Hz. Yakub (a.s.) Kimdir?

Hz. Yakub (a.s.) kimdir? Yakub Peygamber’in babası kimdir? Hz. Yakub (a.s.) nerede doğdu?  Hz. Yakub’un (a.s.) eşleri ve çocukları kimlerdir? Hz. Yakub (a.s.) ne zaman peygamber oldu? Hz. Yakub (a.s.) hangi kavme gönderildi? Hz. Yakub’un (a.s.) imtihanı nasıl oldu? Muhabbet ve hasretle kavrularak sabırda abideleşen Hz. Yakub’un (a.s.) hayatı ve kıssası.

Peygamber oğlu ve peygamber babası Hz. Yakub’un (a.s.) kısaca hayatı.

HZ. YAKUB’UN (A.S.) KISACA HAYATI - Yakub Peygamber Kimdir?

Yakub Aleyhisselam’ın adı Kur’an-ı Kerim’de 16 defa geçer. Kur’an’da kendisinden hem Yakub hem de İsrail diye bahsedilmektedir.

Medyen’de veya Şam’da doğduğu ve zayıf yapılı, ağır başlı, uzun boylu, güzel yüzlü bir kişi olarak rivâyet edilir.

Hazret-i İshak’ın oğlu olan Yakub Aleyhisselam Filistin civarında Kenan diyarında yaşayan İsrailoğulları’na gönderilen bir peygamberdir. Yusuf Peygamber’in de babasıdır. İsrailoğulları onun soyundan gelmektedir.

Kur’an-ı Kerîm’de Yakub Peygamber’in güçlü bir iradeye, keskin bir zekâya sahip, salih, hayırlı, dürüst ve temiz zürriyetli bir insan olduğundan bahsedilir.

Yakub Aleyhisselam’ın neslinden birçok peygamber gelmiştir. Hazret-i Musa, Hazret-i Harun, Hazret-i Davud, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Yahya ve Hazret-i İsa Aleyhimüsselam neseben Hazret-i Yakub’a bağlıdırlar.

Hazret-i Yakub’un 12 çocuğu olmuş, en sevdiği oğlu olan Hazret-i Yusuf kardeşleri tarafından kıskanılmış ve kuyuya atılmıştır.

Yakub Aleyhisselam evlat acısı ile evlat ihaneti ile imtihan edilmiştir. Oğlu Yusuf Aleyhisselam’ın acısı dolayısıyla gözleri kapanmış, kırk sene sonra ona kavuşmasıyla yeniden açılmıştır.

Yusuf Peygamber’i kuyudan çıkaran kişiler onu köle olarak satmış ve ardından da zindana düşmek gibi musîbetlere uğramıştır. Fakat sonunda babası Hazret-i Yakub ile birleşmişlerdir.

Yakub Aleyhisselam oğlu Yusuf Aleyhisselam ile buluştuktan sonra ailesi ile Kenan diyarından Mısır’a hicret etmiştir.

Rivâyete göre, Hazret-i Yakub Mısır’da oğlu Yusuf Aleyhisselam’ın yanında 24 sene kaldıktan sonra vefat etmiş ve vasiyeti üzerine naaşı, Şam’da defnedilmiş bulunan babası İshak Aleyhisselam’ın yanına gömülmüştür. Başka bir rivâyete göre 147 yaşında vefat eden Yakub Peygamber vasiyeti gereği Filistin el-Halil’de Makpela, İbrahim Aleyhisselam ve karısı Sâre, İshak Aleyhisselam ve karısı Rebeka ile kendi karısı Lea’nın bulunduğu yere defnedilmiştir.

Evladı Hz. Yusuf (a.s.) ile imtihan edilen ve 40 yıl gözyaşı döken Hz. Yakub’un (a.s.) ayrıntılı hayatı.

HZ. YAKUB’UN (A.S.) HAYATI - Yakub Aleyhisselam Kimdir?

İshâk -aleyhisselâm-’ın oğlu olan Yakub -aleyhisselâm-, Kenan diyârında yaşayan insanlara gönderilen bir peygamberdir. O’nun Medyen’de veya Şam’da doğduğu rivâyet edilir. Hazret-i Yakub, Iys adlı kardeşiyle ikiz olarak doğmuş ve Iys’tan sonra dünyâya geldiği için de kendisine “tâkib eden” mânâsında Yakub denilmiştir.

YAKUB NE DEMEK?

Yakub, diğer bir mânâda “saffetullâh” (Allâh’ın sâf ve temiz kıldığı kulu) demektir. Yakub -aleyhisselâm-’ın lâkabı “İsrâîl”dir. Bu da, Allâh’ın kulu mânâsına gelmektedir.

Yakub -aleyhisselâm-’ın neslinden birçok peygamber gelmiştir. Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Hârûn, Hazret-i Dâvûd, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Zekeriyyâ, Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimüsselâm-, neseben Hazret-i Yakub’a bağlıdırlar. Çünkü babası Hazret-i İshâk, “zürriyetinden enbiyâ ve melikler gelmesi” için duâ etmiştir.

Her nebîye kendine mahsus bir duâ verilmiştir ki muhakkak kabûl olunur. Her peygamber onu dünyâda iken yapmış, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, onu kıyâmet gününe bırakmıştır. Onunla, şefâat-i uzmâsı gerçekleşecektir.[1]

HZ. YAKUB’UN (A.S.) EŞLERİ

Annesi, oğlu Yakub’u dayısının yanına gönderdi. Dayısının iki kızı vardı. Büyüğünün ismi Lâyâ, küçüğünün ismi Rahîl idi. Ya’kûb -aleyhisselâm- dayısına yedi sene hizmet etti ve onun büyük kızı Lâyâ ile evlendi. Ardından yedi sene daha dayısının hizmetinde bulunarak küçük kızı Rahîl’i de nikâhladı. Yakub -aleyhisselâm-’ın tâbî bulunduğu şerîatte iki kız kardeşi bir nikâh altında bulundurmak câizdi.

Dayısı, kızlarını Yakub’a verirken, onlara hizmetçi olmak üzere her birine birer câriye verdi. Birinin adı Zülfe, diğerinin Belhe idi. Ayrıca iki câriye de Yakub’a hibe etti.

HZ. YAKUB’UN (A.S.) KAÇ ÇOCUĞU OLDU?

Hazret-i Yakub’un Lâyâ’dan altı, câriyelerden dört, Rahîl’den de iki oğlu oldu. Rahîl’den uzun bir müddet çocuğu olmamıştı. Rahîl, Allâh Teâlâ’ya ilticâ etti ve ona Yûsuf bahşedildi. Ardından Bünyâmîn doğdu. Bu doğumun kırkında Rahîl vefât etti.

Yakub -aleyhisselâm- Hazret-i Yûsuf’un doğduğu sene peygamberlikle vazîfelendirildi. İnsanları tevhîd akîdesine dâvet etmeye başladı. Kendisine Kenan diyârı ahâlisinden çok kimse îmân etmiştir.

Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:

“...O’na (İbrâhîm’e) İshâk ve Yakub’u bahşettik ve her birini peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden ihsanlarda bulunduk. Onlar için dillerde (ve dinlerde) yüksek ve güzel bir nam bıraktık.” (Meryem, 49-50)

(Ey Rasûlüm! Dinde, ibâdette ve Allâh’ın emirleri husûsunda) kuvvet ve basîret sâhibi olan kullarımız İbrâhîm, İshâk ve Yakub’u da yâd et! Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar bizim katımızda seçkin, sâlih kimselerdendir.” (Sâd, 45-47)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu peygamberlerin fazîleti hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kerîm oğlu Kerîm oğlu Kerîm oğlu Kerîm; İbrâhîm oğlu İshâk oğlu Yakub oğlu Yûsuf’tur.” (Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12/1)

Yûsuf -aleyhisselâm-, daha küçük yaşlarından itibâren babasının büyük bir sevgisine mazhar olmuştu. Her hâliyle kardeşlerinden farklıydı. Nitekim babası Yakub -aleyhisselâm-, oğlu Yûsuf’ta kendisindeki husûsiyetleri görmüştü. Bu sebeple O’na olan meyli, diğer evlâdlarından fazla idi. O’nu çok sever, bütün oğullarından azîz tutar ve yanından ayırmazdı.

KARDEŞLERİNİN HASEDİ

Yakub -aleyhisselâm-, oğlu Yûsuf’un alnındaki nübüvvet nûrunu görmüş, bunun için O’na daha fazla ihtimam göstermişti. İşte babalarının bu meyil ve muhabbeti, Yûsuf’un diğer kardeşlerinin hasedlerine sebep oldu. Gün geldi bu hased bardağı iyice taştı ve kardeşleri Yûsuf için kötü plânlar yaptılar.

Yakub -aleyhisselâm-’ın Yûsuf’a olan aşırı muhabbeti gayretullâha dokundu. Bu sebeple Allâh Teâlâ, ona bir iptilâ vermeyi murâd etti ve Yûsuf’u babasından ayırdı. Zîrâ evlâd, bazı hâllerde baba için büyük bir imtihandır. Meselâ Nûh -aleyhisselâm-, kâfirlerin helâki için bedduâ ettiği hâlde, müşrik olan oğlunun da suya gark olduğunu görünce sabredemeyip:

Ey Rabbim! şüphesiz oğlum da âilemdendir…” (Hûd, 45) demişti.

Nûh -aleyhisselâm-’ın bu niyâzına Cenâb-ı Hak şu şekilde karşılık verdi:

“Ey Nûh! O kesinlikle senin ehlinden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan (kötü, çirkin) bir amelin sâhibidir…” (Hûd, 46)

SİNSİ PLAN

Kardeşleri, Yûsuf hakkında belli bir kanaat birliğine varınca:

“İçlerinden biri: «Yûsuf’u öldürmeyin! Eğer mutlakâ (birşey) yapacaksanız, onu bir kuyunun dibine atın da (bari) geçen kervanlardan biri onu alsın (götürsün)!» dedi.” (Yûsuf, 10)

Bu teklifi yapan Yehûda idi ve bunu kardeşlerine kabûl ettirmişti. Şu kardeşlerin hâli ne kadar ibretlidir ki; en merhametli olanı dahî hasedi sebebiyle Yûsuf’un kuyuya atılmasını tavsiye etti.

Nihâyet Yûsuf’un birâderleri, yapmış oldukları sinsi plânla babalarına geldiler.

“Dediler ki: «Ey babamız! Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun! Oysa biz O’nun koruyucularıyız (O’nun iyiliğini istemekteyiz)

«Yarın O’nu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin (içsin); oynasın! Biz O’nu mutlakâ muhâfaza ederiz.»” (Yûsuf, 11-12)

BELA AĞIZDAN ÇIKAN SÖZE BAĞLIDIR

“Babaları: «Onu götürmeniz beni hakîkaten üzer ve siz farkında olmadan, onu bir kurdun yemesinden korkarım.» dedi.” (Yûsuf, 13)

Yûsuf’un birâderleri, babalarına ve kardeşlerine hürmette kusûr eden kimselerdi. Dolayısıyla, kurdukları hîleyi gerçekleştirebilmek için babalarının îkaz ve ihtârını geçiştiriverdiler:

“Onlar! «Vallâhi biz böylesine güçlü bir grup iken onu kurt kapar da yerse, o zaman biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz (yazıklar olsun bize!)» dediler.” (Yûsuf, 14)

KARDEŞLERİNİN İHANETİ

“Derken kardeşleri onu alıp götürünce ve kuyunun dibine bırakma konusunda görüş birliğine vardıklarında, Biz de Yûsuf’a şöyle vahyettik: «Zamanı gelecek, onların hiç hatırlarına gelmediği bir sırada, yaptıkları bu işi kendilerine hatırlatacaksın.»” (Yûsuf, 15)

Âyette geçen «Biz de Yûsuf’a şöyle vahyettik» ifâdesinden hareketle müfessirlerin bir çoğu, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’a, daha o zaman peygamberlik verildiğini beyân ederler.[2]

Ya’kûb -aleyhisselâm-, oğullarının kardeşleri Yûsuf’u sahrâya götürmek üzere ısrar etmeleri ve Yûsuf’un da buna istekli olması üzerine kazâya rızâ göstererek izin verdi. Kardeşleri, babalarının müsterih olması için gözden kayboluncaya kadar Yûsuf’u omuzlarında götürdüler. Babalarının gözünden kaybolduklarında ise, verdikleri sözü terk ettiler. Yûsuf’u yere attılar ve dediler ki:

“–Ey yalancı rüyâ sâhibi! Hani nerede sana secde ettiğini gördüğün yıldızlar? Haydi gelip de seni bizim elimizden kurtarsınlar!”

Ardından da Yûsuf -aleyhisselâm-’ı dövmeye ve eziyet etmeye başladılar. Yûsuf hangi kardeşine ilticâ etse, daha fazla eziyet görüyor, azarlanıyor ve dövülüyordu. Bu durum karşısında çâresiz ağlamaya başladı ve:

“–Ey babacığım! Sana verdikleri sözü ve senin onlara verdiğin nasihati ne çabuk unuttular! Yaptıklarını bir görsen; oğluna edilen eziyetler bir köle evlâdına dahî revâ görülmez!” dedi.

Rivâyete göre Robil, Yûsuf’u kaldırıp yere çarptı. Sonra da göğsüne hızlıca oturarak O’nu öldürmeye teşebbüs etti. Kardeşi Levi de boynunu kırmak istedi. Yûsuf, kardeşlerinin en merhametlisi olan Yehûda’ya yalvardı:

“–Ey Yehûda! Allâh’tan kork da beni öldürmek isteyenlere mânî ol!” dedi. Yehûda merhamete gelip:

“–O’nu öldürmeyiniz! Bu hususta bana söz vermemiş miydiniz?” dedi. Onlar da:

“–Evet!” dediler. Bunun üzerine Yehûda:

“–Öldürmekten daha hayırlısını size söyleyeyim mi? Onu kuyuya atın!” dedi.

HZ. YUSUF’UN (A.S.) KUYUYA ATILMASI

Diğerleri de Yehûda’nın teklifine «Pek iyi!» deyince, el birliği edip O’nu kuyuya atmak üzere sözleştiler. Bu kuyu, Ürdün civârında olup, Âd kavminin zâlim hükümdarlarından Şeddâd, onu Ürdün’ün îmârı sırasında kazdırmıştı. Kuyunun ağzı dar, dibi genişti.

Nihâyet kuyunun başına geldiler. Yûsuf, kardeşlerinin elbiselerine yapışıp ağlıyor, fakat itilip kakılıyordu. Yûsuf’u kuyunun yarısına kadar sarkıttılar. Bir de hiçbir yere tutunamasın diye ellerini bağladılar, gömleğini soydular. Babalarını iknâ etmek için de bir koyun kesip kanını gömleğe bulaştırmaya karar verdiler.

Nitekim Yûsuf’un kardeşleri yalandan döktükleri gözyaşlarına ilâveten:

 “Yûsuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Yakub: «Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp bu işe sevk etmiş. Artık bana düşen, (ümitvâr olarak) güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allâh’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!» dedi.” (Yûsuf, 18)

Rivâyete göre, Yûsuf’un kana bulanmış olan gömleği Yakub -aleyhisselâm-’a getirilince, onu yüzüne sürüp ağlamaya başladı ve:

“–Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleği yırtmamış!” dedi. Böylece gözyaşı döken Yakub -aleyhisselâm-’a artık sabretmekten başka birşey kalmamıştı. Nitekim hiç kimseye hâlinden şikâyet etmeden sabretti ve:

“«Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sâdece Allâh’a arz ediyorum.» dedi…” (Yûsuf, 86)

YAKUB PEYGAMBER’İN OĞULLARINI MISIR’A GÖNDERMESİ

Kıtlık sebebiyle Yakub -aleyhisselâm- da Yûsuf’un öz kardeşi olan Bünyamin’i yanında alıkoyarak, diğer oğullarını erzak almak için Mısır’a gönderdi. Âyet-i kerîmelerde bu hâdise de şöyle anlatılır:

“Yûsuf’un kardeşleri gelip O’nun huzûruna girdiler. (Yûsuf) onları hemen tanıdı. Kardeşleri ise onu tanıyamadılar. (Yûsuf) onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: «–Sizin baba bir erkek kardeşinizi de getirin! Görmüyor musunuz, size tam ölçek veriyorum. Ben misâfirperverlerin en hayırlısıyım. Eğer onu bana getirmezseniz, artık benden bir ölçek dahî alamazsınız ve bir daha bana yaklaşmayın!” (Yûsuf, 58-60)

Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gelmeyen kardeşini de istemesi şu sebepledir: Kıtlık sebebiyle erzak, ihtiyaç kadar veriliyordu. Yardım alacak şahsın bizzat bulunması gerekiyordu. Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri, gelemeyen baba ve kardeşleri için de birer hisse isteyince, Yûsuf -aleyhisselâm-, ihtiyar babayı mâzur sayarak, bir defaya mahsus erzak verdi. Fakat bir dahaki sefere öbür kardeşin de gelmesini şart koştu. Bu vesîleyle kardeşini görmeyi ve ondan haber almayı da istiyordu. Kardeşleri:

“«–Onu babasından istemeye çalışacağız, herhâlde (bunu) yaparız.» dediler. (Yûsuf) emrindeki gençlere:

«–Sermâyelerini yüklerinin içine koyun! Olur ki âilelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki yine (buraya) dönerler.» dedi. Bu şekilde babalarına döndükleri zaman dediler ki:

«–Ey babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimiz (Bünyamin)’i bizimle berâber gönder de (onun sâyesinde) zahîre alalım. Biz O’nu mutlakâ koruyacağız!» Yakub dedi ki:

«–Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! (Ben onu sâdece Allâh’a emânet ediyorum.) Allâh en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 61-64)

Yakub -aleyhisselâm-:

“Allâh en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” deyince, Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

“İzzet ve celâlim hakkı için, mâdem ki Sen, Bana bu şekilde tevekkül ediyorsun, Ben de Sen’i iki evlâdına birden kavuşturacağım!”

Yakub -aleyhisselâm-’ın oğulları, Bünyamin’i de yanlarına alıp Mısır’a giderek erzak alabilmek için babalarına türlü diller döküyor ve O’nu râzı etmeye çalışıyorlardı:

“Eşyâlarını açtıklarında ödemiş oldukları bedelin kendilerine iâde edildiğini gördüler. Dediler ki:

«–Ey babamız! Daha ne istiyoruz. İşte sermâyemiz de iâde edilmiş. (Onunla yine) âilemize yiyecek getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla (zahîre) alırız. Çünkü bu (aldığımız) az bir miktardır.»” (Yûsuf, 65)

Nihâyet Hazret-i Yakub, Bünyamin’i göndermeye râzı oldu.

“Dedi ki:

«–Etrafınız kuşatılıp çâresiz kalmadıkça onu bana mutlakâ getireceğinize dâir Allâh adına sağlam bir söz vermediğiniz sürece onu sizinle göndermem!»

Ona (istediği şekilde) teminat verdiklerinde dedi ki:

«–Söylediklerimize Allâh şâhittir.»

HZ. YAKUB’UN (A.S.) OĞULLARINA NASİHATİ

Sonra da şöyle dedi:

«–Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin; ayrı ayrı kapılardan girin! Ama Allâh’tan (gelecek) hiçbir şeyi (kazâyı) üzerinizden gideremem. Hüküm Allâh’tan başkasının değildir. Ben ancak O’na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O’na güvenip dayanmalıdırlar.»” (Yûsuf, 66-67)

Yakub -aleyhisselâm-’ın, oğullarına Mısır’a değişik kapılardan girmelerini emretmesi, onların gösterişli ve güzel giyimli olmaları, ayrıca daha önceki gelişlerinde Melik’ten kimsenin görmediği izzet ve ikrâmı görmeleri sebebiyle idi. Bu sebeple evlâdlarının kötü niyetli kimselerin kuracakları bir tuzaktan zarar görmelerini istemiyordu. Ayrıca herkesin hayret dolu nazarları onların üzerine dikilmişti. Beraber şehre girmeleri hâlinde başlarına bir kötülük gelebilirdi.

Yakub -aleyhisselâm-’ın bu nasîhatlerini dinleyen oğulları erzak almak üzere tekrar yola çıktılar. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Babalarının kendilerine emrettiği şekilde ayrı ayrı kapılardan girdiklerinde (bu tedbir) Allâh’ın kendileri hakkındaki takdîri karşısında hiçbir fayda sağlamadı. Sâdece Ya’kûb’un içinden geçirdiği bir isteğin yerine getirilmesi oldu. O, şüphesiz bir ilim sâhibi idi. Çünkü kendisine Biz öğretmiştik. (Bunun içindir ki “Allâh’tan gelecek takdîri önleyemem” demişti.) Fakat insanların çoğu bu hakîkati bilmezler.” (Yûsuf, 68)

BEN SENİN KARDEŞİN YUSUF’UM

“Birâderleri Yûsuf’un yanına girince, Yûsuf öz kardeşi (Bünyamin’i) kendi yanına aldı ve: «–Bilesin ki ben senin kardeşinim, onların geçmişte bize yapmış oldukları şeylere aldırma!» dedi.” (Yûsuf, 69)

Rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Yûsuf, kardeşlerine yemek verdi. Onları sofraya ikişer ikişer oturttu. Bünyamin yalnız kalınca ağladı ve dedi ki:

“–Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı, o da benimle beraber otururdu.”

Yûsuf -aleyhisselâm- da onu kendi sofrasına aldı. Yemekten sonra kardeşlerini yine ikişer ikişer evlere misâfir olarak dağıttı. Bünyamin yine yalnız kalmıştı. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf dedi ki:

“–Bunun ikincisi yok! Öyleyse bu da benimle kalsın!”

Böylece Bünyamin onun yanında geceledi. Hazret-i Yûsuf ona dedi ki:

“–Ölen kardeşin yerine beni kardeş olarak kabûl eder misin?”

Bünyamin cevâben:

“–Senin gibi bir kardeşi kim bulabilir? Fakat Sen, babam Ya’kûb ile annem Rahîl’in evlâdından değilsin.” deyince, Hazret-i Yûsuf ağladı ve kalkıp Bünyamin’in boynuna sarıldı. Sonra gerçeği söyledi:

“–Ben senin kardeşin Yûsuf’um! Onların bize yapmış oldukları şeylere aldırma!”

Yûsuf -aleyhisselâm-’ın Bünyamin’e: “Onların geçmişte bize yapmış oldukları şeylere aldırma!” demesinde, Allâh’ın, hased edenlerin hîlelerini muvaffâkıyete eriştirmeyeceğine işâret vardır. Nitekim kardeşleri, Yûsuf’a neler yaptılar, ne hasedler ettiler ve nice ezâlar çektirdiler, fakat emellerine nâil olamadılar. Allâh Teâlâ önce iki kardeşi, sonra da babasıyla evlâdını birbirine kavuşturdu.

Yûsuf -aleyhisselâm- kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoyabilmek için Allâh’ın emriyle firâset nümûnesi olan güzel bir plân hazırladı. Nakledildiğine göre plânını kardeşine de anlatıp onun da tasdiğini aldı.

MÜKAFAT KAPISINI AÇAN ÇİLE

(Babaları Yakub):

«–Hayır, hayır! Korkarım yine nefisleriniz size bir işi câzip gösterip (ayağınızı kaydırmıştır). Ne yapayım? Bu hâle (karşı sükûnet ve ümit içinde) güzelce sabretmekten başka yapacak şey yok. Ümid ederim ki Allâh bütün kaybettiklerimi bana lutfedecektir. Çünkü O alîmdir, hakîmdir.” (Yûsuf, 83)

Yûsuf’un kardeşleri daha önce babalarına yalan söyledikleri için, bu sefer de söyledikleri doğru söze babaları inanmak istemedi. Onlara:

“–Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp böyle büyük bir işe sürüklemiş, yoksa bizim şerîatimizde hırsızın esîr olarak yakalanacağını azîz ne bilirdi?” dedi.

“Onlardan yüz çevirdi de: «Ah Yûsuf’um ah!» diye sızlandı ve üzüntüden gözlerine ak düştü. Kederini içine gömdü.” (Yûsuf, 84)

HZ. YAKUB (A.S.) NASIL GÖRMEZ OLDU?

Yûsuf’u kaybettiği günden beri Yakub -aleyhisselâm-’ın, gözüne uyku girmedi. O zaman yeryüzünde Allâh indinde Yakub’tan şereflisi yoktu. Nihâyet ağlaya ağlaya Yakub’un gözlerine ak indi. Bunun bir hikmetinin de diğer oğullarını görüp hüzün ve kederinin daha fazla ziyâdeleşmemesi için olduğu söylenir.

HZ. YAKUB (A.S.) KIRK SENE AĞLADI

Yakub -aleyhisselâm- kırk sene ağlamıştır.

(Oğulları, Hazret-i Yakub’a) şöyle dediler:

«–Ömrün geçti gitti, hâlâ Yûsuf’u dilinden düşürmüyorsun. Vallâhi “Yûsuf!” diye diye kederden eriyeceksin veya büsbütün ölüp gideceksin.»

(Hazret-i Yakub): «–Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sâdece Allâh’a arz ediyorum. Hem sizin bilemediğiniz birçok şeyi Allâh tarafından (vahiy yolu ile) biliyorum.» dedi.” (Yûsuf, 85-86)

Daha sonra Yakub -aleyhisselâm- oğullarına şöyle dedi:

“–Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf ve kardeşini iyice araştırın! Allâh’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümid kesmez!” (Yûsuf, 87)

HZ. YAKUB’UN (A.S.) MISIR AZİZİ’NE (OĞLU YUSUF’A) MEKTUBU

İşte bu minvâl üzere Yakub -aleyhisselâm- da ümîdini yitirmeyerek Mısır Azîzi’ne, yâni Yûsuf’a oğullarıyla bir mektup gönderdi. Yakub -aleyhisselâm- o zamanlar oğlu Yûsuf’un Mısır Azîzi olduğunu bilmiyordu. Mektupta şöyle diyordu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm!

Halîlullâh İbrâhîm oğlu İshâk’ın oğlu İsrâîl Yakub’tan Mısır Azîzi’ne:

Biz, başına birçok belâlar gelmiş bir sülâleyiz. Ceddim İbrâhîm, Nemrûd’un ateşiyle mübtelâ kılındı; sabretti. Allâh da onu selâmete ulaştırdı. Babam da başka iptilâlarla imtihân edildi; sabretti. Allâh ona da mükâfât verdi. Bana gelince, ben de oğlum Yûsuf’u kaybettim. O’nun ayrılığından ağlaya ağlaya gözlerim görmez oldu, belim büküldü. Yanında rehin tuttuğun oğlumla kendimi tesellî ediyordum. Onun hırsızlık ettiğini söylemişsin. Bizim neslimizden olan hırsızlık yapmaz. Biz hırsız doğurmayız. Onu bana iâde edersen edersin, eğer etmezsen, sana öyle bir bedduâ ederim ki yedi batın evlâdına tesir eder!”

HZ. YUSUF’UN (A.S.) BABASINA YAZDIĞI CEVAP

Yûsuf -aleyhisselâm- bu mektubu alınca ağladı ve O da şu cevâbı yazdı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm!

Mısır Azîzi’nden, İsrâîl Yakub’a;

Ey yaşlı kimse! Mektubun geldi. Okudum ve muhtevâsını anladım. Orada sâlih babalarından bahsedip her birinin belâlara dûçâr olduklarını ve sabrettiklerini yazıyorsun. Onlar nasıl iptilâlara sabrettilerse, sen de öyle sabret! Vesselâm!”

Yakub -aleyhisselâm- bu cevâbı alınca:

“–Allâh’a yemîn ederim ki bu bir melik mektubu değil, bir peygamber mektubudur. Ve bunu yazan, olsa olsa Yûsuf’tur.” diyerek oğullarını mes’elenin aslını öğrenmeleri için tekrar Mısır’a gönderdi. Oğulları da hemen yola çıktılar:

“Onlar Mısır’a varıp Yûsuf’un huzûruna girdiklerinde dediler ki:

«–Ey Azîz! Bizi de, çoluk çocuğumuzu da kıtlık bastı, biz bu sefer pek az bir meblâğ getirebildik. Lütfen bize tahsîsâtımızı yine tam ölçek ver, ayrıca sadaka da ihsân eyle. Şüphesiz ki Allâh tasadduk edenleri fazlasıyla mükâfatlandırır.»

(Yûsuf) dedi ki:

«–Siz, câhilliğiniz döneminde Yûsuf ile kardeşine yaptığınız muâmeleyi elbette biliyorsunuz, değil mi?” (Yûsuf, 88-89)

Tefsîrlerde ifâde edildiğine göre, Hazret-i Yûsuf’u kuyuya atan kardeşleri, en küçük kardeşleri olan Bünyamin’e de dâimâ hakâret ve eziyet ederlerdi.

DASİTANİ BİR AF

(Kardeşleri):

«–Yoksa sen, gerçekten Yûsuf musun?» dediler. O da:

«–(Evet) ben Yûsuf’um, bu da kardeşim!.. Allâh bize lutuflarda bulundu. Çünkü kim Allâh’tan korkar ve (belâlara katlanıp) sabrederse, şüphesiz Allâh güzel davrananların mükâfâtını zâyî etmez!» dedi. (Kardeşleri) dediler ki:

«Allâh’a and olsun ki hakîkaten Allâh Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz ise (size yaptıklarımızda) hatâ etmişiz.»

(Yûsuf) dedi ki:

«–Bugün size hiç başa kakma ve ayıplama yok; Allâh sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 90-92)

Gömleğimi Babamın Gözlerine Sürün

Yûsuf -aleyhisselâm- kardeşlerine sabah-akşam ziyâfet veriyordu. Kardeşleri ise daha önce O’na yaptıklarını hatırlayarak onun bu izzet ü ikrâmı karşısında son derece mahcûb oluyorlardı. Hazret-i Yûsuf’a bir adam göndererek dediler ki:

“–Sen, bizi sabah-akşam ziyâfete dâvet ediyorsun! Fakat biz, sana karşı yaptıklarımızdan dolayı Sen’den utanıyoruz!”

Yûsuf -aleyhisselâm- da onlara şöyle cevap verdi:

“–Mısırlılar, şimdiye kadar bana hep ilk gördükleri gözlerle bakıyorlar ve «–Yirmi dirheme satılmış bir köleyi bu mertebeye yükselten Allâh’ı tenzîh ederiz!» diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde şeref kazandım. Çünkü benim, sizin kardeşiniz ve İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi büyük bir peygamberin torunu olduğumu anladılar.”

Yûsuf -aleyhisselâm- bu sözlerini fahretmek için değil, kardeşlerinin gönlünü almak, onları rahatlatmak ve mahcûbiyetlerini hafifletmek için söylüyordu. Bu hâl, O’nun affedicilik ve kerem sıfatlarının enginliğini ortaya koymaktaydı.

Kardeşlerini böylesine engin bir merhametle affeden Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, babasının gözlerinin şifâ bulması için ona gömleğini gönderirken kardeşlerine şöyle dedi:

“Benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne sürün! O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra da bütün âilenizi bana getirin!” (Yûsuf, 93)

“Kâfile (gömleği götürmek üzere Mısır’dan) ayrılınca, babaları (yanındakilere:)

«–Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ki şimdi Yûsuf’un kokusunu alıyorum!» dedi. (Onlar da):

«–Vallâhi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın!» dediler.” (Yûsuf, 94-95)

HZ. YAKUB’UN (A.S.) GÖZLERİNİN AÇILMASI

(Fakat) müjdeci gelip de gömleği onun yüzüne koyar koymaz derhal eskisi gibi görmeye başladı.

(O zaman Yakub):

«–Ben size, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allâh tarafından (vahiy ile) muhakkak biliyorum, demedim mi?» dedi.” (Yûsuf, 96)

Gömleği getiren bu müjdeci Yehûda idi. Onun:

“–Kanlı gömleği babama ben götürmüş ve onu kedere boğmuştum. Şimdi de bu gömleği yine ben götüreyim de sevincine sebep olayım!” diyerek Mısır’dan Kenan iline kadar büyük bir heyecan içinde, başaçık, yalınayak yürüdüğü rivâyet edilir.

Bu gömlek, İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılacağı zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- tarafından cennetten getirilmiş olan gömlekti.

(Oğulları) dediler ki:

«–Ey babamız! (Allâh’tan) bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkâr olduk.»

(Yakub da):

«–Sizin için bir müddet sonra Rabbimden af dileyeceğim. Hakîkaten çok bağışlayan ve çok merhamet eden ancak O’dur.» dedi.” (Yûsuf, 97-98)

Yakub -aleyhisselâm- «Sizin için bir müddet sonra istiğfâr edeceğim!» demek sûretiyle, önce mazlum tarafından affedilmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Nitekim onlar için istiğfârı da, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile görüştükleri zamana kadar ertelemiştir.

Yakub -aleyhisselâm-’ın bu tavrını, duâ ve istiğfârı daha makbul olduğu bir vakte bıraktığı şeklinde îzâh edenler de bulunmaktadır.

Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Hazret-i Yakub, oğulları için istiğfâr etmeyi Cuma gecesine tehir etmiştir.” (Tirmizî, Deavât, 114) buyrulmaktadır.

VUSLAT VE GERÇEKLEŞEN RÜYA

Hazret-i Yûsuf’la beraber hükümdar ve bütün halk, Hazret-i Ya’kûb ve âile efrâdını karşılamaya çıkmışlar, saf tutmuşlardı. Karşı karşıya geldiklerinde Hazret-i Yakub, Hazret-i Yûsuf ve orada bulunanlar atlarından indiler ve iki peygamber birbirini hasretle kucakladı.

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

(Hep beraber Mısır’a gidip) Yûsuf’un yanına girdikleri zaman O, ana ve babasını kucakladı. (Onları yanına aldı ve):

«–Allâh’ın irâdesi ile hepiniz emniyet içinde Mısır’a girin!» dedi.” (Yûsuf, 99)

Büyük mükâfâtlar, dâimâ büyük sabırların, musîbetlerin ve iptilâların arkasından gelir.

Hazret-i Yakub -aleyhisselâm- bu kavuşmanın hemen ardından ellerini kaldırıp Allâh’a şükrederek şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Yûsuf için feryâdlarımı, onun ayrılığından dolayı sabrımın azlığını ve oğullarımın kardeşlerine yaptıklarını mağfiret eyle!”

Hazret-i Yûsuf da büyük bir şükür ve hamd hâlindeydi:

“Anne ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi O’na kavuştukları için secdeye kapandılar.

(Yûsuf) dedi ki:

«–Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyânın tahakkukudur. Gerçekten Rabbim onu doğru çıkardı. Hakîkaten Rabbim bana (çok şey) lutfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim, dilediğine lutfedicidir. Şüphesiz ki O, çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.»” (Yûsuf, 100)

Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, Allâh’ın kendisine lutfettiği nîmetlerin kemâle erdiğini görünce, bu dünyânın karar kılınacak mekân olmadığını, burada bulunan her şeyin fânî olduğunu ve kemâlden sonra zevâlin geleceğini anlamıştı. Kendisine lutfedilen büyük nîmetleri zikrederek Rabbi’ne gücü nisbetinde şükür ve niyazda bulunmaya devâm etti:

“Ey Rabbim! Mülkten bana (nasîbimi) verdin ve bana (rüyâda görülen) hâdiselerin tâbirini de öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyâda da âhirette de benim sâhibimsin! Benim cânımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)

Dikkat edilirse bu âyet-i kerîmelerde Yûsuf -aleyhisselâm-, bütün mü’minlere örnek teşkil edecek güzel davranışlar sergilemektedir. Canına kastederek kendisini kuyuya atan kardeşlerinden intikam alabilecek kuvvet ve iktidar sâhibi olduğu hâlde onlara gösterdiği âlicenaplık, nezâket, olgunluk ve müsâmaha, ahlâkî kemâlâtın zirvelerine işâret etmektedir. O, kölelikten sultanlığa yükselişini hep Allâh’ın lutfuna bağlamış ve nefsine en ufak bir pay dahî çıkarmamıştır. Kardeşleri tarafından şahsına karşı yapılan en kötü hareketi bile te’vîle gayret etmiş ve hatâyı şeytana nisbet ederek kusurlarını yüzlerine vurmamıştır. Sonunda Cenâb-ı Hakk’a yaptığı ilticâsı da O’nun Allâh Teâlâ ile nasıl bir maiyyet içerisinde bulunduğunu ve dâimâ “son nefes” endişesi taşıdığını göstermektedir. Tasavvufun en esaslı düsturlarından biri olan “sâlihlerle beraber olma” hassâsiyetinin en bâriz bir misâlini Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bu duâsında görmekteyiz.

HZ. YAKUB’UN (A.S.) VEFATI VE DEFNEDİLMESİ

Rivâyete göre, Hazret-i Yakub -aleyhisselâm- Mısır’da oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-’ın yanında yirmidört sene kaldıktan sonra vefât etti. Vasiyeti üzerine nâşı, Şam’da defnedilmiş bulunan babası İshâk -aleyhisselâm-’ın yanına gömüldü.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Deavât, 1. [2] Allâh Teâlâ Yahyâ ve Îsâ -aleyhimesselâm-’a vahyi bülûğ çağlarından itibâren göndermiştir. Bunun gibi bazı kullarını önceden hazırlayıp dilediği vakit kendilerine nübüvvet kapılarını açmıştır. Allâh -celle celâlühû- bazı kullarına da, daha küçük yaşlarındayken velâyet kapısını açar. Velîlerden Sehl bin Abdullâh et-Tüsterî bunlardandır. Bu da gösteriyor ki velâyet ve nübüvvet için bülûğ çağına veya kırk yaşına gelme şartı yoktur. Ancak enbiyânın ekserîsine sünnetullâh îcâbı kemâl devresi olan kırk yaşından sonra nübüvvet verilmiştir. Böylece tebliğ vazifesi umûmiyetle kırk yaşından sonra başlamıştır. [3] Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzehtir. Bu yüzden hâdîs-i şerîfteki “dünyâ semâsına iner” beyânı müteşâbihâttan kabûl edilmiş ve insanlara keyfiyeti meçhûl bir şekilde mânen yaklaşmayı ifâde sadedinde olduğu bildirilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş. Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HZ. YAKUB’UN (A.S.) OĞULLARI VE SOYLARI

Hz. Yakub’un (a.s.) Oğulları ve Soyları

HZ. YAKUP’UN (A.S.) EVLATLARI İLE İMTİHANI

Hz. Yakup’un (a.s.) Evlatları İle İmtihanı

KUR’AN’DA GEÇEN PEYGAMBERLERİN HAYATI

Kur’an’da Geçen Peygamberlerin Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah razı olsun, bu kadar güzel bir site yaptığınız ve peygamber kıssalarını ve dualarını bizimle paylaştığınız için. Rabbimize sizin vasıtanızla bu güzel örnekleri öğrenme ve anlama nimetini verdiği için sonsuz şükürler olsun.

    faydalı oldu tavsiye ederim

    Süper olmuş

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.