Hz. İbrahim’in (a.s.) Eşleri

Hz. İbrahim’in (a.s.) ilk eşinin adı nedir? Hz. İbrahim’in (a.s.) eşleri kimlerdir? Hz. İbrahim’in (a.s.) eşleri; Sare ve Hacer’in (a.s.) imtihanı.

Kur’ân ve Sünnette, îman, ihlâs, iffetini koruma ve tevhîd mücadelesinde eşine destek olma konularında örnek gösterilen iki kadın Sâre ve Hacer’dir. Hz. İbrahim Irak’ta Bâbil yöresinde peygamber olmuş ve kendisini tanrı ilan eden hükümdar Nemrud’u hak dine çağırmıştır. Yönetimi kaybetme korkusuna kapılan Nemrud, İbrahim (a.s.)’ı ateşe atarak yok etmek istemişse de, Yüce Allah onu korumuş, Nemrud ve adamlarını ise sinek ordusu ile helâk etmiştir.[1]

İşte Hz. İbrahim, eşi Sâre ve yeğeni veya amca oğlu Lût (a.s.), bu olaylardan sonra Irak’tan ayrılarak bereketli bir ülke olan Şam ve Filistin yöresine geçmiştir. İbrahim (a.s.) buradan da bir ara irşad gayesiyle, eşi Sâre ile birlikte Mısır’a gitmiştir.

HZ. SARE’NİN (A.S.) BAŞINDAN GEÇEN HADİSE

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu yolculuk sırasında Hz. Sâre’nin başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır: “Erdûn” kasabasına geldiklerinde, şehrin kralı İbrahim’in güzel bir kadınla şehre girdiğini öğrenmiş ve Hz. Sâre’ye göz koymuştu. Onu sarayına getirtti ve namusuna göz dikti. Sâre kalkıp abdest aldı ve namaz kılıp şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Ben sana ve senin peygamberine îman etmiş ve iffetimi kocam dışında herkesten korumuşsam, bana bu kâfiri musallat etme.” Kralın nefesi kesildi ve çırpınmaya başladı. Bunun üzerine Sâre, “Allah’ım, eğer bu adam ölürse Sâre öldürdü derler, bu yüzden ölmesini istemiyorum” deyince kral canlandı ve bu durum üç kere yenilendi. Kral adamlarına; siz bana bir insan değil, şeytan getirmişsiniz; diyerek Sâre’yi serbest bıraktı ve Hacer’i de hediye olarak verdi.”[2]

Burada, iffetini koruyan îmanlı bir kadının zorda kalınca Yüce Allâh’a sığınabileceğine bir işaret vardır. Sığınanın niyet ve samimiyetine göre Yüce Allah kurtuluş yolları gösterir.[3]

Hz. Sâre kısır bir kadındı. Bu yüzden İbrahim’in Hacerle evlenmesine izin verdi. Ancak Hz. Hacer İsmail (a.s.)’ı dünyaya getirince iki kadın arasında yaratılışta var olan kıskançlık hali doğdu. Bunun üzerine İbrahim (a.s.), yüce Allâh’ın emri ile eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Filistin’den alıp Hicaz’a götürdü. Şimdiki Beytullah’ın yakınında bir yere konakladılar. Yanlarında bir kırba su ve bir miktar da yiyecek vardı. O dönemde Mekke şehri yoktu, çünkü Nuh tufanında Âdem (a.s.)’dan beri gelen Kâbe-i Muazzama’nın izleri de kaybolmuştu. Her taraf ıssız ve susuz idi.

Hz. İbrahim Hacer’i ve kucağındaki küçük İsmail’i orada bırakıp, Filistin’e dönmek üzere hazırlanırken, Hz. Hacer; “Ey İbrahim! Bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp da nereye gidiyorsun?” dedi. İbrahim (a.s.)’in sustuğunu görünce, bu ferasetli ve ihlaslı kadın yeniden sordu; “Bizi burada bırakmanı sana Allah mı emretti!? Hz. İbrahim; “Evet Allah emretti” deyince, Hacer; “Öyleyse yüce Allah bize yeter, O bizi korur.” diyerek Allâh’a tevekkül etti.[4]

Hz. İbrahim Seniye mevkiine gelince Kâbe’nin bulunduğu yana doğru dönerek beldenin Nuh tufanından önceki gibi güvenli hale gelmesini,[5] Yüce Allah’tan istemiş ve zürriyeti için de şöyle dua etmiştir:

“Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir bölümünü, senin Haram Evinin yanında, bu tarım yapılamayan vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir bölümünün gönüllerini onlara meylettir ve onları çeşitli meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.”[6] Bu duanın kabul olunduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilir:

“Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.”[7]

Nitekim Allahü Teâlâ Hz. Hacer’i ve oğlu İsmail’i zayi etmemiş, yukarıdaki duanın sonucu, kısa sürede tecelli etmiştir. Çocuğun su ihtiyacı için yüksekçe yer olan Safâ tepesine, oradan Merve’ye koşan Hacer (r. anhâ), buradan çevreye bakarak su araştırmış ve iki tepe arasındaki gidiş-gelişi yedi defa olmuştur. Su bulmaktan ümidini kesen Hacer, İsmail’in yanına döndü ve orada bir su kaynağının akmakta olduğunu gördü. Suyun akıp gitmemesi için önünü kesmeye çalıştı. Yüce Allah onlara böylece “zemzem” suyunu bir daha kesilmemek üzere ikram etmişti. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah, İsmail’in annesi Hacer’e merhametiyle muamele etsin. Eğer o zemzemi kendi haline bıraksaydı akarsu meydana gelirdi.”[8]

Hz. Hacer’in suyu bulmasından sonra Mekke vadisinden geçmekte olan Yemenli Cürhümlüler kabilesi, kuşların hareketinden vadide su bulunduğunu anlamış ve Hacer’den izin alarak oraya yerleşmeye karar vermişlerdi. İşte Mekke’nin ilk yerlileri bu kabile ile, daha sonra Hz. İsmail’in cürhümlülerle evlenmesi sonucu meydana gelecek nesillerinden ibarettir.

Böylece, zemzem suyundan yararlanma karşılığında Cürhümlüler Hacer’in ve oğlu İsmail’in ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmişlerdi. Hz. Hacer’in tevekkülü kısa bir süre içinde meyvesini vermiş ve kendilerini ıssız vadide güvenli bir topluluk içinde bulmuşlardı.

Kendisi sürekli bir çocuk özlemi içinde idi. İşte artık ay halinden kesildiği bir dönemde, kendisi 90, eşi İbrahim ise 120 yaşlarında bulunduğu bir sırada Allahü Teâlâ kendilerine önce İshak’ın daha sonra da torunları Ya’kub’un dünyaya geleceğini haber verdi.[9]

HZ. İBRAHİM’E VE SARE’YE (A.S.) VERİLEN MÜJDE

Artık çocuk sahibi olmaktan fizik, biyolojik ve tıp bakımından ümit kesilen bir çağda İbrahim (a.s.) ve Sâre’ye bir çocuk ve arkasından, bir torun sahibi olma müjdesinin verilişi Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır: Hz. İbrahim ve yakın hısımı olan Lût (a.s.) aynı dönemin peygamberleridir. Lût (a.s.)’in kavmi eşcinsellik sapıklığına tutulmuş ve ilâhi gazabı üzerlerine çekmişlerdi. İşte Hz. Lût’a kavminin helâk olacağını bildirmek ve bunu infaz etmekle görevli bir grup melek önce İbrahim (a.s.)’ın evine gelirler. Bunlar insan suretinde, genç delikanlılar görünümünde idiler. Önlerine konulan yemeği yemeyince İbrahim (a.s.) onların normal insan olmadıklarını anladı ve korkuya kapıldı. Hz. Sâre’de onlara ayakta hizmet ediyordu. İşte bu misafirler kendilerinin melek olduğunu açıklayarak, aileye katılacak bebeği şöyle haber verdiler:

“Elçilerimiz (melekler) İbrahim’e müjde ile gelip, “selâm” dediler. O da “selâm” dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat onların o buzağıya el sürmediklerini görünce, tuhafına gitti ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “korkma biz Lût kavmine gönderildik” dediler. İbrahim’in (hizmet için) ayakta duran karısı (Sâre) güldü. Biz de ona İshak’ı ardından da torunu Ya’kub’u müjdeledik. Kadın “vay başıma gelene” dedi, “Ben yaşlı bir kadın, şu kocam da yaşlı bir adam iken ben mi çocuk doğuracak mışım? Bu doğrusu şaşılacak bir şeydir.” Melekler: “Ey evin hanımı! Allâh’ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, Allâh’ın işine nasıl şaşarsın? O Allah, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur” dediler.”[10]

Başka bir âyette; Hz. Sâre’nin, meleklerin çocuk doğuracağını müjdelemesi üzerine, ellerini yüzüne vurarak, kendisinin yaşlı ve kısır olduğunu bildirdiği, meleklerin ise; “Rabbin böyle dedi. O, tam hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyi bilendir” diyerek işi ilâhi iradeye bağladıkları belirtilir.[11]

Sonuç olarak gençlik yaşlarında çocuk dünyaya getirmemiş olan ve kısır bulunan Hz. Sâre ay halinden de kesildiği bir dönemde yüce Allâh’ın dilemesi ile Hz. İshak’ı doğurmuştur. Nitekim Mücâhid ve İkrime, çocuk müjdesi haberini alan Sâre’nin gülmesini “ay hali oldu” şeklinde tefsir etmişlerdir. Çünkü “güldü (dahike)” fiili arapçada kadınlar hakkında bu anlamı da kapsamaktadır. Ancak çoğunluk bilginler buna “bilinen sevinç gülmesi” anlamı vermişlerdir.[12]

Hz. Sâre’nin meleklerin yanında ayakta durması, misafirlerine hizmet içindir. Bazı müfessirler onun tesettürlü olduğunu, melekleri görünce ayağa kalktığını söylemişlerdir.[13] Hz. Peygamber’e (s.a.v.) de bir düğün merasiminde gelinin hizmet ettiği nakledilmiştir.

Ebû Üseyd es-Sâidi (r.a.), Allâh’ın elçisini kendi düğün cemiyetine davet etmişti. Eşi gelin hanım onlara hizmet ediyordu. Yemekten sonra, Rasûlüllah (s.a.v.)’e geceden hazırlanmış hurma suyu ikram etti.[14] el-Kurtubî (ö.671/1273) bu hadisi naklettikten sonra şöyle der: “Bu, gelinin kendi düğününde kocasına ve onun arkadaşlarına hizmet etmesinin caiz olduğunu gösterir. Yine, bir erkeğin eşine, salih arkadaşlarına hizmet ettirmesinde bir sakınca bulunmaz. Ancak bu uygulamanın hicâb (tesettür) âyetlerinin inmesinden önce vuku bulmuş olması da muhtemeldir.”[15]

Buna göre evin hanımının, tesettüre riayet etmek şartıyla ve kocası da hazır bulununca kayın biraderi, kocasının amca, dayı gibi hısımları ile kendi amca, dayı hala ve teyzesinin erkek çocuklarına ve yine kocasının ahlâk ve fazilet sahibi arkadaşlarına yemek ve meşrubat ikram etmesi mümkün ve caizdir. Ancak fitne korkusu olur ya da eşler, yakın mahrem hısımlar dışında kalan erkeklerle görüşmede takvâ yolunu seçerlerse, bu daha güven verici ve daha fazla koruyucu olur. Nitekim erkek veya kadının, karşı cinsi görünce, bakışlarını öne eğmesini bildiren âyetlerde bu davranışın daha temiz olduğuna işaret edilmiştir.[16] Yine, kimsenin bulunmadığı eve izinsiz girmeyi yasaklayan, izin isteyince de, “geri dönün” denilirse, dönüp gidilmesini bildiren âyette de, bu davranışın daha temiz olduğu belirtilmiştir.[17]

Dipnotlar:

[1] bk. Enbiyâ, 21/69, 70. [2] Buhârî, Buyû, 100, Enbiyâ, 8, Hibe, 36. [3] bk. Ankebût, 29/69. [4] İbnü’l-Esîr, el-Kâmîl fî’t-Târîh, Beyrut 1965,1,101 vd; K. Miras, Tecrîd-i Sarîh Terc. ve Şerhi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 14, 15. [5] İbrahim, 14/35, 36. [6] İbrahim, 14/37. [7] Kasas, 28/57. [8] Buhârî, Enbiyâ, 9; Miras, age, VI, 15. [9] Hâkim, el-Müstedrek, II, 556; Hûd, 11/71. [10] Hûd, 11/69-73. [11] bk. Zâriyât, 51/25-30. [12] Kurtubî, el-Câmi’, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, IX, 45. [13] bk. Kurtubî, age, IX, 45. [14] bk. Buhârî, Eşribe, 7, Nikâh, 71, 78, Eymân, 21, İbn Mâce, Nikâh, 24; Ahmed b. Hanbel, III, 498. [15] Kurtubî, age IX, 46. [16] Nûr, 24/30, 31. [17] Nûr, 24/28.

Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HZ. İBRAHİM’İN (A.S.) HAYATI VE MUCİZELERİ

Hz. İbrahim’in (a.s.) Hayatı ve Mucizeleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.