Hayânın Yolu Nereden Geçer?

En çok utanıp hayâ edeceğimiz ve buna layık olan Rabbimizdir. Rabbimizin haram kıldığı her sınırı aşarken, “Rabbim beni görüyor!” deyip evvelâ Rabbimize karşı hayâlı olmalıyız. Onun bize ihsan ettiği sayısız nimetleri düşünmeli, O’nun mülkünde, O’na hayâsızlık yapmamalıyız.

Bundan on altı yıl evvel Şebnem Dergisi’nin ilk çıkacağı zamanlar, kıymetli Osman Nûri Topbaş Hocamız:

“-Kızım, yazacağınız her satır istikbale atılan bir mektup olacak, çeşitli gönüllere ulaşacak, hidayetlere vesîle olacak inşâallâh… Bu dergi ile elli bin eve girip onlara âdeta rehber olacaksınız!..” buyurmuştu.

Elhamdülillah, bu cümleler, her yıl her sayımız evlerinize ulaştıkça, gönüllerinizde yer buldukça ve bize attığınız mail ve mektuplar vasıtasıyla, hatta telefon açıp bizzat görüşerek te’yid edildi. Bu mesajlarınızı ilk sayılarımızda sizinle de paylaşıyorduk; sonra sayfa sayılarımızdaki sınır sebebi ile bıraktık. Ama siz bize yazmayı bırakmadınız; bazen duygularınızı anlatan bir e-maili gözyaşları ile okuduk. Bazen Haremeyn’den telefon açıp:

“-Size duâ ettik, yazılarınız sayesinde çok mâneviyatlı bir umre yaptık!” derken ağladınız, bizim gözyaşlarımız sizinkine karıştı. Bazen:

“-Siz beni tanımazsınız, ama ben sizi yazılarınızla tanıdım, kendime sırdaş edindim!” dediniz.

sebnem_dergisi

Bazen medrese-i Yusufiye olan hapishanelerden yazdınız; “Namaza başladım, dergileri âileme gönderdim. Onların da hidâyetine vesile oldunuz!” diyerek mutlu ettiniz bizleri…

Bir yazı okunuyorsa kıymetlenir. O okunan, hayata aktarılırsa irfan olur. Yazı evvelâ yazana tesir ediyorsa, onu terbiye ediyorsa, yazdığının mesûliyetini taşıyorsa söz yerini bulmuştur. Evvelâ yazan kişinin hidâyetine vesile oluyorsa, yazılan sadaka olur. Üzerine Rabbimin yemin ettiği kalem, bir ibadet vecdi ile kâğıda eğilip sırlarını döküyorsa “Kalem”dir... Rabbim, yazdıklarımızla önce bizlerin amel etmesini nasip eylesin. Etrafına anlatarak ahkâm kesip kendisi yaşamayan bedbahtlar gibi olmaktan muhafaza eylesin. Yazdığımız her satır, evvelâ bizim hidayetimiz olsun!

İşte geçtiğimiz aylarda, sizlerden bir kardeşimiz bir yazımızla ilgili bir e-mail atmış. Kardeşimize:

“-E-mailinize cevabı, dergimiz aracılığı ile versem sizin için sakıncası olur mu?” diye sordum.

“-Olmaz hocam, herkes istifade eder, daha iyi olur!” dedi.

HAYÂ ÖLÜNCE GERİDE HAYAT KALMAZ

Önce bana göndermiş olduğu o e-maili paylaşalım, sonra Rabbimizin lutfettiği kadar bir cevap yazmaya çalışalım inşâallâh!

“Esselamü aleykum ve rahmetullah, Halime Hocam.

Hidâyet yeni yeni nasip olmuş, 21 yaşında üniversite öğrencisi bir hanım kardeşinizim. Bu ayki Şebnem Dergisi’nde «Hayâ Ölünce Geride Hayat Kalmaz» başlıklı yazınızı okudum. Birkaç paragraf geçtim ki, size mail atmaya karar verdim. Öncelikle, bu güzel yazınız için çok çok teşekkür ederim. Birçok kişi için hayırlara vesile olduğunuza eminim.

Yazınızı okurken, elhamdülillah tesettürlü bir hanım olmama rağmen, fıtrattan gayet uzak bir insan olduğumu fark ettim. Hatırladım da diyebilirim aslında... Lise çağımdayken, İslam’dan gayet uzaktım, sol görüşe aklımı kaptırmıştım. Şu an nasıl ki tesettürlü hanımlar, türlü sözlerle tâcize uğruyorlar, o zulmü onlara yapanlardan biri de bendim.

O dönemlerde birkaç kişi hâriç bayan arkadaşım yoktu. Şarkı söyleyen, sahneye çıkan bir kardeşinizdim. Beylerle aramda hiçbir mesafe yoktu. Elhamdülillah, sonrasında hidayet nasip oldu, dört sene önce başımı örttüm. Bir yıl önce de tesettürümü Kur’ân’a uygun biçimde giymeye başladım, elhamdülillah. Ancak dertlerim devam ediyor. Beylerle konuşmamaya çalışıyorum. Hiç konuşmuyorum, diyemem. Ancak hayâlı davranmak konusunda kendimi zorlamama rağmen sanki o perde artık tamamen yırtılmış da boşu boşuna parçaları bir arada tutmaya çalışır gibiyim. Zorlayarak yaptığım için samimiyet de bulamıyorum.

Yazınızı okurken gerçekten kendimi çaresiz bir hastalığa yakalanmışım da farkında olmadan son demlerine gelmişim gibi hissettim. Ve hayatımı tekrar nasıl toparlayacağımı da bilmiyorum. Yaklaşık 5 senedir, kendimi İslâm ahlâkı için zorluyorum, ama çok çok az yol katedebildim.

Beni tekrar tekrar zehirleyen şey nedir bilmiyorum. Nasıl hayâ sahibi olunur? Fıtratı bozulmuş bir hanım, nasıl fıtratına dönebilir? Bu konuda bir yol gösterirseniz hocam, benimle birlikte birçok kişiye vesile olmuş olursunuz, inşâallâh... Zira bilgimin zekâtını vereceğime dair söz veririm. Allâh’a emânet olunuz.”

Öncelikle kardeşimize duygularını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. 2016 Temmuz sayımızda çıkan “Hayâ Ölünce, Geride Hayat Kalmaz!” başlıklı yazımız okunduktan sonra, bu yazımız daha istifadeli olur, inşâallâh.

İnsan doğduğu zaman âilesine tertemiz cennet kokuları ile gelir. Bu temizlik, hem rûhunda, hem kalbinde, hem de huylarındadır. Rabbimiz, bu dünyaya bizleri imtihan vesilesi ile gönderdiği için içimizde hem hayra, hem de şerre meyilli olarak yaratmıştır. Âyette:

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene; sonra da ona fücûr (kötülükleri) ve takvâsını (iyilikleri) ilham edene yemin olsun ki!..” (eş-Şems, 7-8) diye buyrulur.

İçimizde iyi ve kötü huyların hepsinin tohumu var. Doğduğumuzdan itibaren evvelâ çevremizin sevki ile bunlar beslenir, şekillenir. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Doğan çocuk, fıtrat üzere, saf ve tertemiz doğar. Sonra anne-babası, onu Yahudi, Hristiyan veya mecûsî yapar…(Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22) buyurarak; başta âilemiz olarak çevremizin bizim üzerimizdeki tesirini gösterir. Ama:

“-Çevrem beni böyle yetiştirdi. Ben ne yapayım?” deyip kurtulmak da yok!.

Çevremiz sebebi ile bozulan ahlâkımız ve dejenere olan fıtratımız, tamir edilemez değildir. Eğer ahlakımız değişmeyecek, fıtratımızdaki müsbet (iyi, güzel) huylar kaybolduğu derinliklerden çıkarılamayacak ve yanlış taraflarımız düzelmeyecek olsaydı, Rabbimiz toplumlara ahlak terbiyecisi olan Peygamberleri göndermezdi. Yine geçmişte veya günümüzde eğitimin, terbiyenin bir mânâsı ve mantığı kalmazdı. Bozulan ahlâkımız, yıpranan fıtratımız düzelebilecek bir şey ki, eğitim hâlâ bütün toplumların en vazgeçilmez gündemidir. Eğer insan değişmeyen, düzelmeyen donuk bir varlık olsaydı, okulların kapısına kilit vurmak gerekirdi. Aksine insan, çevresindeki her şeyden her an tesir almakta ve çevresindeki her şeye her an tesir edebilmektedir.

Peygamberler de insanların bu “değişken” yapısına tâlip olmuş, hatta yüzyıllar boyunca tekrar ede ede kalıplaşmış yanlış inanç ve gelenekleri bile değiştirmek istemişlerdir.

Peygamber Efendimiz, gönderiliş gayesini, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[1] buyurarak özetlemiştir.

Bu terbiye etme ve güzel ahlâkı yerleştirme hususunda, anne-babaların rolünü de hatırlatarak:

 “Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952) buyurmuştur.

Demek ki, insan iyiye, güzele doğru değişebilen, dönüşebilen bir varlıktır; tıpkı ayağı kayıp kötülüğe, çirkinliğe kayabildiği gibi… Bu iki yönlü değişimin en canlı ve yaşanmış örnekleri, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrindedir. İslâm’ın geldiği dönemde câhiliye toplumunu temsil eden kimseler, yaşayış ve ahlâkî seviye itibariyle insanlığını unutmuş barbarlar gibiyken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları göklerdeki yıldızlar misali parıldayan ve örnek alınan rehberler seviyesine çıkarmıştır.

ÇEVREMİZDE "BİR FAZİLET REHBERİ" BULMAMIZ GEREKİR

İnsan hangi noktaya savrulursa savrulsun, hayat devam ettiği müddetçe, kendisini tekrar düzenleme ve iyiliğe doğru meyletme güç ve imkânına sahiptir. Ancak burada önemli bir nokta var ve kardeşimizin sorusunun cevabı, tam da burada devreye giriyor. O câhiliye insanını, hidâyet, fazilet ve güzel ahlâka sevk eden bir rehber bulunduğu gibi, bizim de çevremizde “bir fazilet rehberi” bulmamız gerekir.

Ahlakta zirve, insanlıkta kemal noktası da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nun ahlâkının yüceliği, Kur’ân-ı Kerim’le te’yid edilmiş ve O, müslümanlara “üsve-i hasene: en güzel örnek” olarak gösterilmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

Evet, kardeşim; öncelikle bize “üsve-i hasene: en güzel örnek” olarak gönderilen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlakını öğrenmeli ve sonra da bu yüce ahlâkı, kendi hayatımıza geçirmeliyiz.

Mektubunda, “Sanki zoraki oluyormuş gibi hissediyorum.” demişsin. Önce taklit edeceğiz; zamanla o “taklit”, Allâh’ın izniyle, “tahkik”e yani hakikate dönecektir.

HATALARIN FARKINA VARMAK

İkinci merhale ise; hatalarımızın farkına varmak ve bununla yetinmeyip bu hatalarımız için tevbe ve istiğfar etmektir. Tevbe ile aramıza mesafe koyduğumuz hatalarımıza, gücümüz yettiğince tekrar dönmemeye çalışmak gerekir. Şeytanın vesvesesi, alışkanlıklarımız ve nefsânî girdaplar sebebiyle tekrar aynı hataya dönsek bile, bir daha tevbeye sarılmalı, üşenmemeli, yorulmamalı ve o günahı terk edene kadar Rabbimize ilticâ etmeliyiz.

Bir hadîs-i şerifte de bildirildiği üzere, “Kul bir hata işlerse, kalbine siyah bir nokta konulur. Şayet o günahtan el çeker, bağışlanma diler, tevbe edip Allâh’a dönerse kalbi cilâlanır. Eğer tekrar aynı hatayı işlerse, siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 83)

Demek ki, kalp günahla kirlendiği halde tevbe ve pişmanlık suyu ile yıkanmadığında, kararmaya, katılaşmaya devam ediyor. Ve bir müddet sonra yapılan ibadetlerin rûhaniyeti hissedilmiyor ve onlardan mânevî lezzet alınmıyor. Tıpkı kapkara bir zift ile boyanmış pencereden içeriye ışığın sızmaması gibi...

Kararan kalp pencerelerimizi, özellikle geceleyin teheccüd vakitlerinde gözyaşları ile yaptığımız tevbe ve istiğfarla yıkayıp temizlemeliyiz. Âyet-i kerîmede:

“Seher vaktinde Allah’tan bağışlanmayı dileyenler…” (ez-Zâriyât, 18; ayrıca bkz: Âl-i imrân, 17) diye buyrulur.

Kalbimiz pişmanlıkla akan gözyaşları ile yıkandıkça, oraya feyz ve rûhaniyât tecellî edecek; neticede ibadet ve kulluğumuzun lezzetine ulaşacağız.

Tevbe-istiğfar ederken kuru kuru “Estağfirullah el-Azîm” demekten ziyade, gözümüzün önüne hatalarımızı getirip neye pişman olduğumuzun idrâki içinde olmalıyız. Meselâ:

“-Allâh’ım, gâfilce ve boş geçen vakitlerime «Estağfirullah»… İffete mugâyır her ânıma «Estağfirullah»… Gıybet ettim, «Estağfirullah»!” gibi…

Âyet-i kerîmelerde:

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını aslâ bağışlamaz. Bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar…” (en-Nisâ, 48)

“…Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü o çok bağışlayıcıdır.” (Nûh, 10) buyruluyor.

İSTİĞFAR İLE KALP TEMİZLENİYOR

O halde mü’minin ümitsizliğe kapılmadan, bütün günahlarını Rabbine arz etmesi ve hepsinden kurtuluş anahtarının pişmanlık, tevbe ve helâlleşme olduğunu bilmesi gerekiyor.

İstiğfar ile kalp temizleniyor, Peygamber Efendimizin güzel ahlâkı ile hâlleniyoruz. Ama arkadaş çevremize girince, her şey bozuluyor ve eskiye dönüyorsak; o zaman hemen bu gâfil çevreyi terk etmeliyiz. Âyet-i kerîmede:

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’âm, 68) buyruluyor ve bunun ilacı mesabesinde nasıl bir topluluk içinde bulunacağımız öğretiliyor:

“Ey îman edenler, Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119)

“Sabah-akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme…” (el-Kehf, 28)

Üçüncü dikkat etmemiz gereken husus ise, namazlarımıza ehemmiyet vermek olmalıdır. Çünkü namaz, diriliştir. Günde beş defa Rabbimizin huzuruna çıkmak, yenilenmek, âdeta elest bezminde verdiğimiz sözü tazelemek, kul olduğumuzu tekrar tekrar hatırlamak, günahlardan arınmak ve diğer namaz vaktine kadar bu hâlimizi korumaktır. Âyet-i kerîmede:

(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namazi hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı anmak (zikir), elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebut, 45) buyrulur.

İMANDAN SONRA EN KIYMETLİ HAZİNE

Namaz, aslında şu fâni hayatımızda, îmandan sonra en kıymetli hazinemizdir. Bizi bir paratoner gibi kötülüklerden korur ve îmanımızı bir direk gibi ayakta tutar. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz:

“İşin başı İslâm’dır. İslâm’ın direği ise namazdır…” buyurmuştur. (Tirmizî, Hadis No: 2616)

Ama namazımız “geçiştirerek” veya “kıymet verilmeyerek” kılınırsa, sadece farz borcundan kurtulmuş oluruz, fakat ondan ümit edilen feyiz, huzur ve muhafaza bir türlü alınamaz. Bu hakikat, “Vay o namaz kılanların hâline ki, onlar namazlarında gaflettedirler.” (el-Mâûn, 4-5) âyet-i kerîmesiyle de sabittir.

Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde namazdaki gafleti şu şekilde îzah eder:

“Onlar namazın öneminden gâfil olup gereği gibi ciddi bir vazife olarak yapmazlar. Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar. Vaktine dikkat etmezler. Namazı hep te’hir ederler (geciktirirler). Namazın terkinde müteessir olmazlar (üzüntü duymazlar). Kıldıklarında Allah için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar. Açıkta insanlar yanında kıldıkları halde gizlide kılmazlar. Kıldıklarında da Hakk’ın huzurunda imiş gibi bir huşû ve ta’zim içinde değil, gösteriş ile kılarlar.”

Kılana, gafleti sebebiyle “Vay!” diyen Rabbimiz, acaba namazı kılmayana ne der?!

Kıymetli okuyucumuz;

Ahlakımızın muhafazası ve hayâ için dikkat edilecek diğer bir husus da ihtilattır. İhtilat, kendisine nikâh düşen erkek ve kadının, başbaşa bir mekânda kalmaları demektir. Bu husus, günümüzde mâalesef hiç önemsenmiyor. Kadınların çalışma hayatına atılması ile âdeta iyice normalleşti. Şeytanın böyle bir ortamda boş durmayacağı mâlumdur. Çünkü kadın ve erkek, neslin devam etmesi için birbirine câzip kılınmıştır.

Meşrû sınırların aşılması; ahlâkın yozlaşması, iffet ve hayânın vedası demektir. İffet ve hayâ, insanın, özellikle de müslüman kadın ve erkeğin bir nişânesidir. İffet ve hayâyı besleyen, “utanma” duygusudur. Peygamber Efendimiz bize:

“İlk Peygamberden günümüze halkın hatırında kalan bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!”[2] buyurarak utanmanın bir hudut olduğunu; o hudut yoksa, artık kaybedecek bir şey kalmadığını anlatır bu hadîs-i şerîf ile…

En çok utanıp hayâ edeceğimiz ve buna layık olan Rabbimizdir. Rabbimizin haram kıldığı her sınırı aşarken, “Rabbim beni görüyor!” deyip evvelâ Rabbimize karşı hayâlı olmalıyız. Onun bize ihsan ettiği sayısız nimetleri düşünmeli, O’nun mülkünde, O’na hayâsızlık yapmamalıyız. Kısacası, Allah’tan korkmalıyız. O’nun rızâsını kaybetmekten, O’nun sevgisinden mahrum kalmaktan, yasakladıklarını yapınca vereceğimiz hesaptan, mukabilindeki cehennem azabından... Atalarımız bu sebeple:

“-Kork, Allah’tan korkmayandan!..” demişlerdir.

ALLAH'TAN HAYÂ ETMEYEN KİMSEDEN HAYÂ ETMEZ

Kişi Allah’tan korkmayınca, hiçbir şeyden korkmaz. O’ndan hayâ etmeyince de kimseden hayâ etmez!.

Evet, kıymetli kardeşim, muhterem hocamın dediği gibi:

“-İlâhî kamera sürekli her hâlimizi kaydediyor. Sağ ve sol omzumuzdaki melekler durmaksızın, yorulmadan yazmaya devam ediyor. Ömür, sabun köpüğü gibi hızla bitiyor. Bizim artık durup düşünecek vaktimiz yok, koşmalıyız! Koşarken dünyanın çirkefinde yitmeden, yitirmeden; değerlerimizi düştüğü çamurdan alıp yıkayıp devam etmeliyiz yola...”

Bizden çok daha faziletli, gökte yıldızların anneleri olan Peygamber Efendimizin hanımlarına âyet-i kerîmelerde şöyle hitap edilmiştir:

“Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa, onun azâbı iki katına çıkarılır. Bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Ahzâb, 30)

“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan ümide kapılır. Güzel söz söyleyin.

Evlerinizde oturun. Eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33)

“Mü’minlerin Anneleri” olan annelerimize hitâp eden bu âyet-i kerîmeler, bize de bir çağrıdır. Bu îkazlara biz dikkat ettikçe, Rabbimiz takvâmızı artıracak. Takvâmız artıkça hayâmız, iffetimiz artacak… İşte o zaman gözümüze, kalbimize normal gelen hayâsızlıklar, bizi rahatsız edecek...

Ama önce “kul” olarak bizim gayret etmemiz gerekiyor. Unutmayalım ki biz, “bir adım atarsak” Rabbimiz “on adım atacağını” haber vermiş. Rabbimiz, zorlukları kolay eylesin. Cümlemizi; sevdiği, seçtiği, iffetli, hayâlı, takvâlı kullarından eylesin... Âmin.


[1] Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, X, 192.

[2] Buhârî, Enbiyâ, 54; Ebû Davud, Edeb, 6; İbn-i Mâce, Zühd, 17

Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, 140. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.