Esas Fakir Kimdir?

İslâm, ihtiyaç sahiplerinin, başkalarından bir şey istemelerini yasaklamamakla birlikte, ahlâkî bakımdan tasvip de etmemiştir. Utanmaksızın her önüne gelenden istemeyi huy edinenlerden Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bahseder: “Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnûd olurlar, verilmezse, hemen öfkeleniverirler.” (et-Tevbe, 58)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, böyle kimselerden kendisine gelerek zekâttan bir şeyler isteyen birine: “Hak Teâlâ, zekât mallarının taksîmini herhangi bir şahsın, hattâ peygamberin bile arzu ve irâdesine bırakmamıştır. Bunların harcanması için sekiz yer göstermiştir. Eğer sen bu sekizden birine dâhil isen o zaman zekât malından hisseni alırsın.” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, VII, 6) buyurmuşlardır.

Burada zekâtı yerine sarf husûsunda büyük bir titizlik ve incelik vardır. Zîrâ zekât, ancak âyette belirtilen yerlere verilebilir. Bunun hâricinde yapılacak olan infâklar, «hayrât» denilen zekâtın dışında bir bağış iledir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- zekât malını verirken muhatabını ehli değilse reddetmiş ancak zekâtın dışında yaptığı infâkta böyle bir reddetme yapmamış, bilakis âyette buyurulan: “Bir şey isteyeni azarlama!” (ed-Duhâ, 10) beyânından hareketle şöyle buyurmuştur: “Sizin güzel ahlâkınız, karşınıza gelip el açanı bir hurma dânesiyle bile olsa, boş çevirmemenizdir.” (Buhârî, Kitâbu’z-Zekât)

Bu hadîs-i şerîften ilhâm ile muhterem pederimiz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, istemeyi meslek hâline getirmiş kimselere, yâni dilencilere de sadaka verir ve şöyle buyururdu: “–Vermemeye alışmamak için az da olsa vermek lâzım!..”

Şu gerçeği de bilmelidir ki, İslâm’da ancak büyük zarûretler hâlinde dilenmeye müsâade edilmiştir. Zîrâ başkalarına el açmak, aslında insanı son derece aşağılayıcı bir iştir. Bu sebeple de Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ashâbından bey’at alırken pek çoğuna «kimseden bir şey istememe»lerini şart koşmuştur. Dolayısıyla fakirler içinde utanmaz, arlanmaz, derbeder, önüne gelenden para isteyen tipler ile fakîrlik ve sıkıntılarını sîneye çekenler birbirlerinden ayırt edilmelidirler.

Bu mevzûda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Fakîr, bir lokmayı şu kapıdan, bu kapıdan elde edene denmez.” Bunun üzerine sahâbîler: “–Yâ Rasûlallâh! Öyleyse fakîr kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Fakîr, ihtiyâç içinde kıvrandığı hâlde ihtiyâcını açıklayıp söylemeyen, kimseden bir şey istemeyen kişidir.” (Müslim, Kitâbu’z-Zekât, Bâbu’l-Miskîn) şeklinde cevap verdi.

Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hadîs-i şerîfleriyle şunu beyân etmek istemişlerdir: Her önüne gelenden isteyip dilenenler, ne de olsa bir şeyler elde ederler. İhmâl edilmemesi gereken kimseler; hâllerini gizleyip, sabır ve kanaat ile fakîrliğe katlananlardır. Hâlini arzedemeyen böyle kimselere yapılacak infâkın ehemmiyeti Kur’ân-ı Kerîm’de de beyân buyurulmuştur: “(İnfâklarınızı), kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere verin! Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı, hiç şüphesiz ki Allâh bilir.” (el-Bakara, 273)

Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan bir mânâ da, zekât verecek kimsenin temlîk ve taharrîye son derece riâyet etmesi zarûretidir. Zîrâ zekâtın sahîh olması buna bağlıdır. Temlîk, mülk olarak vermek; taharrî de, vermeden evvel yapılan araştırma, yâni zekâtın yerini bulup bulmayacağını tesbit etmektir. Eğer zekât, taharrî (araştırma) yapmadan verilip sonradan da verilenin zekâta ehil kılan sekiz yerin dışında olduğu anlaşılırsa, zekât sahîh olmaz ve yeniden verilmesi gerekir. Ancak taharrî yapıldıktan sonra bir isâbetsizlik görülürse, bu durumda zekâtın yeniden verilmesi îcâb etmez.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam İman İbadet, Erkam Yayınları, 2012, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • sa 8 şey demişsiniz 8 şey nedir

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.