Hakkın Tarafındaysak Taviz Vermeyeceğiz

Altınoluk dergisi yazarı Halime Demireşik'in Afra Nazan Boyraz Hanımefendi ile gerçekleştirdiği röportaj...

Bizim gibi örtülü, dindar bir arkadaşımız vardı. O, işini kaybetmemek için başını açmıştı, ama onu da attılar. Onlar için başını açman yeterli değildi! Düşünceler de dindar olmamalıydı. Bu zihniyetin tek derdi, senin tesettürün değil! Asıl dertleri, İslâm’ın köklerini kazımaktı. O yüzden tâvize gerek yok.

Kıymetli Afra Hanımefendi, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz, yetiştiğiniz çevreden başlayarak?

Halime kardeşim; “Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi cümlemizin üzerine olsun. Allah her dâim yâr ve yardımcımız olsun. Derdimiz, dâvâmız İslâm olsun!” duâsıyla sözlerime başlıyorum.

Sivas’ın Şarkışla kazasında muhabbetli bir âilenin en küçük ferdi olarak dünyaya gelmişim. İnsanların yetiştiği çevre ve kökleri, yani aile ve geçmişleri çok önemli... İnsanın karakteri, tıpkı mânevî bir gen gibi buralarda oluşup nesilden nesile aktarılıyor. Tabi, bunda ecdâdın nesillerine yaptığı duâlar da tesirli.

İhvan kardeşlerime sohbetlerde; “Kardeşler, İbrahim -aleyhisselâm-’ın nesil ve zürriyet duâlarından ibret alalım. Biliyorsunuz, büyüklerimiz de sohbetlerde bunu çok anlatırlar.” diyorum.

Kendi ecdâdıma bakıyorum; gerçekten bunu hissederek söylüyorum, babaannemin duâsının zuhûr ettiğini düşünüyorum. Anne tarafımdan da baba tarafımdan da ecdâdımız güzel, sâlih insanlarmış. Çok cömertlermiş. Özellikle babaannem, misafirperverliği ile nam salmış, çok dindar bir hanımmış. Kapıya gelen ihtiyaç sahibine bile eldivenini giymeden sadaka uzatmamış. Hattâ yüzünü hiçbir nâmahrem görmemiş.

Babam üç-dört yaşlarındayken annesi vefat etmiş. Bu yüzden babam, annesinin terbiyesi ve dînî hassasiyeti ile büyüyememiş, tam bir cumhuriyet nesli olarak yetişmiş. Tabi, bunda o zamanın tahsil hayatı içinde olmasının da büyük tesiri olduğunu düşünüyorum. Babamı, babaannesi büyütmüş; onun babaannesi de hâl ehli bir hanımmış.

Babaannesi bir sabah uyandığında bahçedeki kavak ağaçlarını secde ve zikir hâlinde görüyor. Hemen boynundaki yemeniyi kavak ağacının en uç noktasına bağlıyor. Çünkü evdekilere “Ağaçları secde-zikir hâlinde gördüm.” dese, kendisine kimse inanmayacak. Ertesi gün evdekilere anlatıyor. Onlar da hemen kavak ağacına bakıyorlar; ağaç dimdik duruyor. Ama en ucunda, en tepede babaannemizin yemenisi bağlı...

“Böyle zuhurat ehli bir hanımın elinde büyüyen babanız, nasıl tam bir cumhuriyet zihniyeti ile büyümüş?” diye düşünebilirsiniz. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumuş babam… Tabi, o zamanlar eğitim, dinden uzaklaştırmak üzere tanzim edilmiş. Sivas Lisesi’nde okurken oraya gelen İsmet İnönü, öğrencilere bir soru sormuş. Okulda soruyu sadece babam cevaplayabilmiş. İnönü, babama çok iltifatlar etmiş, ikramlandırmış. Babam böyle bir ortamlarda eğitim almanın tesiriyle tam bir sosyal demokrat olmuş.

Biz altı kardeşiz. Babamdan dînin ahkâmına dair hiçbir şey öğrenmedik. Çünkü kendisi de bilmiyordu. Peki, biz babamdan ne aldık? Bütün edep ve ahlâk kâidelerini, onun hayatından görerek öğrendik. Babam âilesinden aldığı mânevî genlerin tesiri ile dînin ahlâk boyutunu derinden yaşıyor ve bize örnek oluyordu. Meselâ babam, yüreğinden taşarak, öyle bir “Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn” derdi ki, muhatabının gönlünü titretirdi. Amelle süslenmiş olmasa da kalbinde güzel bir îman vardı. Çok dirâyetli, güçlü ve karakterli idi. Bizi, gözü ve gönlü ile severdi; o dönemin insanları gibi… Evimizde bir ciddiyet ve resmiyet hâkim olmasına rağmen muhabbeti de gönüllerimizde hissederdik...

Hayatım, babamın memuriyeti sebebiyle şehir şehir dolaşmakla geçti. Bu durum hizmet hayatımda insanların gönlüne dokunma hususunda bana nice tecrübeler katacaktı. İlkokul ikiye kadar Tokat’ta, İlkokulun son kısmı ve ortaokul Sivas’ta, lise, üniversite ve öğretmenliğimin ilk yılları da Ankara’da...

Otuz yıldır da Şanlıurfa’da hizmet etmekteyim. Elli üç yaşındayım. Rabbimin dilediği kadar da hizmete devam edeceğiz, inşâallah!

Babamız bize şahsiyet, karakter ve vakar hususunda örnek oldu. Bizim dünyevî eğitimimizi ihmal etmedi. Lâkin bize herhangi bir dînî eğitim vermedi. “Başınızı örtün, namaz kılın!” vs. hiç duymadım ağzından... Bazı çocuklar bu konuda talihlidir. Anne-baba, kulluk yolculuğunda yavrularına eşlik eder. Bazıları ise, içindeki cevher ile kendisi arayıp bulur. Bu yüzden hepimizin içinde sanki genlerimizden aktarılmış bir îman coşkusu vardı. Artık bize, arayıp bulmak düşüyordu.

Babam; doğruluk, dürüstlük ve edep kavramlarının yaşanmasına çok îtinâ gösterirdi. Şimdi bize ilginç gelen bir yanı da dînî bilgisi olmamasına rağmen, devrin Allah dostlarına çok kıymet vermesiydi. Onları evimizde misafir eder ve bize:

“-Evlâdım, böylesi zât-ı muhteremlerin duâları çok makbuldür. Allâh’ın nazlı kullarının duâsını almaya bakın!..” derdi.

Belki babama dîni hakkıyla anlatan olsaydı, o yaşlarında amellerine îtinâ edebilirdi. Tabi, o devirler, dînin anlatılmasının da yasak olduğu devirler olması sebebi ile bu ihmal edilmişti. Babam da bu eksikliği zâhirî ilimle kapatmaya çalışmış olabilir.

“-Benim kızlarım okuyacak!” derdi.

Bütün evlâtlarını okuttu. Evlâtları hidâyete erip ibadet hayatına başlayınca, babalarının ibadet hayatına kavuşmasına vesîle oldular.

Evlâtlarının İslâmî yaşantıyla tanışması hangi vesîle ile oldu?

Biz altı kardeşiz; iki erkek, dört kız... Ağabeyim, Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi birincilikle bitirdi. Diğer ağabeyim, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Bir ablam ODTÜ mezunu, bir ablam İstanbul Üniversitesi İnşaat Mühendisliği mezunu, diğer ablam öğretmen… Bendeniz de Ankara Üniversitesi Tarih Bölümü mezunuyum. Babamın en derdi, dâvâsı ilimdi. Evlâtları okusun; vatana, millete hizmet etsin isterdi. Onun hâlis niyeti ve ecdâdımızın duâsı, bizi özümüze döndürdü diye düşünüyorum.

Babam hepimizi lider karakterli bir insandı. Bütün çocukları da ona benzemiş olacak ki, hepimiz nerede olursak olalım başarılarımızla, duruşumuzla dikkat çekerdik. “Hayatımıza bir dâvâ heyecanı olarak İslâm nasıl girdi?” sorusuna gelirsek... Ağabeyim, Veterinerlik Fakültesi’ni bitirince Almanya’ya doktora yapmaya gitti. Giderken de yanında Kur’ân-ı Kerîm götürmüş, onu duvara asmış. (Demek ki kalbinde aksiyona geçmese de taşan bir îman varmış..) Orada müslümanlara yapılan saldırıları gördükçe, içinde İslâm’ı savunma duygusu kabarmış. Yaşamasa da müslüman ahlâkı ile büyütüldü tabi… Vakti gelince de içerden bu duygu kabarıp çıkmış anlaşılan…

Afra Hanımefendi, siz de ağabey ve ablalarınızın tesirinde kalarak mı İslâm’a yöneldiniz?

Ben evin en küçük ferdiyim. Evimizde âile büyüklerimiz de bizimle beraber yaşardı. Anneannemin namaz kılışı küçük yaşlarımda zihnime çakılmış bir görüntüdür. Küçük yaşımdan beri câmileri ve câmide namaz kılmayı çok severdim. Kimse bana “Namaz kıl!” falan dememişti, ama içimden gelirdi. Lise yıllarıma geldiğimde beş vakit namazı, artık hayatıma oturtmuştum. Bir tek baş örtüm yoktu. Ama namaz, oruç ve mânevî değerler; hep hayatımda vardı. Tabi, büyüklerimin İslâm’a yönelişi ile İslâm dâvâsına karşı içimde coşkunluk ve sahiplenme de başlamıştı. O yıllarda içimde “ölüm korkusu” da çok olmuştu. Bir gün İmam Gazâlî’nin kitabını açtım, orada şöyle yazıyordu: “Müslüman ölümden korkmaz, ölüme hazırlanır!”

Bu cümlenin tesiri ile ölüme hazırlık olarak, namaza çok ağırlık verdiğimi hatırlıyorum. Hani âyette “Namaz insanı münkerden, fahşâdan alıkoyar.” (el-Ankebût, 45) buyruluyor ya… Ben bunu iliklerime kadar yaşadım. Çünkü üniversitede okuduğum yıllar; Alevî-Sünnî, sağ-sol gibi cepheleştirme, toplumu bölme olaylarının yoğun olduğu bir dönemdi. Ankara’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’ndeydim. Bizim bölüm, biraz daha müsbet bir bölüm olsa da namazın beni birçok kötülükten alıkoyduğunu görüyordum. O karışık yıllarda hep İslâm’ın tarafında, İslâm’ı dâvâ edinenlerle beraberdim.

Derslerden atılan başörtülü arkadaşlarımın yanındaydım. Hatta başörtüsü için yapılan mücadelede liderlik yapıyordum. Kendim henüz örtünmemiştim. Ama bir gün bana da nasip olsun diye çok dua ederdim. Arkadaş çevrem hep namaz kılanlardan oluşurdu. Namaz saflarında onlarla sık sık buluşurdum. Bugün gençliğin de en çok namazın mânevî korumasına ihtiyacı var. İnanıyorum ki, benim hep sâlih insanlarla beraber olma isteğimin altında yatan faktör, namazın insanı münker ve fahşâdan alıkoymasıdır. Çünkü üniversite okuyan bir genç oldukça özgürdür. Bozulmaya ve kaymaya çok müsait bir ortamdadır. Orada genci kötülükten koruyacak en önemli unsur, îman ve namazıdır. Çünkü arkadaşları da bulunduğu ortamları da bunlara göre şekillenir.

Bir de âileden kazandığı namus ve hayâ hassasiyetini de ekleyebiliriz tabi. Meselâ ne kadar sosyal demokrat bir babanın elinde yetişsek de namus ve haya kavramı bizde çok baskındı. Babam hepimizin sade giyinmesini ister ve makyajdan hoşlanmazdı. Muhtemelen ecdadımızın dînî hassasiyeti ile yaptığı bu ve benzeri şeyler, bize ahlâkî olarak aktarılmıştı. Babam aslında bilerek ya da bilmeyerek bizim fıtratlarımızı korumuş. Fıtrat bozulmadığından kalp kendisine zarar verecek şeyleri kabul etmiyor.

Bir de dini tam yaşayamasanız da hep dinin tarafında olun. hangi safta olduğumuz çok mühim. Her şeyinle inandığın yerde, âit olduğun yerde olacaksın. Sen Mûsâ’nın safında olursan, bir müddet sonra onun gibi oluyorsun. Yok, Firavun’un safında olursan bir müddet sonra Firavun’a benzemeye başlıyorsun. Bunu hayatım boyunca pek çok kez tecrübe ederek gördüm.

Tarih bölümünde okuduğum için, tarihin derinliklerine inme, gerçek Osmanlı ile tanışma fırsatım oldu. Bölüm hocaları bize ecdadımızı, yani Osmanlı’yı her fırsatta kötülerdi. Lâkin şunu görüyorum ki, Güneş balçıkla sıvanmıyor. Hocalarımız kötüledikçe biz araştırıyor ve gerçek Osmanlı ile tanışıyorduk. Bu mânâda gençlere hep araştırmayı tavsiye ediyorum.

Bir de bizim köklerimiz îmanla yoğrulmuş. Ortada koskoca bir İstanbul Fethi var. Peygamber Efendimizin müjdesine nâil olan Fatih Sultan Mehmed’i ne kadar yerersen yer, bir yere varamıyorsun. Çünkü her şey aslına, özüne dönüyor. Bizim bölümü bitirenler, o kadar kötülemeye rağmen “Osmanlı hayranı” olarak mezun oluyordu.

Hayatımda büyük tesir altında kaldığım, ölüme bakış açımı tamamen değiştiren bir hâdise de babamın sekerât hâliydi. Babamın sekerat hâli, on beş gün kadar sürdü. Gözünden perdeler kalktı; o âleme dair bazı şeyleri bize anlatmaya başladı. Şeytanın geldiğini, şer’î olmayan şeyleri teklif ettiğini, babamın sesli olarak onu kovduğunu, kelime-i şehâdet getirdiğini, besmele çektiğini, hem kendimiz bizzat duyuyorduk, hem de daha sonra kendisi anlatıyordu. Beni göstererek:

“-Bu kızımın büyükleri gelip beni ameliyat ettiler. Bu kızımın yolu çok kıymetli bir yol!” dedi.

Babam akciğer kanseriydi. Son zamanlarında konuşması da kesilmiş, baygın yatıyordu. Bir gün aniden irkilerek kalktı, o gücü nereden bulup doğruldu, bilmiyorum. Bir kolunu bana, bir kolunu ablama doladı; eniştem Yâsîn okuyordu. Biz de silsile-i şerîfe okuyorduk. Gözlerini kapıya dikti. Sanki içeri birisi girdi. Biz görmüyorduk, ama onun gözüyle takip etmesinden anlıyorduk.

“-Aleyküm selâm, hoş geldiniz!” dedi.

Babam uzandı, sanki o kişinin elini tutup öptü, sâkinledi, yerine yattı ve uykuya geçti. Biz ölümü, babamın ölümüyle sevdik. Hep:

“-Beyaz bir at geliyor, ben ona binip gitmek istiyorum!” derdi.

Âyete’l-Kürsî’yi okuya okuya, Allah zikrini terennüm ede ede vefat etti. Vefat edince Üstâdımız Osman  (Topbaş) Efendimiz aramıştı:

“-Evlâdım, inşâallah gittiği menziller, geldiği menzillerden daha hayırlı olur.” dedi.

Babamı çok severdim. Ama benim can babam olan Üstâdım’ı daha çok severdim. Mânevî bir genetik bağın olduğuna inanıyorum. Kan bağı önemli, lâkin daha önemli olan mânevî bağ, o daha baskın... Rabbime hamd ü senâlar olsun, güzel bir yol içindeyiz.

Afra Hanımefendi, sizin tesettüre girmeniz ve mânevî yolumuzla buluşmanız nasıl oldu?

Ben üniversiteyi başarıyla bitirmiştim. Kendi fakültemde akademisyen olarak kalmayı düşünüyordum. Yazılı sınavları başarıyla geçtim, ama sözlü sınavda başkasına yapılan torpil sebebiyle beni seçmediler. İdealist bir genç olarak çok üzülmüştüm. Sonradan buradaki hikmeti anlayacaktım. Kendi fakültemde nasip olmadı, ama Allah bunu bana başka bir üniversitede nasip edecekti. Ancak önce hidayete eriştirecekti.

O günlerde dilimden sürekli şu duâ dökülürdü:

“-Allâh’ım, Senin dînine hizmet etmek istiyorum, bunu bana nasip eyle!”

Aslında çok şuurla söylemiyordum, ama gayr-i irâdî hep dilimden bu duâ dökülürdü. Ablamın bir arkadaşı, dîne olan meylimi bildiği için, beni Ankara’daki Muradiye Okulları ile tanıştırdı. Sınavı kaybettiğim gün Muradiye Okulları ile tanıştım. Allah bir kapıyı kapatmıştı, fakat bana daha hayırlı bir kapı açmıştı.

Gittik, tanıştık. Onların da teftiş hâlinde durumu kurtarmak için benim gibi henüz tesettürü olmayan, ama mânevî değerlerini bilen bir hocaya ihtiyaçları varmış. Orada bütün arkadaşlar, başörtülü ve dindar arkadaşlardı. Arayıp da bulamadığım bir ortama düşmüştüm. İlâhî okunsa ben hüngür hüngür ağlardım. Onlar nîmete alışmış, normalleşmiş. Her dinlediğim marşla içim dâvâ aşkı ile dolardı. Ortamın tesiri ile tesettüre girme isteğim arttı. Bu hususta da:

“-Allâh’ım, yardım et!” diye hep duâ etmeye başladım.

İran-Irak Savaşı’nın yoğun yaşandığı günlerde aklıma, “Doğudan bir duman yükselince kıyâmet kopacaktır.” (Bkz. Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42) hadîs-i şerîfi geldi. “Acaba kıyâmet mi kopacak?” diye düşünmeye başladım. Ve bir gece ansızın:

“-Evet, bugün örtünmeliyim!” dedim ve hemen yaptım. Hattâ gece başımı örtüp öyle uyudum. Örtünmek isteyen kardeşlerime de bunu tavsiye ederim. O örtünme isteği geldiği an hemen yapsınlar. “Yarın yaparım, gelecek hafta yaparım!” derlerse, şeytan mutlaka Allâh’ın emrini yaptırmamak için türlü türlü bahaneler uyduracaktır.

“Peki, bu mânevî yol ile nasıl buluştunuz?” sorusuna cevap verecek olursak;

Okulumuzda edebiyat öğretmeni Aysel Hanım vardı. Biz onunla çok samimî arkadaş olduk. Kendisi mânevî yolun nasiplilerindendi.

“-Tasavvuf bir aşktır; anlatılmaz, yaşanır.” diyerek benim bu yola olan merakımı celbederdi.

Biz ikimiz acayip enerjiktik; sosyal ilişkilerimiz de çok kuvvetli olduğu için, programlarda sunuculuk, misafir karşılama vs. hep biz vazifelendirilirdik. Acayip bir dâvâ aşkımız vardı. Bence İslâm’ı aşk ile yaşamak için bu dâvâ bağlılığı mutlaka olmalı... Bu olunca, yaptığınız her işe sirâyet ediyor.

Düşünün, okul yeni açılmış; öğretmenler genç ve dinamik… Mânevî heyecan dorukta… Ankara’nın kültür seviyesi yüksek, dindar aileler çocuklarını göndermiş. Bütün bu faktörler bir araya gelince, ortamın mâneviyatını tahmin ediyorsunuzdur. Bendeniz tarih hocası olmama rağmen derslerde fırsatını bulunca çocuklara namazı anlatırdım. Sabahlara kadar bu konuları araştırır; aşkla anlatır, öğrencilerimizin evlerine bile gider, onlarla namaz kılardık. Tabi, internet, telefon vs. yok. Çevre bu kadar bozuk değil! Aileler çok dindar ve idealist… Hocaların mânevî heyecanı fırtına gibi esiyor.

Bir yandan da kalbî bir arayışa girmiştim. Pek çok cemaat önderi ile görüşüyordum. Bazılarının torunları okulumuzda öğrenci idi. Beni yollarına davet ediyorlardı. Ama kalbimde bir kıvılcım hissetmediğimden bekliyordum. Kendi yolumu arıyordum.

Bir gün öğretmenler odasına girdim. Arkadaşlar bir resme muhabbetle bakıyorlardı. Ben girince resmi saklamak istediler, merakla ellerinden alıp resme baktım. (Resim, Mahmud Sâmî Hazretleri’nin beyaz elbiseler içinde, Medîne sokaklarında uçar gibi bir fotoğrafı var ya, işte o.) O an kalbimde yıllardır taşıdığım muhabbet yerini buldu. Ait olduğum yeri hissettim. Nasıl tarif edilir bilmiyorum, ama ben o andan hiç çıkamadım. Yıllardır hep o gündeyim sanki. Öyle bir hâl içerisindeydim ki:

“-Bu kimdir, sanki bir melek!” dedim.

Sonradan öğrendiğime göre, zaten Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Efendi Hazretleri’ne, “Melek sıfatlı Sâmî” derlermiş. Arkadaşlarıma:

“-Beni ona götürün!” dedim.

Arkadaşlarım verdiğim tepkiye şaşırdılar. Beni oturttular, anlatmaya başladılar:

“-Bu zât bir Allah dostudur. Adı, Mahmud Sâmî Ramazanoğlu’dur. Seni ona götüremeyiz, çünkü vefat etti!” dediler.

Vefat ettiğini öğrenince yıkıldım. Daha sonra bana mânevî yoldan bahsettiler. Büyüklerimize de benim durumumdan bahsetmişler. Sonrasında hemen istihâreler yapıldı. Nihayet biz de bu yolun yolcusu olduk. Bir anda kalbim Allah dostlarının muhabbeti ile doldu. Ya, bu nasıl bir şey?! Bir anda kalbine acayip derecede muhabbet doluyor ve rotanızı buluyorsunuz.

Kalbimize öyle bir aşk aşısı yaptılar ki, yıllardır yaptığım İslâm’ı yaşama ve yaşatma duâm tecellî edecek, Allah bana bu yolda İslâm’a hizmetin metodunu öğretecekti. Gerçekten tasavvuf bir aşkmış; anlatılmaz, yaşanırmış.

Bundan sonra hayatımın merkezine bu yol oturdu. İslâm, tasavvuf sayesinde aşkla yaşanırmış. Bunu öğrenmiş oldum. Sonra Mûsâ Topbaş Efendimizle tanıştırıldım. Allâh’ım, nasıl güzel bir kuldu!.. İlk defa İstanbul’a gittim ve ilk gidişim, bir Allah dostu ile tanışmak içindi. O zamanlar Köşk düğünleri yapılıyordu. Kapıda karşılaştık; ilk nazarını almak sûretiyle bambaşka bir coşkuya taşınmıştım artık... Hayatımda sadece İslâm dâvâsı ve mânevî yolum vardı. Bunun üstünde bütün gâyelerim, heveslerim silinmişti âdeta…

Öyle muhabbetliydim ki, herkese bu yolu anlatmak istiyordum. “Herkes bu güzelliği tatmalı!” diyordum. Peki nasıl? İşte orada Ethem Cebecioğlu Hocamızın sohbetleri devreye girdi. Yolumuzun âdâbını öğretti bize, muhabbeti aşıladılar. Okulumuz, Anadolu’ya ziyaretler düzenler; öğretmen ve öğrencileri oraların mânevî büyükleriyle tanıştırırdı. Ethem Hoca da bu yolculuklarda sohbetler yapardı.

Konya’da Baybal Amca, Ege’de Dursun Amca ve İlhan Armutçuoğlu… Onlar bize İslâm’ı âdâb ve aşkla yaşamayı anlatırlar ve hâtıralarından bahsederlerdi. O zaman yirmili yaşlarımdaydım. Bu güzellikler bizim kalbimize âdeta temel atmış. O yüzden özellikle gençlerimize bu usûlü uygulamaya gayret ediyorum. Gençlerimizle büyüklerimizi ziyaret ediyoruz. Onların sohbetlerini dinliyor, duâlarını alıyoruz. Böylece güzel hâlleri bize yansıyor. Allah, emek veren herkesten râzı olsun.

Sohbetimizden şunu hissettim: İslâm’ı aşkla yaşama heyecanı sizde bârizmiş. Biz de o yıllarda bunu çok hissederdik. Biz bugün bu hissi gençlere aktarmakta çok başarılı olamadık. Sizce neden?

Bence dâvâ şuurunu veremedik. Bu sadece bizim suçumuz değil. Bütün dünyada hâkim olan sistem bu şuurun verilmemesi üzerine kurulmuş. Millî ve mânevî değerlerin bir sonraki nesle aktarılmasını istemiyorlar. Bizim yetişmiş dava adamına ihtiyacımız var. Bugünün insanının en büyük dâvâsı, sosyal medyada var olmak. Beğenilmek, takdir görmek, dünyevî zevkleri keyifle yaşamanın heyecanında. Bizim öncelikle İslâm dâvâsı nedir bunu anlatmamız ve bu heyecanı da öncelikle bizim yaşamamız gerekiyor. Daha sonra bu ruhu yeni nesillere aktarmayı bir borç olarak görmeliyiz. Kalplere dokunacak, gönüllere pencere açacak ve rol model olacağız.

 Tabi, âhir zaman... Her yerde büyük bir dejenerasyon yaşanıyor. Özellikle âileler çok yozlaştı. Biz ne kadar dinden uzak büyüsek de âilelerimizde ecdâdımızdan gelen bir İslâm ahlâkının baskınlığı vardı. Ardından İslâm’ın ve mânevî yolun muhafazasına girdik.

Daha sonraki yıllarımızda başörtü problemleri iyice artınca, bize öğretmenliğe devam edebilmemiz için başımızı açmamız gerektiği söylendi. Öylesine zor bir tercihte, belki de içimizdeki coşkun îman sayesinde, hiç düşünmeden, arkamıza bile bakmadan “Dînimizden tâviz vermeyiz!” diye istifa ettik. Okuldan ayrıldık.

Ben örtünürken nefsimle ne kadar mücadele ederek tesettüre girmişim; dünyevî bir makam için açar mıyım hiç! Bugün bu şuur gençlerimize verilirse, inanın bizleri geçerler. Biz orada tâviz vermeyip Allah için fedakârlık yapınca, Rabbim bize daha güzel bir kapıyı açtı: Akademisyenlik ve Şanlıurfa hizmeti…

Afra Hanım; tam oraya geçelim diyecektim. Şanlıurfa’da yaptığınız hizmetler dillere destan mâşaallah! Ankara’dan Urfa’ya hangi vesîleyle gittiniz? Akademisyenliğe geçişinizden ve biraz da oradaki hizmetlerinizden bahsedebilir misiniz?

Ağabeyim o sıralarda profesör olmuştu. Harran Üniversitesi’nde kurucu rektör olarak vazifeye başlamıştı. Bizi de oraya davet etti. Bizim alanımızda açık varmış. Biz de ağabeyimin dâvetini kabul ettik. Bu esnada yüksek lisansımı tamamlayıp doktorama başlamıştım. Akademi için hazırdım yani.

Ankara’dan ayrılmak aslında çok zor gelmişti. Bütün mânevî güzelliklerle orada tanıştığım için orayla âdeta bütünleşmiştim. Bütün güzel dostlarım oradaydı. O sırada evlenmiştim.

Burada bir hâtıramı da paylaşmak isterim. Bugün genç kızlar örtündüklerinde pek taliplerinin olmayacağını düşünüyor, örtünmekten çekiniyorlar. Ben de ilk tesettüre girdiğimde, babam:

“-Kızım, evlendikten sonra örtünseydin! Şimdi sen örtülüsün diye tâlibin çıkmaz.” demişti. Ama benim o kadar çok tâlibim oldu ki anlatamam. Babam bile çok şaşırdı. Bu iş, nasip işi…

Tâliplerimin içinden en dindar olanını tercih ettim. Tâliplerimde aradığım ilk kriterim, İslâm’ı güzel yaşamak isteyen biri olmasıydı. İkinci kriterim, benim mânevî yolumda olan, sohbet ve hizmetlerimi kısıtlamayacak birisi olmalıydı. Baştan ben bunu konuştum, kendisi de bunları kabul etti. Beyim, veteriner hekimdir. Düğünüm çok radikal bir düğündü. Gelinlik giymedim. Fotoğraf çekilmedim. Gayet mütevâzı bir ev döşedik. Belki bu hâlim okuyucular için aşırı gelebilir. Ama bu benim düşünce yapımla ilgili. “Hayatımda hiçbir şey İslâm’ın önüne geçmemeli!” diye niyet etmiştim. Diyebilirsiniz ki, bu bir gelenek-görenek… Doğru, kabul ediyorum, lâkin hissetmediğim şeyi yapamıyorum.

Bugün gençler, düğün meselesini İslâm’a yakışmayacak bir israf ve gösteriş atmosferinde icrâ ediyorlar. Benimki bir örnek değil, ama düğünlerde israfa gidilmesin diye anlattım. Gösteriş üzerine bina edilen evlilikler, maalesef birkaç yıl içinde boşanmayla sonuçlanabiliyor. Sahanın içinde birisi olarak söylüyorum bunları...

Kaldığımız yerden devam edecek olursak, evlenince Konya’ya taşınmıştık. Eşim oradaki üniversitede araştırma görevlisi idi. Bir yıl sonra ağabeyimin daveti ile Urfa’ya taşındık. Eşimle birlikte akademisyen olarak vazifeye başladık.

Eskiden bana doğulu biri talip olmuştu. Ben de:

“-Aslâ doğuya gitmem!” demiştim.

Büyük konuşmanın bir tecellîsi de olabilir. Bir vesîle doğuya gittik işte. Ankara gibi ihvanlığın dorukta yaşandığı bir yerden gelmişim; enerjik bir çevreyi bırakmışım. Doğuda olmak o günlerde bana çok zor geldi. Bir gün Mûsâ Efendimizin eserinde okuduğum bir cümle, benim oraya bakış açımı değiştirdi. O cümle şöyleydi:

“Muhabbetli bir ihvan, tek başına kurak bir dağda kalsa, muhabbeti ve gayretiyle o dağı yeşertir!”

1991 yılının sonlarıydı. Ankara’da Bâki Abimiz vardır. Türkiye’deki bütün mânevî merkezlerle irtibatı vardır. O bana:

“-Gideceğin yerin önce mânevî adreslerini öğren!” demişti. Ve bize:

“-Kızım, üzülme! Sen güzel bir yere gidiyorsun. Orada çok kıymetli Esad Parmaksız Beyefendi var. Onunla irtibata geçersin. Onun mânevî duyuşları çok açıktır. Telefonla konuşurken bile edep kâidelerine çok dikkat et kızım!” dediler.

Urfa’ya gidişimin ilk yılı çok zorlandık. Çok kültür farkı vardı. Biz kaçmak için bahaneler arıyorduk. O yıllarda Esad Parmaksız Beyefendi’nin çok yardımlarını gördük. Bizi evlât olarak kabul etti. Baba-kız gibi olduk. Oraları pek bilmediğim için, her şeyimizi ona danışırdık. Sohbetlere giderken beni arabayla evimden aldırır, tekrar evime bıraktırırdı. Üç yıl sonra kendisi umreye giderken evlâtlarına vasiyet etmiş:

“-Afra Hatun kızımın hizmetlerinde kendisine yardım edin!” demişler.

Mekke’de vefat ettiler. Allah rahmet eylesin inşâallah! Daha sonra Kardeşi Mehmed Amca vazifeye geldi. Mehmet Parmaksız Amca da ne güzel bir insandı. Yaklaşık 28 yıl onunla hizmet ettik. Ondan çok şey öğrendim. Ben o kadar heyecanlıydım ki, Urfa’daki bütün ihvânı; doktorundan polisine, öğretmeninden öğrencisine, yaşlısından gencine, ev hanımlarına varıncaya kadar herkesi tanırdım. Bizzat gider, tanışır, onları sohbetlere dâhil ederdim. Hepsini çok severdim. Onların duâsını almaya çok gayret ederdim. Urfa’nın kökleri de mayası da çok sağlam ve çok temizdir. Biz orada genç nesle köprü olmak için gelmiştik sanki…

Akademisyenlik yaparken başörtü problemi orada yok muydu?

Batıdaki gibi tesettür sıkıntısı doğuda yoktu. Sonraki yıllarda geldi. Ben Harran Üniversitesi Tarih Bölümü’nde akademisyendim. İlk yıllarımda hiç tesettür sıkıntısı yaşamadım, elhamdülillah! Hattâ hocalarla haremlik-selâmlık oturuyorduk. Ortam çok güzeldi. Ben tarih hocasıydım, ama öğrencilerle çok ilgilenir, onları yolumuzla tanıştırmaya gayret ederdim. Benim tek derdim, yolumdu. Bu güzelliği herkes tatsın istiyordum.

Daha sonra 28 Şubat süreci gelene kadar tabi… O yıllarda ben anne olmuştum. Hayatın her aşamasını yaşamış bir insan olarak şunu gördüm. Akademisyenliği de çok severek yapıyordum, ama anne olunca:

“-Ben niye çalışıyorum ki?!” demeye başladım.

Bir hanım, işini ne kadar severse sevsin, bence annelik duygusu her şeyi bastırıyor. Ama yine de ortam uygun, ümmetin evlâtlarına İslâm’ı öğreteyim diye hizmetime devam ediyordum. Gönlüm ise, evde annelik yapmaktan yanaydı. Fıtrat böyle, kimse bunu inkâr edemez. İşte tam bu esnada, 28 Şubat süreci başladı. Biz başörtülü ve dindar olduğumuz için fişlendik. Mahkemelere çıkarıldık. Beraat ettik, ama bizi attılar. Allah rızâsı ve başörtüm için bir defa daha iş hayatıma vedâ etmek zorunda kalmıştık. Ama konu başörtüm ise, bir değil bin kez bile olsa bunu şeref sayarım.

Bizim gibi örtülü, dindar bir arkadaşımız vardı. O, işini kaybetmemek için başını açmıştı, ama onu da attılar. Onlar için başını açman yeterli değildi! Düşünceler de dindar olmamalıydı.

Bu zihniyetin tek derdi, senin tesettürün değil! Asıl dertleri, İslâm’ın köklerini kazımaktı. O yüzden tâvize gerek yok, kardeşlerim… Bu yaşananları yeni nesil anlamak istemiyor, anlatınca da pek önemsemiyor. Bugün başörtüsünü açan gençlerimiz de var. Onlara bu zihniyeti iyi anlatmak zorundayız. Eğer tarihten ibret almazsak, Allah korusun, yaşanan bu zulümler tekrar edebilir. Hakkın tarafındaysak tâviz vermeyeceğiz.

Kaldı ki, seneler sonra, bizi görevden alan yetkililerin hepsi de Fetöcü oldukları için vazifeden alındılar. Hak tecellî etmişti. Bu çok ibretli geliyor bana. Kimsenin “âh”ı, kimsede kalmadı. Ben hanım olarak atılmakla çok da mağdur olmadım. Ama dindar erkek akademisyen kardeşlerimiz namaz kıldıkları için atılınca, iş de bulamadılar. Pazarlarda meyve sattılar. Dükkânlarda tezgahtarlık yapmak zorunda kaldılar. Çünkü geçindirmeleri gereken bir aileleri vardı.

Aynı zamanda bir tarihçi olarak okuyucu kardeşlerimize âcizâne bir tavsiyede bulunmak isterim: Lütfen tarihimizi doğru öğrenelim. Tarih bilmek, geleceğe yön vermektir. Bizim şanlı bir tarihimiz var ve İslâm’ı gelecek nesillere taşıma vazifemiz!.. Bunu en güzel bizim ecdâdımız yapmış. Bu minvalde onlardan öğrenecek çok şeyler var. Kader bize İslâm’ın bayraktarlığını yapma vazifesi vermiş. Biz de bu kutlu vazifeyi lâyıkıyla yapmak istersek, özellikle Osmanlı tarihini iyi bilmeliyiz.

Az önce bahsettiğimiz, gençlere dâvâ aşkını yüklemek için, tarihimizi bilmek işte bu yüzden çok önemlidir. Devletler hangi entrikalarla ve nasıl yıkılmış, hangi niyetlerle yenileri kurulmuş ve yücelmiş? Bu soruların cevaplarını anlamak, hak ve bâtılı hiç değilse sezmek için sağlam bir bir din bilgisi, sağlam bir tarih bilgisi yeterlidir diye düşünüyorum. (Devam edecek)

Röportaj: Halime DEMİREŞİK, Altınoluk Dergisi, 2022-Eylül, Sayı:439

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.