Gerçekte Kim Güçlü Kim Zayıf?

Metafizik, dâimâ fiziği mağlûp etmiştir. Bu sebeple maddî güce istinâd eden zâlimlerin fârik vasfı, zayıflık ve korkaklıktır. İnandığı hakikati canı pahasına müdafaa eden, gerekirse gözünü kırpmadan şehâdete yürüyen mü’min ise; kalben ve rûhen en güçlü kişidir.

İnanç ve hakikatin karşısında kaba kuvvet, ancak rûhen zavallı olan âcizlerin müracaat edecekleri bir zayıflık alâmetidir.

Zâlimler; maddî kuvvetle, ordularla, silâhlarla hâkimiyet kurmaya çalışırlar.

Ehl-i îmân ise gönüllere taliptir. Maddî güçle değil, kalp ile muhatabını fethederler.

GERÇEKTE KİM GÜÇLÜ KİM ZAYIF?

Metafizik, dâimâ fiziği mağlûp etmiştir. Bu sebeple maddî güce istinâd eden zâlimlerin fârik vasfı, zayıflık ve korkaklıktır. Onlar dâimâ acziyet ve korkunun endişesi içinde yaşarlar.

İnandığı hakikati canı pahasına müdafaa eden, gerekirse gözünü kırpmadan şehâdete yürüyen mü’min ise; kalben ve rûhen en güçlü kişidir. Cenâb-ı Hakk’a istinâd eden ve kalbini muhabbetullah ile dolduran insan güçlüdür.

Nurettin TOPÇU, bu hakikati şöyle ifade eder:

“Tarihin büyük adamlar diye tasavvurlarımıza yüklediği, güya insanüstü ve muhteşem çehreler, yakından incelenirse pek büyük çoğunluğu bakımından bayağı (adi ve sıradan) varlıklardır.”

“Sakın Sezar’a veya Neron’a fazla yakınlaşmayın. Bir hırsızın tereddüdü ile psikopat bir kātilin korkaklığından başka bir şey göremeyeceksiniz.”

(Yani bu zavallılar acziyetlerinin üstünü örtmek için, haklı durumdaki muhataplarına zulmederler.)

“Egoizme minnettar yaşamayan fertler; (gerçek) âlimler, sanatkârlar, velîler ve peygamberlerdir. İnsanlığın, bunlarla karıştırarak, büyük adam dediği varlıklar; yani büyük muhterisler ve büyük çoğunluğu teşkil eden sürüyü güdücü çobanlar, onların karşısında cephe alıyorlar.

(Meselâ;

  • (Roma İmparatoru) Neron, (İlk Îsevîlerle beraber onların reisi olan) Sen Piyer’i astırıyor.
  • Abbasî halîfesi Ebû Mansur, (kadılığı kabul etmeyen) Ebû Hanîfe’ye kırbaçla zulmediyor.
  • Napolyon, Volney’i tokatlıyor.” (Nurettin TOPÇU, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1999, s. 37-45)

Fakat kaba kuvvetin zulmettiği bu insanlar, gerçek güç ve kuvvet sahipleridir.

Nurettin TOPÇU, gerçek kuvvetin ne olduğunu tefekkür ettirerek şunları söyler:

“Damarlarda dolaşan kanda kuvvetinin kaynağını arayan insan, kemikleri otlarla parçalanan etlerin lutfuna uğramış bir iskeletten başka bir şey midir?

  • Bir pehlivan, iri bir gövdeyi yerlere yuvarlıyor.
  • Neron’un emir kulları, arenadaki vahşî hayvanların pençesine bedenler fırlatıyor.
  • Napolyon, filozof Volney’i tokatlıyor.
  • Kudret sahibi bir insanoğlu, bir emri ile başlar düşürüyor.
  • Servetin sahipleri ise, kapılarından dilencileri kovuyorlar.

Yeryüzünün herhangi bir kuvvetine dayanan kişi; bunu yapamayan zayıfları, sürüm sürüm mezara kadar süründürmesini biliyor.

Buna kuvvet mi diyorsunuz? (...)

Şüphesiz ki vahşî hayvanlar korktukları için saldırırlar. Fakat başka türlü davranışa kabiliyetleri ve kudretleri yoktur. Evet onlar âcizdirler. Bir yılanın veya kaplanın saldırışındaki musîbet, bir kayanın üstümüze yıkılmasından farklı mıdır? Öyle iken; «Kaya kuvvetlidir.» denilmez. O hâlde kuvvetli kime denir?

Kuvvetli diye hür olana, önce nefsine karşı bağımsız olana, sonra da herkese ve bütün dünyaya karşı bağımsız olarak davranabilen insana denmelidir. Nefsinin azâbına, hıncına ve hırsına mağlûp olan, hırslarıyla ve hınçlarıyla hareket eden insan; başkalarına esir kişiden farklı durumda mıdır?

  • Sivas muhafızlarını diri diri toprağa gömdüren Timur, tarihin kaydettiği en bedbaht esirlerdi.

Buna karşılık;

  • Bağdat’ta asıldığı darağacında burnu ve kulakları delinmişken kendisini taşlayan gafil halk için Allâh’ına şu sözlerle yalvaran Hallâc-ı Mansur, hür ve kuvvetli insandı:

“Ya Rabbi, benden evvel onları affet! (Çünkü onlar benim durumumdan habersizler, bilmiyorlar.)” (Nurettin TOPÇU, Var Olmak, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1999, s. 63, 64)

Nitekim Nurettin TOPÇU, bu zâlimlerin âkıbetini şöyle tasvir eder:

İskender ölürken, büyük istîlâlarının bulutu altında bunalmıştı.

  • Sezar, saâdet terennümü ile ölmedi.
  • Napolyon, Yena’da değil, filozof Volney’i tokatladığı sırada yenilmişti.” (Nurettin TOPÇU, Var Olmak, s. 16)

Buna mukabil; mazlum fakat kalbin gücüne sahip olan İbn-i Mes‘ûdlar, Ebû Hanîfeler iki cihan saâdetine nâil oldular.

Mekke devrinde kalbin gücü vardı. Galip gelen buydu. İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- ve arkadaşları, kalben çok güçlü; ellerinden onlara zulmetmekten başka bir şey gelmeyen müşrikler ise kalben çok âciz ve zavallıydı. Bu yüzden kaba kuvvet kullandılar. Fakat; «Âkıbet müttakîlerin oldu!»

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, kendisini istihfâf eden Ebû Cehil’i Bedir’de bertaraf etti. Daha sonra İslâm’ı neşretmek ve yeni nesillere dîni tebliğ için Kûfe’ye yerleşti. Onun ve diğer sahâbîlerin kurduğu Kûfe Mektebi’nden, Ebû Hanîfe Hazretleri yetişti.

Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh- devrinin ve bütün zamanların en büyük hukukçusuydu. Bu sebeple ona İmâm-ı Âzam denildi.

Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansur, Ebû Hanîfe’nin ilimdeki kudret ve şöhretini istismâr etmek istedi. Ona baş kadılık teklif etti. Böylece, kendi saltanatını daha güçlü devam ettirecek ve her türlü tasarruflarına; bu büyük âlimin tasdikinden geçmiş gibi bir mânevî kuvvet kazandıracaktı.

İmâm-ı Âzam, içtihadlarının istismâr edilmemesi ve yamultulmaması için bu kadılık teklifini reddetti.

Halîfe Ebû Mansur, onu iknâ edemeyince hapse attırdı. Hattâ kırbaçlattırdı. Burada;

  • Kalben güçlü olan Ebû Hanîfe,
  • Zayıf ve âciz olan ise sultandı.

Bu tablo, tarih boyunca defalarca tekrarlanmıştır:

Nemrut, cevap veremediği İbrahim -aleyhisselâm-’ı ateşe attırmış; fakat ateşe yakma husûsiyetini veren Allah, Halîl’ini ateşten muhafaza etmişti. O ateşi söndüren sâik, Hazret-i İbrahim’in teslîmiyeti idi.

Firavun da, Hazret-i Musa’yı mağlûp etsinler diye topladığı sihirbazların, Musa -aleyhisselâm-’a îmân etmeleri karşısında öfkesinden ve acziyetinden kudurmuş, onları çarmıhlarda işkencelerle öldürmüştü.

Sihirbazlar kalben ve rûhen öyle güçlü idiler ki, insanın kanını donduracak derecede ağır tehditler karşısında dahî, büyük bir cesaret ve metânetle;

“–Dilediğini yap! Sen ancak dünyaya hükmedebilirsin! Biz ise (şehîd olmakla) Rabbimiz’e döneceğiz!” dediler. (Tâhâ, 72) Akāid imtihanını en kuvvetli şekilde kazandılar.

  • Arslanlara atılan ilk Îsevîler çok güçlüydü. Onlara zulmedenler mağlûptu.
  • Taşlanarak öldürülen Habîb-i Neccâr, çok güçlüydü. Kavmine merhamet diliyor, “keşke bilselerdi!” diyordu. Onu taşlayanlar ise zayıf ve güçsüzdü.
  • Ateş çukurlarına fırlatılan Ashâb-ı Uhdûd tevhid için şehâdete korkusuzca yürüyecek kadar güçlüydü, sağlamdı. Onlara bu zulmü yapanlar mağlûp idi, nefislerinin zebûnu idi.

Onlar şehîd olurken dahî, hidâyetlere vesile oldular. Onların kalbî kuvvet ve metânetlerini müşâhede edenler, îmâna koştular.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Tâif’te tebliğ hâlindeyken, O’nu taşlayan taş kalpliler de acziyet ve zaaf içindeydiler. İçindeki bulundukları zaafı örtebilmek maksadıyla hakaretlere, zulümlere ve çirkefliklere girişiyorlardı. Fakat Peygamberimiz, bu zulümler karşısında çok güçlü idi. Hattâ onlara bedduâ etmiyor;

“–Yâ Rabbî!.. Kavmimi affet onlar bilmiyorlar!” diye onların affı için niyaz ediyordu.

Bir ayağı bir deveye, diğer ayağı bir başka deveye bağlanıp aksi yönlere yürütülerek, hunharca parçalanarak şehîd edilen Sümeyye Hatun çok güçlüydü. Onlara zulmedenler âciz idiler.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yüzakı Yayıncılık

BENZER HABERLER

 

İslam ve İhsan

EMR-İ Bİ'L MA'RÛF VE NEHY-İ ANİL MÜNKERİN FAZİLETİ

Emr-i Bi'l Ma'rûf ve Nehy-i Anil Münkerin Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.