babasının evinde oturma şartının öne sürülmesi geçersizdir. Koca, böyle bir şartı kabul etse bile, buna uymak zorunda değildir. Eşini alıp, kendi belirleyeceği meskene yerleşebilir.

2. Kadının Başka Beldeye Götürülmesi

Bir erkek eşini sefer mesafesinden (90 km) yakın olan bir beldeye, şehirden köye veya köyden şehire götürebilir. Çünkü yakın yerlerde kadın yabancılık çekmez. Ancak bunun için koca güvenilir olmalıdır.

Kadının sefer mesafesinden uzak olan beldelere yerleşmek gayesiyle götürülmesi konusunda görüş ayrılıkları vardır. Hanefîlerin temel görüşüne göre; kadın kocasına bağlı olarak, onun gittiği beldeye gider ve onu izlemek zorundadır. Ancak bu hak kötüye kullanılırsa, sonraki (müteahhırûn) fakihler, kadının evlendiği beldeden başka yere, rızası olmaksızın götürülemeyeceğini söylemişlerdir. Dayandıkları delil maslahattır. Çünkü, uzak beldeler kadın için riskli olabilir. Eskiden erkeklerde güzel ahlâk ve iyi huylar gâlip olduğu için, kadının hakları gözetilirdi, şimdi ise durum değişmiştir. Kadın uzakta garib olur ve gerektiğinde sığınacak bir yer bulamaz.[1]

1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde, bu konuda yeniden temel görüşe dönüldüğü görülür. 71. maddenin sadeleşmiş şekli şöyledir: “Karı, peşin konuşulan mehri aldıktan sonra, kocasının şer’î mesken niteliklerini taşıyan evinde oturmaya ve kocası başka bir beldeye gitmek isteyince, bir engel bulunmadığı takdirde birlikte gitmeğe mecburdur.”

Günümüzde gerek devlet sektöründe ve gerekse özel sektörde çalışanların, başka şehirlere iş gereği gitmesi ve uzun yıllar orada kalması olağan duruma gelmiştir. Bu yüzden, nikâh akdi sırasında şart koşulmadıkça, kadının kocasına bağlı olarak, onun gittiği yere gitmesi daha uygundur. Ancak bunun için kocanın güvenilir olması ve eşini haramlardan koruyacak kişiliğe sahip bulunması da dikkate alınmalıdır.

3. Kadının Kocasından İzinsiz Olarak Evden Çıkabileceği Du­rumlar

Bir koca, eşine izinsiz olarak evden çıkmayı yasaklayabilir. Ancak şu durumlarda kadın izinsiz çıkabilir.

1) Kadın, yanında mahrem bir hısımı olunca farz hacca gidebilir. Kocasının izin vermemesi sonucu değiştirmez. Çünkü burada kocanın hakkı aynî farzın önüne geçemez.

2) Kadın, başkalarında olan hak ve alacaklarını gidip alabilir.

3) Koca, dini meseleleri öğrenme ve fetva alma konusunda eşine yardımcı olmazsa, kadın izinsiz olarak ara) sıra ilim meclislerine katılabileceği gibi, ehlinden fetva da sorabilir.

4) Koca, eşinin en az haftada bir kere ana) babasını, yılda bir kere de kardeş, dayı, amca, hala ve teyze gibi mahrem hısımlarını ziyaret etmesine engel olamaz. Ancak kadın, kocasından izinsiz geceyi dışarıda geçiremez. Hısımları ziyaret etmeyi engellemek “sıla-i rahm”in kesilmesine yol açabileceğinden caiz görülmemiştir.

Yakın mahrem hısımları ziyaretle ilgili genel ölçü şu şekilde belirlenmiştir: Aynı şehir ve kasabada oturanların haftada bir, sefer mesafesinden (90 km.) daha yakın yerde oturanların ayda bir, bundan daha uzakta oturanların ise en az yılda bir defa ziyaret edilmesi gerekir. Günümüzde yanlarına giderek ziyaret yanında; mektup, telefon, mesaj atma ve görüntülü görüşmelerin bu sorumluluğu hafiflettiğini söyleyebiliriz.

Diğer yandan kadının ana) babası ağır hastalığa yakalanmış olur ve bakacak kimseleri de bulunmazsa, kadın kocası izin vermese bile, babasının evinde kalıp, onlara hizmet edebilir. Ancak bu durumda kocanın nafaka yükümlülüğü düşer. Koca, karısının ana) babasını, gece yatıya kalmamak üzere haftada bir gelmekten ve yine önceki kocasından olan çocuklarını gidip ziyaret etmekten men edemez.[2]

4. Eşlerin Karşılıklı Olarak İyi Geçim Esaslarına Uyması

İyi geçim (muâşeret), eşlerin karşılıklı sevgi, saygı, sadâkat ve samimi davranışları ile gerçekleşir.

Allahü Teâlâ şöyle buyurur:

Eşlerinizle iyi bilinen örfe göre geçinin! Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur!”[3]

“Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah mutlak üstündür, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[4]

Hz. Peygamber çeşitli hadislerde, kadınlara iyi muâmelede bulunulmasını istemiş ve eşine karşı iyi davranan koca, “hayırlı kişi” olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Kadınlarınızın iyi olması için çaba harcayınız. Çünkü onlar sizin yanınızda yardımcılarınızdır. Siz onlar hakkında, apaçık bir günah işlemedikleri sürece bundan başka bir hakka sahip değilsiniz. Eğer açık isyanları olursa, onları yataklarında yalnız bırakın ve onları hafifçe dövün. Eğer size itaat ederlerse, onların aleyhine bir yol aramayın.” [5]

“Sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlarınız üzerindeki hakkınız; yatağınızı başkasına çiğnetmemeleri ve sizin hoşlanmadığınız kimselerin evinize girmesine izin vermemeleridir. Dikkat ediniz! Onların sizin üzerinizdeki hakları; yiyecek ve giyecek konusunda onlara ihsan ve ikramda bulunmanızdır.” [6]

Hz. Peygamber en hayırlı erkeğin eşiyle en iyi geçinen kimse olduğunu belirtmiştir. Hadislerde şöyle buyurulur: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım.”[7] Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, ahlâk bakımından en iyi olanıdır. Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır.”[8]

5. Eşlerin Birbirinin Cinsel Yönlerinden Yararlanması

Eşlerin meşrû şekilde birbirinin cinsel yönlerinden yararlanma hakları vardır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:

“Kadınlarınız ay halinden temizlenince, Allâh’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.” [9]

Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü gibisiniz.” [10]

Hanefî ve Şâfiilere göre kocanın evlilik süresince eşiyle bir defa cinsel temasta bulunması kaza bakımından yeterlidir. Kocanın iktidarsızlığı durumunda, kadının belli bir süre sonra evliliği feshettirme hakkı doğar. Evlilik süresince eşlerin cinsel hayatı, evliliğin devamını sağlayacağı ve iyi geçime yardımcı olacağı için, dinî bakımdan vâcip görülmüştür.

Hanbelîlere göre, eşlerin sağlıklı oldukları sürece en az dört ayda bir defa cinsel temâsı olmalıdır. Delil; boşama yöntemlerinden birisi olan “ilâ” da sürenin dört ayla sınırlandırılmasıdır.[11] Îlâ; dört ay veya daha uzun süre eşine yaklaşmayacağına dair kocanın yemin etmesi veya bunu ağır bir şarta bağlaması demektir. Boşanma konusu içinde “ilâ”yı ayrıca inceleyeceğiz.

Nitekim Hz. Ömer’in hilâfeti sırasında, savaşa katılan mücahidlerin eşlerinden altı aydan fazla ayrı kalmamaları için emir verdiği nakledilir. Bu sürenin bir ayı gidiş, bir ayı dönüş ve dört ayı da savaşta geçirilecek süredir. Diğer yandan Hz. Ömer’in, kızı Hafsa’ya (ö.41/244) genç bir kadının kocasından ne kadar süreyle ayrı kalmasının uygun olacağını sorduğu ve Hafsa’nın (r. anhâ) “beş veya altı ay” diye cevap verdiği nakledilmiştir.[12]

Sonuç olarak ilim tahsili, savaş, hac veya rızık temini için çalışmak gibi bir özür bulunmadıkça, koca uzun süre eşinden ayrı kalmamalıdır. Bir İslâm toplumunda yıllarca evden ayrılan ve önemli bir neden olmaksızın eve dönmeyen kocaya, hakim dönmesi için çağrı yapar, eğer yine dönmezse evliliği feshedebilir.

6. Eşler Arasında Cinsel Temasın Yasak Olduğu Durumlar

İslâm homoseksüelliği yasakladığı gibi, kocanın eşine ayhali veya loğusalık süresince de cinsel birleşmesini yasaklamıştır. Bunun nedeni, eşlerin cinsel sağlığını korumak ve neslin devamını sağlamaktır.

Homoseksüelliğe, Hz. Lût Peygamberin kavmi arasında yaygın olarak görüldüğü için, onun adına izafetle “livata” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Lût’un bu konuda kavmi ile mücadelesi ve sonunda kavminin nasıl helâk edildiği açıklanır.[13]

Hz. Peygamber’den, eşine arkadan yaklaşanı kınayan ve lânetleyen çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bir kaçını zikredeceğiz. “Allah, eşiyle arkadan ilişkide bulunan kimsenin yüzüne bakmaz.” [14] “Şüphesiz Allah, doğruyu açıklamaktan çekinmez. Karılarınıza arkadan yaklaşma­yınız.” [15]

“Eşiyle, ayhalinde iken veya arkadan ilişkide bulunan yahut gelecekten haber veren kâhine inanan kimse, Muhammed (s.a.v.)’e indirileni inkâr etmiş olur.” [16] “Eşine arkasından temas eden kimse lanetlenmiştir.” [17]

Hayızlı kadınla cinsel temas haram kılınmıştır. Âyette; “Aybaşı günlerinde kadınlarınızdan ayrı durun.” (el-Bakara, 2/222) buyurulur. Allâh’ın elçisi, ay halindeki eşi ile temas eden kimsenin, bu temas ilk günlerde olmuşsa bir dinar (yaklaşık 4 gr. 22 ayar altın), sonuna doğru olmuşsa yarım dinar altın parayı tasadduk etmesini bildirmiştir. Bu ceza hadiste şöyle belirlenir: “Bir kimse hayızlı eşiyle cinsel temasta bulunursa, eğer kan kırmızı renkte ise bir dinar, sarı renkte ise yarım dinar tasadduk etsin.” [18]

Eşiyle sapık ilişkiye giren kimseye had cezası değil, İslâm devleti’nin koyacağı uygun bir ceza (ta’zîr) uygulanır. Hanbelilere göre sapık ilişkiye giren eşlerin arası ayrılır.

7. Doğum Kontrolü ve Azil

a) Azil terimi ve kapsamı

Arapça bir sözcük olan “azil”; uzaklaştırmak, ayırmak demektir. Bir fıkıh terimi olarak; kadının gebe kalmaması için, erkeğin menisini dışarı atmasıdır. Azil, gerek İslâm’dan önce ve gerekse İslâmî devirlerde iki nedenle yapılıyordu. Ya câriye gebe kalmasın diye bu yola başvurulur, ya da hür olan kadın gebe kalmasın veya süt emen çocuğa bir zarar gelmesin diye yapılırdı.

Hz. Peygamber’in, azil konusunda çeşitli hadisleri vardır. Kendisine azlin hükmü sorulduğunda; “O, gizli ve’d’dir.” buyurmuştur.[19] Burada “ve’d”; kız çocuğunu diri diri toprağa gömmek anlamına gelir. Bununla Kur’ân’daki şu âyete işaret edilmiş oluyordu: “O, diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günahı yüzünden öldürüldüğü sorulduğu zaman.” [20]

Ancak daha sonra Hz. Peygamber’in, azil konusunda müsamahalı davrandığı görülür. Cabir’den (r.a.) şöyle dediği nakledilmiştir: “Bizim cariyelerimiz vardı ve onlardan azil yapıyorduk. Yahudiler, bunun küçük “mev’ûde” yani çocuğu diri diri toprağa gömme anlamına geldiğini söylediler. Bu durum Allâh’ın Rasûlüne iletilince şöyle buyurdu: “Yahudiler yalan söylemiş, eğer Allah onu yaratmak istese, sen engel olamazdın.” [21] Ebû Saîd el-Hudri ve Enes b. Mâlik’ten de aynı nitelikte hadisler nakledilmiştir. Yine Cabir (r.a.) şöyle demiştir: “Biz Hz. Peygamber devrinde Kur’ân inerken azil yapıyorduk. Eğer ondan bir şey yasak edilecek olsa bunu bize Kur’ân yasaklardı.”[22] Müslim’in rivayetinde; “Bu, Rasûlüllah’ın kulağına gitti, fakat bize bunu yasaklamadı.”[23] denilir.”

Ebû Said el-Hudrî’nin naklettiği şu hadis de azlin caiz oluşunu ifade etmektedir. Ebû Said şöyle demiştir: “Biz kadınlarımızla cinsel temasta bulunuyoruz, bu hoşumuza da gidiyor. Azil konusunda ne dersiniz?, sorusuna Allâh’ın Rasûlü şu cevabı vermiştir: “Siz istediğinizi yapın. Allâh’ın yaratmak istediği şey meydana gelecektir. Bununla birlikte suyun hepsinden çocuk olmaz.” [24]

İslâm fakihlerinin büyük çoğunluğu, yukarıdaki hadislere dayanarak; bir erkeğin hür olan eşinin izni ile, azil yapmasının caiz olduğunu söylemiştir.

Doğum kontrolünün caiz olup olmaması da azlin hükmü ile yakından ilgilidir. Azli kabul etmeyenler bunun kadere karşı çıkmak anlamına geldiğini, bunda ayrıca Müslümanların sayısını azaltma gayesi bulunduğunu öne sürerler. Bu konuda ayrıca çocukların yoksulluk korkusu ile öldürülmesini yasaklayan âyetl,[25] Hz. Peygamber’in şu hadisine dayanırlar: “Evlenin, çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim.” [26]

Sonuç olarak cenin teşekkül etmeden önceki dönemde erkeğin veya kadının gebeliği engelleyen yöntemlere başvurması caizdir. Bu korunma, doğum kontrol tableti kullanma yoluyla olabileceği gibi, meninin rahme ulaşmasını engelleyen diğer yöntemlerle de olabilir. Ancak bunun için eşlerin rızasının bulunması, sağlığa zarar vermemesi ve başvurulan yöntemin boy abdestini engelleyici nitelikte olmaması gerekir.

b) İslâm’da cenini koruyan hükümler

1) Hz. Peygamber çocuk doğumunu arzu etmeyen eşler için azl’e, yani gebeliğe önceden engel olabilecek yöntemlere izin vermiştir. Buna kadının da rıza göstermesi gerekir. Çünkü kadının çocuk doğurma hakkı olduğu gibi, kendisine cinsel yönden rahatsızlık verecek veya ruhsal strese yol açabilecek korunma yöntemlerine rıza göstermeme hakkı da vardır. Bu yüzden kadının rızası dışında azil (korunma) mekruh olur.[27]

2) Anne karnındaki ceninin düşürülmesini yasaklayan, doğrudan bir âyet veya hadis yoktur. Ancak gebe kadının dövülmesi veya öldürülmesi durumunda, ölü olarak düşen cenin için “gurre” denilen bir ceza sünnetle sabittir. Ebû Hüreyre (ö.58/677)’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Huzeyl kabilesinden iki kadın kavga ettiler. Bunlardan birisi diğerine taş atarak, kendisinin ve karnındaki çocuğun ölümüne neden oldu. Taraflar Hz. Muhammed’in (s.a.v.) huzurunda mahkemeleştiler. Allâh’ın Rasûlü cenin için “gurre”, ölen kadın için ise âkılesinin üzerine “diyet” cezası ile hükmetti.”[28] Ebû Hüreyre’den nakledilen başka rivayette ise yalnız cenin için “gurre” den söz edilmiş, annesinin ölümü yer almamıştır. Gurre; diyetin yirmide biri kadar bir tazminat olup, bunun miktarı Hanefîlere göre 50 dinar (200 gr. altın para) veya 500 dirhem (1400 gr. gümüş para) dır. Çoğunluk fakihlere göre ise, 600 dirhem gümüşten ibarettir. Cenin annesinden ölü olarak ayrılınca, onun düşmesine suç işleme yoluyla neden olan kimse bu gurre cezası ile yükümlü olur. Burada ceninin erkek veya kız olması, suçun kasten veya yanlışlıkla işlenmiş bulunması sonucu değiştirmez.[29]

Diğer yandan cenini anne, kocasının izni olmaksızın ilâçla veya başka bir yöntemle yahut kürtaj yaptırarak düşürürse, gurre tazminatını onun âkılesinin (mirasçı olabilen yakın asabe hısımları) ödemesi gerekir. Eğer koca çocuğu düşürmesi için izin vermiş olur veya kadının bir kasdı bulunmazsa, sınırı aşma söz konusu olmadığı için gurre gerekmez. Ancak şunu da belirtelim ki, bir fiile gurre gerekmemesi onun haramlık yönünü kaldırmaz.[30]

3) Cenin, anne karnında uzuvları teşekkül edinceye kadar (müstebinu’l-hılka) bir kan pıhtısı hükmündedir. Bu dönem ceninin 1,5-2 aylık oluşuna kadar sürer. Bu, bir insan varlığını temsil ettiği için ona sebepsiz yere müdahale edilemez. Hz. Peygamber yavru çıkarma sırasında kuş yumurtalarına zarar vermeyi yasaklamıştır. İnsanı temsil eden cenin, hayvan yumurtasından daha fazla korunmaya lâyıktır. Ancak annenin sağlığı, süt emen başka bir çocuğun korunması gibi nedenlerle, bu dönemde çocuğun düşürülmesi caiz olur. Özürsüz düşürme ise caiz görülmemiştir.

4) Uzuvların teşekkül etmesinden ruh üfleninceye kadar olan sürede (120 günlük) bir sebep olmaksızın, cenin düşürülürse, suç işleme yolu ile düşürene yukarıda açıkladığımız “gurre” cezası gerekir. Gurre bir yıl içinde, ceninin mirasçılarına ödenir. Hz. Ömer’in uygulaması da böyle olmuştur.

Ancak kadının frengi, kanser, felç veya kalb hastalığı gibi önemli bir hastalığı olur yahut küçük yaştaki başka bir çocuğun sütünün kesilmesi gibi bir korku bulunursa, bu dönemde de çocuğun düşürülmesi caiz görülmüştür.[31]

5) Cenin suç işleme yoluyla canlı olarak düşer ve doğumdan sonra ölürse suçlunun tam diyet ödemesi gerekir. Burada diyet, üç yıl içinde eşit taksitlerle ödenir. Sebepsiz müdahale veya dövme gibi bir haksız fiil sonucu kadın ölür ve cenin de düşmüş bulunursa, anne için tam diyet, cenin için ise gurre cezası gerekir. Yukarıda Huzeyl kabilesinden iki kadının kavgası olayında, Hz. Peygamber’in böyle bir tazminat cezasına hükmettiğini belirtmiştik.[32]

c) Kürtaj ve İslâmî açıdan değerlendirilmesi

Kürtaj sözlükte “kazımak” demektir. Bir tıp terimi olarak ise gebeliğin ilk üç ayında ceninin, rahim iç zarı kazınarak alınmasını ifade eder.

Çocuğun anne karnında teşekkül ettikten sonra düşürülmesi, azilden ayrı bir işlemdir. Azilde, meniyi kadından uzaklaştırma söz konusudur. Kürtajda ise teşekkül eden ve ileride insan varlığını oluşturacak olan biyolojik bir varlığı dış etkilerle anneden ayırma işlemi vardır.

Doğum kontrolü ve buna bağlı olarak kürtaj işleminin batı ülkelerinde yayılması, İngiliz iktisat bilgini ve Anglikan rahibi Thomas Robert Malthus’un (1766-1834) öne sürdüğü “gıda maddelerinin artan dünya nüfusunu besleyemeyeceği” endişesine dayanır. Malthus, 1803’te yayınladığı “Nüfus Artışının Toplumun Gelecekteki Gelişmesi Üstündeki Etkileri Konusunda Bir Deneme” adlı eserinde; dünya nüfusunun sürekli arttığını, buna karşılık beslenme kaynaklarının sabit kaldığını, bu yüzden bu kaynakların bir gün tükeneceğini öne sürdü. Bunun için de bir önlem olarak, doğumları teşvik etmek bir yana, aksine cinsel perhizle nüfus planlaması gerektiğini söyledi. Ona göre, nüfus artışı işsizliği, yoksulluğu ve düşük ücreti birlikte getiriyordu. “Doğumun isteyerek kontrol altına alınması” diye tanımlanan Malthus’çu doktrin Avrupa’da yayılma sürecinde, özellikle dinlerin büyük tepkisine yol açtı. Katolikler ve komünistlerce eleştirildi. Papalar ve rahipler doğum kontrolünü Allâh’ın işine karışmak şeklinde yorumladılar. Komünistler de zenginlerin servetleri paylaşmamak için nüfusu azaltmak gayesiyle doğum kontrolü meselesini başlattıklarını öne sürdüler. 1798’de Amsterdam’da ilk doğum kontrol kliniği açıldı. Sonra bu hareket Birleşik Amerika’da giderek yayıldı. 1916’da burada da doğum kontrol klinikleri açıldı. Gebeliği önleyici her türlü yöntem ahlâka uygun sayıldı.

Yukarıda da açıkladığımız gibi Avrupa’da henüz doğum kontrolü konusu söz konusu değilken, İslâm’da istenmeyen gebeliğin önlenmesinde “azl” yöntemi biliniyordu ve Hz. Peygamber de buna müsamaha ile bakmıştı. Hristiyan, Yahudi ve doğu dinlerinde de bu metot uygulanıyordu.[33]

Türkiye’de 1967’de çıkarılan “Nüfus Planlaması Hakkında Kanun”a göre, nüfus planlaması; fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları şeklinde tarif edilmiştir. Burada tıbbî zorunluluklar dışında gebeliğin sona erdirilemeyeceği hükme bağlanmışken, çeşitli propagandalarla kürtaja bir kapı açılmıştır. Kürtaj meselesi ABD’de ve bir çok batı ülkelerinde halen tartışma konusu olmaya devam ederken, Türkiye’de hemen uygulamaya konulmuş, bu konuda yeteri kadar bilgi sahibi olmayan genç anne adaylarından ölen ya da sakat kalanların sayısı oldukça yüksek orana ulaşmıştır. Diğer yandan geri kalmış ülkelerde ilkel yöntemlerle doğum kontrolü uygulaması yüzünden, yılda yaklaşık yarım milyon kadının öldüğü ve bir milyon dolayında çocuğun da annesiz kaldığı belirlenmiştir.

Yukarıda, henüz çocuk teşekkül etmezden önce, gerek azil ve gerekse bu kapsama giren gebeliği önleyici nitelikteki yöntemlere İslâm’ın müsamaha ile baktığını belirtmiştik.

Çocuk teşekkül ettikten sonra, başka bir deyimle gebelik başladıktan sonraki korunmaya gelince; bu konuyu Malthus’un dediği gibi yalnız “aç kalma”, dünya üzerindeki rızkın insanlara yeterli olmaması gibi teorik bir düşünceye bağlamak, İslâmî açıdan bir anlam taşımaz. Çünkü mü’min rızkı verenin Allah olduğuna inanır. Yüce Allâh’ın “Râzık” ve “Rezzâk” sıfatları ile “Rahmân” ve “Kerîm” sıfatları dünya üzerinde her canlıya rızkı verenin O olduğunu gösterir. Âyetlerde şöyle buyurulur:

“Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Biz onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.”[34]

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın. Allah onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (levh-ı mahfüz)dır.”[35]

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin ana karnında yaratılışı kırk günde toplanır. Sonra bir o kadar günde kan pıhtısı, sonra bir o kadar günde et parçası olur. Sonra Allah bir melek göndererek şu dört kader programını yazması emredilir: İşleyeceği ameller, rızkı, eceli ve bedbaht veya mes’ud olacağı. Sonra ona ruh üflenir.” [36]

İslâmî açıdan ceninin sağ olarak doğma ihtimali bulunduğu için, onun anne karnındaki varlığı korunmuş ve onun bir takım haklardan yararlanması sağlanmış, bu arada dış etkilerle onun düşürülmesi bazı şartlara bağlanmıştır.

Cenin sağ doğmak şartıyla miras, lehine vasiyet ve nesep ikrarı tasarruflarından yararlanır. Cenin için sabit olan bu haklar koruma altına alınır, o sağ olarak doğarsa bunlardan veli aracılığı ile yararlanmaya başlar.[37]

Dipnotlar:

[1]. Ömer Nasuhî Bilmen, istilâhât-ı Fıkıyye Kâmusu, II, 165. [2]. bk. el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 2. baskı, Bulak 1310 H., I, 556 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983 s. 327. [3]. Nisâ’, 4/19. [4]. Bakara, 2/228. [5]. Buhârî, Enbiya, 1, Nikâh, 80; Müslim, Radâ, 62; Tirmizî, Radâ, II. [6]. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Radâ, 11. [7]. İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55. [8]. Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî, Radâ, 11, Îman, 6; Dârimî, Rikâk, 74. [9]. Bakara, 2/222. [10]. Bakara, 2/187. [11]. bk. Bakara, 2/226, 227. [12]. Zühaylî, age, VII, 330. [13]. bk. A’râf, 7/80, 81; Şuarâ, 26/160-167; Ankebût, 29/29. [14]. İbn Mâce, Nikâh, 29; İbn Hanbel, II, 244. [15]. Tirmizî, Radâ, 12, 90; Dârîmî, Nikâh, 30; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VI, 200. [16]. Tirmizî, Tahâre, 102, Radâ, 12; İbn Mâce, Nikâh, 29; Dârîmî, Vudû’, 114; İbn Hanbel, I, 86, VI, 205. [17]. Ebû Dâvûd, Nikâh, 45. [18]. Tirmizî, Tahâre, 102. [19]. Müslim, Nikâh, 141; İbn Mâce, Nikâh, 61. [20]. Tekvîr, 81/8-9. [21]. Ebû Dâvûd, Nikâh, 48; Nesâî, Nikâh, 55; Ahmed b. Hanbel, III, 22, 49, 51. [22]. Buhârî, Kader, 4; Tirmizî, Nikâh, 39. [23]. bk. Müslim, Talâk, 26-28. [24]. Ahmed b. Hanbel, III, 26. [25]. İsrâ’, 17/31. [26]. İbn Mâce, I, 592, H.No: 1846. [27]. bk. Ahmed b. Hanbel, I, 31, III, 26; Kâsânî, age, II 334, 335. [28]. Müslim, Kasâme, 36; Buhârî, Tıb, 468; Ebû Dâvûd, Diyât, 19; Nesâî, Kasâme, 39. [29]. Kâsânî, age, V, 325; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 799; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, 407; Döndüren, «Gurre» mad. Ş.İ.A., II, 237. [30]. bk. İbn Kudâme, age, VII, 716; Zühaylî age, VI, 364. [31]. el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Terc., XII, 126. [32]. bk. Buhârî, Tıb, 468; Müslim, Kasâme, 36; Serahsî, age, XXV, 87 vd.; İbnü’l-­Hü­mâm, age, VIII, 324 vd. Bilmen, age, III, 803. [33]. bk. Müslim, Talâk, 26-28; «Birth Control» mad. Encyclopedia Britanice, III, 705; Moye W. Freymann, «Brith Control» mad., Encyclopedia Americana, IV, 4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul, 1967; Ş.İ.A. “Doğum Kontrolü” mad., I, 411. [34]. İsrâ’, 17/31; bk. En’âm, 6/151; Tekvîr, 81/8-9; Mümtehine, 60/12. [35]. Hûd, 11/6. [36]. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Kader, 1,2. [37]. Serahsî, el-Mebsût, XXVI, 86, 87; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, VIII, 328 vd.; Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, s. 331 vd.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İSLAM'DA KADIN HAKLARI NELERDİR?

İslam'da Kadın Hakları Nelerdir?

KADINLAR İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER

Kadınlar ile İlgili Hadis-i Şerifler

KADINLAR HAKKINDA AYETLER

Kadınlar Hakkında Ayetler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.