İnsan Neden İki Yüzlüdür?

Kendisini kendi elleriyle sahteleştirir mi insan? 

Sadece değerli şeylerin taklidi yapılır. En yüksek rakamlı banknotun sahtesi basılır. Elmasla benzemeye kalkar sıradan camlar. Ateş böcekleri yıldız sanılmak isterler. İnci, mercanın, zümrüt, yakutun imitasyonu yapılır. Kıymetli markaların çakması çıkar. Çok okunan kitapların korsanı basılır. Çok önemli birine dublör tayin edilir. Değersizin taklidi hepten değersiz olur. Sıradan taşların imitasyonlarına rağbet edilmez.

Özetle, sahtekârlar neyin değerli olduğunu bilir. Kalpazanlar ‘pahada ağır’ olanın peşine düşer.

İnsan ki şaheser sanattır. İnsan ki, başka her şeyi değerli kılan değerdir. İnsan ki, şuur aynasıdır. İnsan ki, kâinat sergisinin takdir edici seyircisidir. İnsan ki, güzelliklerin ve nimetlerin zevk sahibi tadıcısıdır. Her şey insanla güzeldir. İnsan taklit edilmez bir mühürdür yeryüzünde. Eşsiz bir varoluş zirvesidir. Yüzünden gözüne, parmak ucundan saç dibine, hücre hücre özel ve özgün yaratılmıştır. Her bir insan ‘el yapımı’ sanattır; bir başka insanın yerine geçemeyecek denli orijinaldir. Yeri doldurulamaz değerdedir. Eksikliği telafi edilemez bir cevherdir.

Soralım o halde: Bunca değerli olan ‘insan’ın taklitçisi çıkmaz mı? Biricikliği aşikâr olan bu eserin çakmalarını yapan olmaz mı? Yükte hafif, pahada ağır olan insanın kalpazanı yok mudur? İnsanı, “insan-mış gibi” imitasyonları piyasaya sürülmez mi? Korsan nüshasına rastlanmaz mı?

NİYE OLMASIN?

Peki, kim yapar bu çirkin işi? Kim bu anlamsız ve faydasız, sonuçsuz ve meyvesiz yolda emek harcar? Kim sahih insanı sahte yapmaya yeltenir? Kim orijinal kimliğinin yerine naylon kimlik koyar? Kim göğsünde saf bir kalp taşıyan insanı kalp para gibi gözden düşürmeye kalkar? Kim insanın sahiciliği üzerine şüpheler düşürür?

Acı bir cevabı var bu soruların: İnsanın kendisi. Başka kimin aklına yatar ki bu talihsiz proje!

Diyelim ki, insan, yine bir insanı sahteleştirmeye karar verdi? Kimi seçerdi insanlar arasından? Elbette ki en değerli gördüğünü. En öncelikli bildiğini. Vazgeçilmezini. Kendini. Evet, evet; kendisini. Başkasını değil, kendisini.

OLACAK İŞ Mİ BU?

Kendisini kendi elleriyle sahteleştirir mi insan? Kendi kendisinin kalpazanı olur mu? Yüzüne her bakanı, ışığa tutulan paralar gibi, sahte olmadığını kontrol etmek zorunda bırakır mı? Gerçek kimliği yerine korsan kimliğini koymaktan zevk alır mı? Sözünü inanılmaz; vaadlerini güvenilmez yapar mı? İpiyle kuyuya inilecek adam olmaktan çıkarır mı? Gözlerinin içine bakıldığında, ‘Orada bir insan var mı sahiden?’ kuşkuları uyandıracak tüyler ürpertici bir sahtekârlığa razı olur mu? Kendisini kendi elleriyle geçersiz kılar mı?

Ne yazık ki, evet! Kocaman bir evet… Münafıklığın tam tarifi bu olsa gerek: insanın kendisinin sahtesini yapması. Biricik sermayesini geçersiz kılması.

Münafıklığı seçiyorsa insan, insan kendi elleriyle kendini sahteleştiriyor demektir. Simasına basılan sahicilik mührünü bile isteye düşürüyor demektir. Gözlerinin içinde saklı ruh nefhasını yakıyor, tebessümlerinde ışıldayan Rahman logosunu siliyor demektir.

Nifak, insanın su gibi duru sesini bulandırıyor. Sahihliğin merkezi kalbini sahteleştiriyor. Bakışının orijinalliğini, tutuşunun biricikliğini naylonlaştırıyor. İnsan diye doldurduğu hacmi lüzumsuzlaştırıyor. Boşa çıkarıyor vicdanından umulanı. Kendisini özenle elinde tutanın beklediğini vermiyor. Yarı yolda bırakıyor sevenlerini. İler tutar bir yanı kalmıyor; pörsütüyor insanlığını. Elden düşürüyor itibarını; hızla değer kaybediyor ciddi gözlerde.

Ve ne yazık ki, ne yazık ki, bunu kendi elleriyle kendisine yapıyor. İkiyüzlülük demeye gelir münafıklık. Bir yüzü varken, yüzünü ikileştiren insanın, bir yüzü bile kalmaz. Gerçek olanı hangisidir, kendisi de bilmez. Gerçeğinin yanında sahtesi olunca, gerçek yüzünü o da tanıyamaz. Gerçek yüzünün yerini sahtesi alır. Aynaya bakınca, kendisini bulamaz.

İki sözlülük demeye de gelir münafıklık. Sözü ‘bir’ değildir; kaypaktır, yalanı dolanı vardır, saf değildir. Sapla saman karışıktır cümlelerinde. Hangi sözüne güvenileceği tahmin edilemez; doğru sözün yanına eğriyi koyunca, doğruları hepten eğrileşir. İşitmeye değer değildir artık. Hiçbir cümlesinin sonunda nokta olmaz; kelimeleri de utandırır, tertemiz sözler ağzında kirlenir.

Evet, insanın insanı geçersiz kılmasıdır münafıklık. Biricikliğini göz göre göre yitirmesidir. Orijinalliğini elden düşürmesidir. Yeryüzündeki varlığını gereksizleştirmesidir. Çöpe dönüştürmesidir cevherini. Ölüme bulamasıdır diriliğini. Çamura atmasıdır itibarını.

İnsanı böylesine orijinal, böylesine sahici, böylesine diri inşa eden ‘Usta’nın insandan muradı sahihliktir; saflıktır, netliktir, doğruluktur. İnsan olmak, orijinal tanımıyla, hatası da kusuru da olsa, bunu itiraf eden, kendi gerçeğiyle yüzleşen olmaktır. Kusursuzluk değildir insandan beklenen. Kusurlu değilmiş gibi yapmamasıdır. Mükemmellik değildir insandan beklenen; hatasıyla sevabıyla var olmayı göze almasıdır. Varlık sahnesine çıkan Âdem’in[as] cevheri de çamuru da ortadadır; saklamaz kendini. Ama İblis, kendi ateşine üstünlük atfeder; kusursuzluk iddia eder; kendi gerçeğinin inkârcısı olur. Hatasını kabul etmez; kılıf bulur. Olduğu gibi görünmemek gibi uzunca bir sancıya razı olur. Göründüğü olmamak gibi ömürlük bir zorluğa talip olur. Ümitsizliğe düşer, şeytanlaşır. İçini açabilseydi, gerçeğini itiraf etmekten kaçmasaydı, ne ümitsizliğe düşecek ne de kibirlenecekti. Kibirlenmeden ve ümitsizliğe de düşmeden var olmak gibi insanca bir yolu reddetti. Âdem’in[as] şahsında insana açılan yürüyüş yolu, kolay ve güzel olanı oldu. “Kasma kendini, harbi ol! Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol! İçini dışına eşitle. Söylediğini eylediğinle bir et, eylediğin kadar söyle…”

Bu netlik, Âdem’in[as] ve Havva’nın ağzından duyurulan cümle ile biricik yol olarak gösterilir: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik; bizden umduğunu yerine getiremedik; Sen bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, kaybedenlerden oluruz.”1

Demek ki, eksik de olsa eksikliği saklamamakta saklıdır insanın zaferi. Kusurlu da olsa, kusursuzmuş gibi yapmamaktan geçer insanın yürüyeceği geniş yol. Bağışlanmayı isteyecek hatalarla, merhamete sığınacak ayıplarla vardır insan ancak. Gerçeği bu iken insanın, kendine İblisçe sahte gerçekler icat etmek, hüsrandır, kayıptır, ziyandır.

Rabbinden saklayacağı bir şeyi olmayan, niye ikiyüzlü olsun? Rabbinin rahmetiyle hatasını bağışlayacağını, kusurlarını görmeyeceğini bilen insan, neden olduğu gibi görünmeme derdine düşsün ki! Eğer ikiyüzlü oluyorsa, eğer görünme derdine düşüyorsa, belli ki Rabbiyle yeterince tanışmamıştır.

İki-yüzlülük mide bulandırır: Söylediğini yapmaması, yapmadığını söylemesi insan için ‘tiksinti verici’dir.2 İki-sözlülük tiksindiricidir: Kardeşinin yüzüne karşı söylemediğini arkasından söylemesi, yüzüne diyemeyeceğini gıyabında demesi, ‘kokuşmuş’3 bir iştir. “Kendi kardeşinin etini hem de ölüyken, dahası tiksinerek değil de seve seve dişleyerek yemek” gibi iğrenç bir haldir. Hucurat’ta, “böyle olduğunu bilseydiniz, yapmazdınız” imasıyla, ‘tiksindiniz değil mi?” diye kuluna seslenen Rahman, belli ki, insana yakıştırmıyor bu hali. Kondurmuyor insan diye yarattığına kirli ikilikleri…

Samimiyete çağırıyor; duru olmayı sevdiriyor. Arkası önü bir, içi dışı bir, sözü özü bir olsun istiyor.

İnsana yakışan hali insana takdir eden Yaratıcı, bu yakışıklılığın yitirilmemesini istiyor. İnsanı saflığını, duruluğunu inşa etmek üzere, İhlas4 Suresi’nde, iki özel esmanın tecelli alanına çağırıyor. Ehad ve Samed.5

Katışıksız olmanın yolu, Ehad’e göre yaşamaktan geçer. Bir öyle bir böyle yapmaların, yanar döner olmaların sebebini Samed’i tanımamaya bağlar. Ehad, insanı biricik bilir. Öyle ki insanın biricikliği yüzünden okunur, her yüzün eşsizliği Ehadiyet damgasıdır. Kimselere benzemeyen bir yüzün sahibidir insan. Ehad olan Rabbi insana, bir bakıma,“Sen benim bi’tanemsin!” der. “Senin gibisi yok!” der, yüzüyle kimliğini kolayca ortaya koyduğu her seferinde. Parmak uçlarına kadar biriciklik mührü vardır insanda. Göz ardındaki retina tabakası, trilyonlarca hücrenin genetik konfigürasyonu ‘Sen Benim bi’tanemsin, seni kimselere değişmem!” deyişin sessiz harfleridir. Yüzünü Ehad’in tecelligâhı bilen insanın, başkalarına görünme derdinden kurtulması beklenir. Ehad’in biriciği olanın, sadece Ehad’e görünmesi kendisine şeref olarak yeter. Sadece O’nun nazarında yer almak tek gerçek itibar kaynağıdır; eşsiz bir iltifattır.

Ehad’dir Rabbi insanın; Her daim O’nun “gözü önünde”dir insan; Rabbi kendisinden gafil değildir; her an sahnededir; O’nun bakışından saklanacağı bir yer yoktur, O’nun işitmesinden kaçıracağı bir sözü olamaz, O’nun bilmesinden gizleyeceği bir niyet tutamaz. İnsan diye varoluşun güzelliğini sürdürmek için, neyse öyle olacaktır. Kıvırtan, laf kaçıran, söz dolaştıran, niyet gizleyen, kaçamak bakan biri Ehad’i ciddiye almıyor demektir.

Hem sonra, biriciği bildiği Ehad’in biriciği olmayı göze alamıyorsa, başka hatırları kıramıyorsa, bir gerçeği daha bilmelidir. Samed’dir de Rabbi insanın. Rabbini Samed olarak tanıyan insan, başkalarına yaranma derdinden kurtulur. Samed’dir O; yani, başkasına muhtaç etmez onu, başkalarının kapısına yormaz, sebeplere dilenci etmez.6

Başkalarının ona vaad ettiği her neyse, onu başkalarına boyun eğdiren menfaat her neyse, zaten başkaları da Samed’den alıyor değil mi? İnsanın hatırını kıramadıkları da, Samed’in yokluktayken bile hatırlarını bildiği değil mi?

O Allah ki, doğuranlara benzemez; doğurulanlara da benzemez. Doğuranların ve doğurulanların hatırını unutup Ehad’den başkasına göz çevirmeden ve Samed’den başkasına el açmadan doğrulma vakti geldi, geçiyor bile.

Âh!

Kaynak: Senai Demirci, Altınoluk Dergisi, Sayı: 371, Ocak 2017


Dipnotlar: 1) Araf, 23. 2) Saf, 2. 3) Hucurat, 12. 4) “İhlas” kelimesi, halis olmayı, katışıksız ve saf olmayı, içten ve duru olmayı ifade eder. Mekkî olan İhlas Suresi, insanı Ehad ve Samed esmasına muhatap olmaya çağırarak, orijinal kimliğini, saf özünü kaybetmekten alıkoyar. 5) Ehad ve Samed esması, Kur’ân’da, anlamlarını da vurgular şekilde, sadece bir kere geçer. Çünkü, cümle esma-i hüsna’nın omurga gibi tutunduğu ‘biricik’ gerçekliği ifade ederler. İnsan, adeta Ehad ve Samed tecellisini ete kemiğe bürünmüş halidir. Rabbinden başkasından itibar beklemez, Rabbinden başkasından fayda ummaz. 6) Fatiha’nın eşik ayeti, “İyyâke n’abudu ve iyyâke n’estâîn” de Ehad ve Samed’e yönelişi ifade eder: “Ehad’sin Sen, yalnız Sana kulluk ederiz ve Samed’sin Sen, yalnız Senden yardım isteriz.”

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.