İnsan Ne Zaman ve Nerede Öleceğini Bilebilir mi?

Ecel nedir veyahut ne demektir? Ölümü ertelemek mümkün mü? İnsanın nasıl öleceği belli midir? İnsan ne zaman ve nerede öleceğini bilebilir mi? Ölüm nasıl gelir? Ölüme dair merak edilenler...

Sözlükte “mutlak vakit, belirlenmiş zaman veya muayyen bir müddetin sonu” gibi anlamlara gelen ecel, dinî literatürde, “Allah tarafından her canlı için önceden takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ölüm vakti”dir.[1]

ÖLÜMÜ ERTELEMEK MÜMKÜN MÜ?

Ecel, hem insanlar için hem de toplumlar için geçerlidir. Hiçbir kimse, ecelini yani kendisi için takdir edilen ölüm zamanını ne bir an ileri ne de bir an geri alabilme yetkisine ve gücüne sahip değildir. “Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[2] “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.”[3] Görüldüğü gibi her iki âyette hem insan hem de milletlerin ve ümmetlerin ecelinden söz edilmekte ve vakit geldiğinde asla bunun tehir edilmeyeceği vurgulanmaktadır.

Her ümmet, her millet ve her devletin Allah tarafından tayin edilmiş bir ömrü vardır. O vakit geldiğinde onu ne bir saat ileri ne bir saat geri alabilirler. Milletler ve devletler, fertler gibidir. Kurulur, gelişir, duraklar, geriler ve nihayet yıkılır ve yok olur.[4]

İNSANIN NE ZAMAN ÖLECEĞİ BELLİ MİDİR?

İnsana hayatı lütfeden Allah Teâlâ, onun için eceli de takdir etmiştir. Ancak insana, ecelinin zamanı ve nerede öleceği bildirilmemiştir.[5] İnsana düşen görev, sorumluluk çağından itibaren ölünceye dek, Allah’a kulluk etmesi, sorumluluklarının farkına vararak hareket etmesi ve üzerine düşen görevleri yerine getirmesidir. Bu yüzden bugün ölecekmiş gibi âhireti yarın ölecekmiş gibi dünyası için çalışmak insanın vazgeçilmez ideali olmalıdır.

Hicretin üçüncü yılında Medine’ye yaklaşık 4-5 km. uzaklıkta bulunan Uhud denilen mevkide müşriklerle Müslümanlar arasında çok şiddetli bir savaş vuku buldu. İlk başta Müslümanlar zafere doğru yürürken birden bire İslam ordusu bir dağınıklık yaşadı. Abdullah b. Cübeyr’in (r.a.) komutasındaki okçular galip geldik düşüncesiyle nöbet mahallerini terk etmişlerdi. Düşman bu terk edilen mevziden girerek Müslümanları kuşatmıştı. Neticede Müslümanlar 70 şehit vermişlerdi. Bunların başında Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in amcası Hz. Hamza (r.a.) geliyordu. Savaşın sonrasında Allah mü’minlere bir güven indirmişti. Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup ise Allah’a karşı haksız yere cahiliyye devrine benzer düşüncelere kapılmışlardı. “Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik” diyorlardı. Allah Teâlâ onlara cevaben şöyle buyurdu: “Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi.”[6]

İNSAN NE ZAMAN ÖLECEĞİNİ BİLEBİLİR Mİ?

Âyette üzerine ölüm yazılanların mutlaka ölecekleri yere gideceklerine ve ölümün/ecelin zaman ve mekânını bilme yetkisinin kişiye verilmediğine işaret edilmiş ve bu hususta takdir yetkisinin sadece Allah’a ait olduğuna vurgu yapılmıştır. Kişi nerede olursa olsun, hangi korunaklı mekânda bulunursa bulunsun ölüm ona ulaşacaktır.

ÖLÜMDEN KAÇIŞ YOK

İnsanın, tedbir almak kuldan ve takdir ise Allah’tandır düsturu ile hareket ederek Allah’a teslim olması, kulluğun en vazgeçilmez sembolüdür. “Nerede olursanız olun ölüm, size ulaşır, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile…”[7] ilâhî beyanında açıkça ifade edildiği gibi, ölüm herkese, her yere ulaşacak ve girecektir. Buna önlem almak, bunu durdurmak mümkün değildir.

İnsan, zayıf ve aceleci bir karaktere sahiptir. Endişeleri, korkuları ve aynı zamanda ümitleri ve geleceğe dönük planları vardır. Bu insanın tabiatında var olan bir özellik ve duygudur. Elbette insan, ölümden çekinir ve korkar. Bu durum da doğal/tabiidir. “Deki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da şahadet âlemini/görüleni ve gaybı/görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O, size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.”[8] İnsanoğlu ölümden ne kadar kaçarsa kaçsın, Allah’ın huzuruna döndürülmek ve orada dünya hayatında yapıp ettiklerinin haberini almak için ölüm eşiğinden geçerek âhirete gidecektir. Bunun dönüşü yoktur.

ÖLÜM HAKTIR

Hiçbir nefis, Allah’ın izni ve takdiri olmadan ölmez. Kur’an bu hususu şöyle bildirir: “Hiçbir kimse Allah'ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır…”[9]

Her nefis, Allah’ın emri, dilemesi, kazası, kaderi ve ilmi ile ölür. O’nun bilgisi olmadan hiçbir kimse ölmez. Her nefsin/herkesin Allah’ın ilmi ezelisinde ve kazasında tayin edilmiş bir eceli vardır. İnsanlar ecellerini/bu vakti ne bir an geriye ve ne de bir an ileriye alabilirler. Allah Teâlâ, ruhları alması için ölüm meleğine emreder. Hiçbir kimse Allah’ın izni ve emri olmadan ölmez. Tehlikeli yerlere/ortamlara girse ve savaşlara katılsa bile hiçbir kimse eceli gelmeden ölmez. Eceli geldiğinde ise, hiçbir çare/tedbir ölümü def etmez. Korkmanın ve sakınmanın da bir faydası yoktur.[10]

İnsana, hayatı ve ömrü lütfeden Allah Teâlâ, ona eceli bir başka deyişle ölümü de takdir etmiştir. Bu konuda insana hiçbir irade, yetki ve seçenek verilmemiştir. İnsan, hayatını ve ömrünü, serbest iradesi ile tanzim edecek, kendisine ihsan edilen akıl, irade, gönderilen elçiler ve kitaplar vasıtasıyla doğru yolu bulacak ya da nefsinin teşviki ve şeytanın vesvesesi ile batıl yolları seçecektir.

ÖLÜM NASIL GELİR?

İnsanlar için Allah Teâlâ tarafından takdir edilen ölüm hadisesinin çeşitli şekillerde, surette ve biçimde tecelli ettiği görülür. Kimi insan, doğal şekilde ölümü tadarken, kimi insan da savaşlarda, tabiî âfetlerde, açlık ve çeşitli hastalıklar vasıtasıyla ölümle karşı karşıya gelir. Canı yaratan Allah, ölüm konusunda öyle takdirlerde bulunmuştur ki, insan aklı bunun oluşunu ve arka planını kavramaktan acizdir. Elbette insana hayat veren Allah, bu canı istediği şekilde almaya kadirdir ve bu hususta O’nu kimse sorgulayamaz. Selde boğulan, yangında hayatını kaybeden, depremde ruhunu teslim eden, tedavisi mümkün olmayan ağır hastalıklarla boğuşarak can emanetini teslim eden kimselerin akıbetine bakarak teessüf etme yerine Allah teslim olmak daha hayırlıdır.

Allah Teâlâ, sel, deprem, yangın, heyelan ve benze afetlerde, verem, kanser, kolera vb. hastalıklarda canını kaybeden Mü’minlere mahiyetini kavrayamayacağımız derecede mükâfat lütfedebilir. Hükmî şehitlik gibi bir payeye onları layık görebilir. Bu yüzden esas ibret alması gerekenler hayatta kalanlardır. “Kadere iman eden, kederden emin olur” ilkesi ile meseleleri değerlendirmek ancak bizi sükûna erdirir. Deprem ve benzerleri çok acı gerçeklerdir. Ancak ibret ve hikmet boyutu da o nispette derin ve kapsamlıdır.

Dipnotlar: [1] Fikret Karaman ve diğerleri, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2006, s. 131. [2] el-Münâfikûn, 63/11. [3] el-A’raf, 7/34. [4] Ali Özek ve diğerleri, Kur’an-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meâli, Sudi Arabistan Mushaf-ı şerif Basım Kurumu, Medine, 2003, A’raf sûresi, 34. âyetin izahı. [5] Lokman, 31/34. [6]Âl-i İmrân, 3/154. [7]en-Nisâ, 4/78. [8]el-Cum’a, 62/8. [9]Âl-i İmrân, 3/145. [10]Bkz. Beydâvî, Nâsıruddin Ebû Said Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, ( Kitabü’n Mecmuatü’n mine’t-Tefâsir içinde ), Dâru İhyâi’t-Türsasi’l-Arabiyyi, Beyrut, ts., I, 600; Hâzin, Alâuddin Muhammed b. İbrahim el-Bağdâdî, Lübâbü’t-Te’vîl fî Meâni’t-Tenzîl, (Kitabun Mecmuatün mine’t-Tefâsir içinde), Dâru İhyâi’t-Türsasi’l-Arabiyyi, Beyrut, ts., I, 600-601; Nesefî, Ebu’l-Berakât Abdullah b. Ahmed Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, (Kitabun Mecmûatün mine’t-Tefâsîr içinde), Dâru İhyâi’t-Türsasi’l-Arabiyyi, Beyrut, ts., I, 600.

Kaynak: Kerim Buladı, Altınoluk Dergisi, Sayı: 448

İslam ve İhsan

“HİÇ KİMSE NEREDE ÖLECEĞİNİ BİLEMEZ” AYETİ

“Hiç Kimse Nerede Öleceğini Bilemez” Ayeti

ÖLÜM NASIL GELİR?

Ölüm Nasıl Gelir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.