Gönül Yarasına Nasıl Merhem Olunur?

Gönül yarasına nasıl merhem olunur? Gönül yarası nasıl iyileşir?

Varlık âlemi iç ve dış, zâhir ve bâtın, kabuk ve öz olarak yaratılmıştır. Kabuk, öze nispetle daha sığ kalır. İnsan da böyledir; onun da bir zâhiri vardır bir de bâtını. İnsanın iç katmanları çok derindir. Hazret-i Mevlânâ’nın şu tespiti bu hakikate dikkat çeker:

“Aziz dost! Sen, tek bir kişi değilsin; sen bir âlemsin! Sen derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem, o denizde gark olup gitmiştir!”

GÖNÜL YARASINA MERHEM OLMAK

Bu derin okyanusta paha biçilmez incilere kavuşmak, iç içe âlemler seyretmek de mümkündür, girdaplar içinde kaybolup gitmek de. Bu sınırsız deryanın kaptanı olmak da zordur, yolcusu olmak da. Bu hikmetli söze çok boyutlu bakmak mümkün ise de biz bu yazıda insanın iç dünyasında yaşadığı alaboralara, sarsıntılara ve oralarda açılan gönül yaralarına dikkat çekmek istiyoruz.

Beden kabuğunda açılan yaralar acı verir elbette. Rabbimizden bedenimiz için âfiyetler niyaz ederiz. Bir de ruh dünyamızda, iç katmanlarımızda yaralar açılır ki onların teşhis ve tespiti de şifâ ve merhemi de kolay bulunmaz. Görünen ve görünmeyeni bilen, Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmızdan o ızdıraplarımıza da âfiyetler isteriz. Beden hastalıklarını fark etmek çoğu zaman baş gözüyle ve zahirî cihazlarla olurken, iç dünyamızın hastalıkları da basîret, firaset ve manevî tabiplerin maharetleriyle sezilir. Bedenlerin tabibi olmak da güzeldir, gönüllerin tabibi olmak da. Her ikisi de ne güzel bir hayır kapısı, cennet ve rıza vesilesidir.

Musibetler ve ibtilalar, kimi zaman zâhirimizde kimi zaman da batınımızda yaralar açar. Zâhir zahirde kalmaz, batında da tesir eder; bâtın da bâtında kalmaz bir şekilde kabukta da yaralar açar.

Bir gün bir dostu Necip Fazıl’a yüzünde çıkan bir çıbanın sebebini sorar. O da der ki: “O gördüğün, ruhumda açılan bir yaranın dışavurumudur. Ruhumdaki acı yüzüme vurmuş, çıban olarak zuhur etmiş o kadar. İç acım dinince o da kaybolup gidecektir; dert etme sen!”

Bedenlerimize ait binlerce çeşit hastalıklar bugün tespit ve teşhis edilse de daha niceleri vardır ki henüz tam olarak tanımlanabilmiş değildir. İç âlemimizde oluşan hastalık ve yaralara dair keşiflerimiz ise çok daha azdır. Hatta çoğu zaman hastalığın farkında olsak da tespit ve teşhiste aciz kalıyor ve merhem bulmakta zorlanıyoruz. Gerek kendi iç dünyamızda ve gerekse etrafımızda nice iç hastalıkların dışa vuran ya da hissedilen ağrılarına şahit oluyoruz. Mesela:

İdrak hastalığı bir iç hastalığıdır. Hadiseleri doğru anlayıp değerlendirme melekeniz hasara uğramıştır.

Kimi zaman duygularınız donuklaşmış ve iç dünyanızda coşkuyu kaybetmişsinizdir. Sevemezsiniz. Merhamet damarlarınız kurumuştur. Öfkenizi yönetemez duruma düşmüşsünüzdür.

Vesveseler içinde bunalım yaşarsınız. İçinizden atmak istersiniz; söküp çıkaramazsınız.

Endişe ve korku girdaplarına düşersiniz; çırpınırsınız ama çıkamazsınız.

Hayatın anlamını kaybedersiniz; âlem zindana dönüşür. Bir ışık ararsınız, bulmakta zorlanırsınız.

İnançlarınızda gel-gitler yaşarsınız; kendinizden bile kaçmak istersiniz; kaçamazsınız.

İlişkilerinizi yönetemez hale düşersiniz; uçsuz bucaksız bir deryada kaptansız gemiye dönersiniz.

Gözünüz kararır; gidilecek yolu seçemezsiniz.

Gelecek ümitlerinizi kaybetmişsinizdir; et ve kemik yığınından ibaret cansız cenaze olursunuz.

Kendi içinize kapanırsınız; yumuldukça yumulur, kördüğüm haline geldiğinizi hissedersiniz.

Evet, insanız, bu ve benzeri haller, siz de ya da etrafınızda zuhur edebilir. Böylesi durumlarda bir tabibe ihtiyacımız vardır. Bedenî hastalıklarda bile hasta kişi çoğu zaman kendisi ne yapacağını bilemeyebilir. Bilse bile tabibe gitmeye takati olmayabilir. Böylesi durumlarda en yakınları, dostları, komşuları ve insanlığını kaybetmemiş her bir fert ve müessese devreye girmelidir.

GÖNÜL YARASI NASIL İYİLEŞİR?

Her topluma, kendi sıhhati için bedenî hastalıkların şifası adına tabipler yetiştirmesi nasıl bir farz (zaruret) ise manevî hastalıklar için de tabipler yetiştirmesi ve şifahaneler tesisi o kadar farzdır. Buradan kastımız, sadece psikologlar, psikiyatrlar ve sosyologlar değildir. Elbette bu uzmanlıklar önemlidir. Ancak burada da doğru bir bakış açısına sahip iyi yetişmiş uzmanlara ihtiyacımız vardır. Satırlardan öğrendiği bilgiyi merhametsiz, muhabbetsiz, firasetsiz ve katı bir kalple uygulamaya kalkan zahirî bir uzmandan nasıl bir şifa umulabilir. Öyleyse bu alanda da diplomadan daha fazla bir eğitime ihtiyacımız vardır.

İç yaraların tedavisinde tabipler, sadece psikologlar değildir. Merhamet ve muhabbet yüklü gönüllere sahip anne-babaların, yakınların, dostların ve komşuların candan ilgileri, yakınlıkları, çözüm odaklı dokunuşları, empatik yaklaşımları, dert ortaklıkları ve hatta bıktırıcı konuşma ve nasihatlerden ziyade etkili dinlemeleri tam bir şifâ reçeteleridir.

Böylesi yaralıları ehl-i gönül diye bilinen muhterem zevatla buluşturmak, hasbî insanların bulunduğu iklimler içine almak, onların gönül dergâhlarına girmelerine vesile olmak en etkili tedavi metotlarından biridir.

Gönül yarası, bir başka gönülden heyecan ve enerji aktarmaya ihtiyaç hisseder. Bu aktarım ise ilgi ve ilişkilerde hem kemiyet hem de keyfiyet ister. Sık ziyaretlerle beraberlik yaşamak, birlikte iş yapmak, yol yürümek, dert paylaşmak, ihtiyacını giderivermek, biz kardeşiz demek, hulasa el ele tutuşmak, omuz omuza vermek gibi davranışlar, bulunmaz gönül merhemleridir. Bu davranışların arka planında iman, muhabbet, merhamet ve samimiyet ne kadarsa tedavi edici özellikleri de o kadar güçlü olacaktır. Bu yönüyle denilebilir ki, insan insana şifadır. Gönül doktoru olmak, çoğu zaman diploma da istemez. Saf ve samimi bir gönle sahip her bir ferdin -derecesi farklı olsa da- bu tabiplikten nasibi vardır.

Gönüllere hareket oluşturan, heyecan veren, onları hayata bağlayan, içine sürur akıtan böylesi şifa vesileleri, tam bir sâlih ameldir; belki de en büyüklerinden. Hatta âriflerimizin ifadesine göre bir Hak evini inşadır. Yunus Emre Hazretleri’nin “Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” sözü tam da bu yüce hizmete işaret eder.

Bir gönlü yapmak, bir âlemi imar etmektir. Sâdi Şirâzî’nin şu sözü manidardır: “Yıkık bir gönlün âhı, yıkar cihânı!” Öyleyse âlemi imar etmek isteyen, gönül mimarı olmaya azmetmeli, Hakk’ın divanına yapılmış nice gönüllerle varmaya gayret etmelidir.

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 446

İslam ve İhsan

KURÂN’IN GÖNÜLLERE TESİRİ

Kurân’ın Gönüllere Tesiri

KAİNATI GÖNÜL GÖZÜYLE OKUMAK

Kainatı Gönül Gözüyle Okumak

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.