
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nden Müthiş Bir Hiçlik Dersi
Bunca ilme ve şöhrete rağmen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri neden kendini “hiç” sayardı? Hiçlikteki hakikat nedir ve son nefese nasıl hazırlanmalı?
Büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, bütün İslâm âlemini saran şöhretine ve deryâ misâli engin ilmine rağmen, rivâyete göre bir senelik yolculuğun ardından Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin önünde edeple diz çökmüştür. Bütün gurur ve kibir mesnetlerini gönlünden silip atarak ve nefsinin bütün îtiraz ve iğvâlarını susturarak kendisine verilen abdesthâne temizliği vazifesini sadâkatle yerine getirmiştir. Böylece tevâzû, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, gördüğü mânevî tahsil neticesinde üstâdının iltifatlarına ve mânevî ikramlara mazhar olmuştur.
HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİ’NDEN MÜTHİŞ BİR HİÇLİK DERSİ
Nitekim Dehlevî Hazretleri’nin dergâhından ayrılık vakti geldiğinde, her iki mânâ sultânının da gözlerinde muhabbet damlaları vardı. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin gelişi ile gidişi arasındaki fark, çok büyüktü. Zira gelişinde ona hiçlik dersi vermek için karşılamaya bile çıkmayan Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri, şimdi onu büyük bir ihtirâm ile bizzat yolcu etmekteydi. Hattâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin bütün mahcûbiyetine rağmen Hazret-i Pîr, atın üzengilerini tuttu ve bu azîz talebesini kendi mübârek elleriyle ata bindirdi. Dört millik mesâfeye kadar da uğurladı. Ardından yanındakilere o mübârek talebesi için:
“–Hâlid, her şeyi aldı götürdü.” buyurdu.
Demek ki insan, ilimde eşsiz bir mertebeye de ulaşsa, onu mâneviyatla tezyîn etmek zorundadır. Bunun için de mânevî terbiye şarttır. Aksi hâlde insan, nefsin gurur ve kibir bataklığına saplanıp helâk olmaktan kurtulamaz. Nefsini ayaklar altına almayan, mânevî kemâlât zirvelerine tırmanamaz.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, zâhirî ilimlere ilâveten bâtınî ilimlerde de zirveleştiği için kendisine “Güneşler Güneşi” denildi. Talebeleri çoğaldı, mânevî irşad halkası genişledikçe genişledi. Bugün bile nice ümmet-i Muhammed, onun mânevî bereketiyle perverde durumdadır.
Böylesine büyük bir Hak dostu olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin mânevî evlâtlarına ve kardeşlerine yazdığı mektupları, bizlere müthiş bir “hiçlik” dersi vermektedir. Nitekim, öz kardeşine yazdığı bir mektupta kendi hâlini şöyle hulâsa eder:
“…Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.”
Şüphesiz ki o mânâ sultânı Hak dostunu bu hissiyâta sevk eden de, Hakk’ın huzûrunda yaşadığı “hiçlik” hâliydi.
Demek ki bir kul, ne kadar sâlih ameller yapmış olursa olsun, onlara güvenmeyip kendini eksik görmeli ve dâimâ Allâh’ın rahmetine sığınmalıdır.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri böyle buyurduktan sonra der ki:
“Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan, Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
«De ki; Allâh’ın lûtfuyla, rahmetiyle (evet) ancak onunla ferahlasınlar. Bu onların toplayıp yığdıklarından hayırlıdır.» (Yûnus, 58)
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ- bu âyetin tefsîrinde «onların topladıkları» lâfzının, «kesbettikleri / kazandıkları» mânâsına geldiğini söyler.
Şeytanın, akıllarıyla oynadığı kimseler gibi Allah Teâlâ’nın fazlına güvenerek ibadetlerde aslâ ihmâl gösterme! Zikr-i kalbî ile murâkabeye devam et! Yolda yürürken dahî O’ndan ayrılma…”[1]
Velhâsıl, bütün amellerimiz, tıpkı duâlarımız gibi ilâhî kabûle muhtaçtır. Bu sebeple mü’minin gönlüne hiçbir sâlih ameli sebebiyle ucup ve benlik hâli gelmemelidir.
Öte yandan mü’min, bu hususta ifrata kaçarak yeʼse, yani ümitsizliğe de düşmemelidir. Hazret-i Yûnus’un kıssası, ümitsizliğe kapılmama hususunda çok ibretli bir misaldir:
Yûnus -aleyhisselâm- ilâhî tâlimat gereği kırk gün tebliğ edeceği yerde, otuz yedinci günün sonunda hâlâ îmâna gelmeyen kavmine öfkelenerek onları terk etti. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın tanıdığı mühletin dolmasına daha üç gün vardı. Fakat Yûnus -aleyhisselâm- ümitsizliğe kapılıp oradan ayrıldı. Bindiği bir gemiden suya atıldı ve hatâsının nedâmeti içinde kendini kınayıp dururken bir balık tarafından yutuldu.
Yûnus -aleyhisselâm- balığın karnında tevbe-istiğfâr etti, zikir ve tesbîh ile meşgul oldu. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (es-Sâffât, 143-144)
Diğer bir âyette de Rabbimiz, ümitsizliğe düşmemesi hususunda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e şöyle buyurmuştur:
“Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyâz etmişti. Şâyet Rabbinden ona bir nîmet yetişmemiş olsaydı o, mutlakâ kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı.” (el-Kalem, 48-49)
Demek ki kul, dâimâ Rabbinin rahmetine ve nîmetine muhtaçtır. Bu sebeple hiçbir zaman amellerine güvenip benlik göstermemeli, bunun zıddına onları azımsayıp ye’se de düşmemelidir. Son nefese kadar büyük bir mahviyet içerisinde kulluk vazifelerini îfâ etmeli, ümit ve korku arasında bir kalbî kıvam ile dâimâ Rabbinin rahmetine sığınmalıdır.
Nitekim yine Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir başka mektubunda, irşadla vazifelendirdiği talebelerinden birine yaptığı şu tavsiye de, hiçlik hâlinin pek ibretli bir ifâdesidir:
“…Son nefeste lâzım olacak şeylerle meşgul olmanızı, sünnet-i seniyyeye uymanızı, aldanma yeri olan dünyanın zâhirî güzelliklerine iltifat etmemenizi, -ister az, ister çok olsun- avâmın âdetlerine bakmamanızı (Allâh’ın emirlerine muhâlif âdetlere meyletmekten sakınmanızı) ve bu fakir kulu muvaffakıyet ve hüsn-i hâtime duâsından unutmamanızı tavsiye ederim.”[2]
Yani o büyük Hak dostu, son nefesini îman ile verebilme endişesi içinde talebesinden duâ talep etmekteydi.
Dipnotlar:
[1] Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. mektup.
[2] Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, 25. mektup.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR