İnsanı Cennete Taşıyacak 4 Güzel Amel (Zariyat Suresi 15-19)

Kuran'da geçen insanı cennete götüren dört amel nedir? Zariyat suresinde verilen müjde...

Zariyat Suresi 15-19: "Gönülleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olup O’na itaatsiz­likten sakınan ve güçleri ölçüsünde O’nun emirlerini yerine getirmeye çalışanlar, cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır. Rablerinin kendilerine bahşedeceği her türlü nimeti alacaklardır. (Zariyat Suresi 15)

  1. Çünkü onlar daha önce iyilik eden ve yaptığı işi güzel yapan kimselerdi. (Zariyat Suresi 16)
  2. Geceleri pek az uyurlardı. (Zariyat Suresi 17)
  3. Seher vakitleri de Allah’tan bağışlanma dilerlerdi. (Zariyat Suresi 18)
  4. Mallarından hem yardım isteyen fakirlere, hem de muhtaç olduğu halde iffetinden dolayı dilenmekten çekinen yoksullara pay ayırırlardı. (Zariyat Suresi 18)

AYETLERİN (ZARİYAT 15-19) TEFSİRİ

Cennetlerde, pınar başlarında bulunup Rablerinin ihsan ettiği sayısız nimetleri hoşnutlukla kabul edip razı olacak kullar, şu hususiyetlere sahiptirler:

Birincisi; bunlar takvâ sahipleridir. Allah’tan korkan, O’na karşı muhabbete dayalı derin bir saygı duyan, bu sevgi ve saygının sevkiyle ilâhî emirleri yerine getirip yasaklardan titizlikle kaçınan kimselerdir. Onların yaşadıkları bu takvâ hayatından bir iki misal vermek gerekirse:

İkincisi; onlar dünyada iyilik ve ihsan sahibi idiler. Dâimâ sâlih ameller yapar ve yaptıklarını da en güzel şekilde yapmaya çalışırlardı. Bütün işlerini Allah’ı görürcesine yaparlardı. Bu sebeple en güzel mükafata ve sevaba layık olmuşlardır.

Üçüncüsü; geceleri pek az uyurlardı. “Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânasına göre amel ederlerdi. Allah Teâlâ’ya olan şevk ve muhabbetleri, âhiretle alakalı korku ve endişeleri sebebiyle gözlerine uyku girmez, ibâdet eder, vazife yaparlardı. Âyette geçen اَلْهُجُوعُ (hucû‘) kelimesi, az uyku, özellikle gece uykusu demektir. ما (mâ) edatının olumsuzluk için alınması durumunda âyet: “Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi”  (Zâriyât 51/17) mânasını taşımaktadır. Seher vakitleri de onlar istiğfar ederlerdi. Geceleri ibâdet etmekle birlikte, sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi.

Resûlullah (s.a.s.), gece ibâdetine teşvik ederek şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Birbirinize selam verin, yemek yedirin, akrabanızla ilginizi ve onlara yardımınızı devam ettirin. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın. Böyle yaparsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Et‘ime 45; İbn Mâce, İkâmet 174)

Gecenin sükûn ve bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere âittir. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere ma‘kes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür.

Hasan Basrî Hazretleri’ne: “Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nûrlu olur?” diye sordular. Şöyle buyurdu:

“Çünkü onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır...”

Bu beraberlik dolayısıyla âşıklar, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.

Veysel Karanî Hazretleri hiç uyumazdı. Gecelerini üçe taksim etmişti. Bir gece kıyâm, bir gece rukû, bir gece de secde hâlinde sabahlardı. Sordular:

“–Yâ Veysel! Geceleri aynı hâl üzere, meselâ secdede sabaha kadar bir hâl içinde nasıl geçirebiliyorsun?”

Şöyle cevap verdi:

“–Biliyorsunuz ki secdede üç defa «Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ» demek sünnettir. Ben daha bir kere diyemeden sabah oluyor!..”

İmam Rabbani’nin torunu Şeyh Seyfüddin (r.h.), her gece iki rekat namazda bir hatim indirir ve:

“Ya Rabbi! Geceler ne kadar da kısa. Düzgün bir şekilde iki rekat namaz kılamadan sabah oluyor” derdi.

Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inden nazmen dilimize çevrilen şu ifadeler, âdetâ Hak âşıklarının bu hâline tercüman olmaktadır:

“Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun,

Dursun gece, ey dost onu durdur, ne olursun!..

Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin ânlar.

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar...”

Dördüncüsü; onların mallarında اَلسَّٓائِلُ (sâil) ve اَلْمَحْرُومُ (mahrûm) için ödemek mecburiyetinde oldukları bir hak vardır. “Sâil”, ihtiyacını dile getiren, isteyen ve dilenen kimsedir. “Mahrum” ise, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul, kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimsedir.” (Buhârî, Zekât 53; Müslim, Zekât 101)

“Sâil”in ihtiyacını dile getiren insanlara, “mahrum”un ise ihtiyaç sahibi diğer canlılara işaret ettiği de söylenmiştir. Bu tefsir, insanların yanı sıra diğer canlıların, özellikle hayvanların haklarını koruma bakımından önem arz etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “Ciğer taşıyan her canlıdan ötürü, ona verilen rızık sebebiyle bir ecir vardır.” (Buhârî, Mûsâkât 9; Müslim, Selâm 153)

“Hak” ifadesi zahiren verilecek miktarın vacip olduğunu ifade eder. Bu sebeple bir kısım âlimler bunun zekât olduğunu söylerler. Fakat bu sûrenin Mekkî olması, zekâtın ise Medine’de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları tarafından bu nafile sadaka olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu, zekâttan ayrı olarak mal sahibi müttakîlerin vermeyi taahhüt ettikleri miktardır. Aslında bu ilâhî buyruğun özü şudur: Gerçekten takvâ sahibi bir insan hiçbir zaman: “Zekâtımı vermek suretiyle fakirlerin benim malım içinde olan haklarını ödedim ve bu mesuliyetten tamamen kurtuldum. Artık her fakirin, aç olanın, felakete uğrayanın yardımına koşmaya mecbur değilim” şeklinde yanlış bir düşünceye saplanamaz. Aksine o, her zaman gücünün yettiği her iyilik için can ü gönülden hazırdır. Hayırlı ve sevaplı bir iş için kendisine düşen fırsatları hiçbir zaman elden kaçırmaz. Yapacağı iyiliğe kendisinin daha çok muhtaç olduğunu düşünerek bütün imkânlarını bu yolda seferber eder. Böyle bir anlayışın, İslâm kardeşliğinin kuvvetlenmesi, içtimâî nizam ve ahengin sağlanıp toplumun yükselmesi açısından çok büyük ehemmiyet taşıdığında şüphe yoktur.

Kaynak: kuranvemeali.com, Tefsir Prof. Dr. Ömer Çelik

İslam ve İhsan

CENNET NİMETLERİ

Cennet Nimetleri

CENNET NE DEMEK?

Cennet Ne Demek?

CENNETİ NASIL KAZANABİLİRİZ?

Cenneti Nasıl Kazanabiliriz?

CENNETİ YAŞAYANLAR

Cenneti Yaşayanlar

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.