"dil Bir Milletin Aynasıdır!"

Efendim; “Osmanlı Türkçesi”nin okullarda bir ders olarak öğretilmesine dâir, bugünlerde çeşitli tartışmalar yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Dil hassasiyetine sahip biri olarak, siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Fikirlerinizi paylaşabilir misiniz?

Milletler, tarih sahnesinde, hayâtiyetlerini kendi bünyelerine has “kültür” değerleriyle devam ettirirler. Bu kültür değerlerinden biri de hiç şüphesiz ki “dil”dir.

Zira insanlar, kelimelerle düşünür, lisân ile tefekkür ufuklarını genişletirler. Bir misâl kabîlinden zikretmek gerekirse, bin kelimelik bir dağarcığa sahip bir kimsenin düşünmesi ve bunu ifâdeye aktarması ile elli bin kelimelik bir dağarcığa sahip insanın tefekkür ufku ve hitâbetteki belâgati, elbetteki bir değildir. Aslâ olamaz.

DİL, BİR MİLLETİN AYNASIDIR!

Dil; bir milletin kültür tekâmülünü gösteren muazzam bir ayna gibidir. Meselâ tarihi milâttan öncelere dayanan güzel Türkçe’mizde hâlâ mevcut olan “Vur!.. Kır!.. As!.. Kes!.. Dur!.. Gel!.. Git!..” gibi tek heceli emirler, büyük bir yekûn tutmaktadır. Bu durum, İslâm’dan evvelki hayatımızın, edebiyat ve hikmetten ziyade, harp kültürü içinde cereyan etmesinin tabiî bir neticesidir. O zamanki lisânımızda “mücerret mefhumlar” ve âhengin temel unsuru olan “uzun heceler” bulunmuyordu.

Lâkin ecdâdımız İslâm medeniyetine dâhil olduğunda, bu yeni hayat nizâmının îcapları, her sahada olduğu gibi lisânımız üzerinde de kendini göstermiştir. Böylece Dünya’nın en zengin dillerinden biri olarak güzel ve muhteşem lisânımız ortaya çıkmıştır. Yani lisânımızdaki bu eksik, Kur’ân lisânı olan Arapça ile ikmâl olunmuştur. Ayrıca Türklerin Batıʼya ilerleyişinde ilk karşılaştıkları müslümanlar, Farslar olduğu içindir ki Farsçaʼdan da pek çok kelime alınarak dilimiz zenginlik kazanmıştır.

Yeri gelmişken, Osmanlıca’nın diğer dillerden kelime alınarak oluşturulmuş sunʼî bir dil olduğu iddialarına karşı bilhassa şunu ifâde etmek lâzımdır ki;

Lisanımıza Arapça ve Farsça’dan giren bu yeni kelimeler, alındığı gibi bırakılmamış, asırlarca millî zevkin süzgecinden geçirilerek, Türkçeʼnin dil mantığı içerisinde, gerek telâffuz gerekse de mânâ bakımından birtakım değişikliklere tâbî tutulmuşlardır.

Birkaç misâl vermek gerekirse; “gul” “gül”, “âb-ı dest” “abdest” olmuştur.

Yine İtalyanca’dan “scala” kelimesi alınarak “iskele” şeklinde kullanılmıştır. Bugün hâlâ kullanılmaya da devam etmektedir.

GÜYA DİLİMİZİ KORUMA ADI ALTINDA TALAN ETTİLER!

Osmanlıca, büyük bir kültür ve medeniyet dilidir. İslâm harfleriyle yazılan Osmanlı Türkçesi, İslâm medeniyetinin ve Kur’ân dünyasının mânevî hazinelerine açılan muhteşem bir kapı hükmündedir. Ayrıca asırlar boyu cihâna hak ve adâletle nizam veren şanlı ecdâdımızın bizlere yâdigârı olan sayısız kültür mîrâsıyla buluşmanın, dolayısıyla târihî kimliğimizi doğru idrâk etmenin en mühim vâsıtasıdır.

İşte bu büyük hazineye tekrar sahip olmamızı istemeyen bâzı mihraklar, dilimizi tahrip ederek; milletimizi, medeniyetimizin temelini oluşturan İslâm kültüründen uzaklaştırmışlardır. Güyâ Türk dilini korumak adına, bin yıldır milletimizin kendi dil zevkine göre kullana kullana lisânımızın bir zenginliği hâline getirdiği kelimeler atılarak, kültür hazinemiz talan edilmiştir.

Bugün Batı dillerinin herhangi birinden Grek ve Latin asıllı kelimeler ihrâc edilecek olsa, o lisan basit bir kabîle diline döner ve anlaşılmaz bir hâle gelir. Bu sebeple, hiçbir millet, lisânına böyle bir muâmeleyi revâ görmemiştir.

1890'DA 92 BİN KELİME VARKEN, 1945'TE SADECE 15 BİN KELİME

1890’da yayınlanan Redhause Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alırken, 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayının 15 bine kadar düşürülmüş olması, “sadeleştirme” adı altında yapılan “kısırlaştırma” faaliyetinin bâriz bir misâlidir.

Meselâ, Türkçe karşılığı “savaş” deyip bunu kâfî sayarak, bakınız kaç kelime millet hâfızasından kazınmaya çalışılmış ve sonra da unutulmaya terk edilmiştir: Harp, muhârebe, cidâl, mücâdele, cihâd, mücâhede, cenk, mudârabe, mübâreze, mukâtele…

Hâlbuki bu kelimelerin her biri farklı bir mânâ inceliğine sahiptir. Onların yerine sadece “savaş” kelimesini kullandığımızda, pek çok mânâ zenginliklerini yitirir, hattâ onları düşünemez hâle geliriz.

Aynı şekilde; müteveffâ, müteveffiye, merhum, merhûme, meyyit, meyyite, mevtâ, maslup, maktul kelimeleri unutturulup sadece “ölü” kelimesi kullanılıyor. Bu, canlı bir dili zayıflatıp ölüme terk etmekten başka bir şey değildir! Bu nevî misalleri çoğaltmak mümkündür.

Aslında Osmanlı Türkçesine karşı işlenen bu cinayetin yegâne maksadı, yeni nesillerin derin İslâmî tefekkür kâbiliyetini ortadan kaldırmaktır. Yani Kur’ân ve ondan doğan tefekkürü hedef almaktadır. Bilhassa Kur’ân kültüründen gelen kelimeleri çıkarıp, yerine mânâyı tam ifâde edemeyen, Türk dilinin kâidelerine uymayan, anlaşılması güç kelimeleri koymaları bunu göstermektedir.

BİN YILDIR KULLANDIĞIMIZ KELİMELERE "ESKİ" DAMGASI VURULAMAZ!

Necip Fâzıl ne güzel der:

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…

Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim!

Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim;

Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.

Nakledildiğine göre Roma İmparatoru Sezar bir konuşmasında uydurma bir kelime kullanır ve bunu birkaç kez tekrarlar. Âyandan biri hükümdarın sözünü keserek memleket diline hürmet etmesini rica eder. Bir diğeri ona şöyle der:

“Bahis mevzu ettiğin kelime, tutalım ki memleket dilinden değildir. Fakat madem ki Roma İmparatorunun ağzından çıkmıştır, artık memleketli olmuştur.”

Diğeri buna şu cevabı verir:

“Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, mevki ve rütbe ihsan edersin. Fakat memleket dilinden olmayan (uydurma) bir kelimeye Romalı olma hakkını veremezsin.”

Bin yıldır kullanarak millî bünyemize kattığımız, fikir dünyamızın temel taşı hâline gelmiş ve hâlâ kullanılmakta olan “hayat” dolu kelimelere eski damgası vurup, yerine “yaşam” kelimesini yerleştirmeye çalışmak, Türkçeleştirmek değil, olsa olsa dilimizi diri diri mezara gömmektir.

Böyle misaller saymakla bitmez. Meselâ; “imkân” yerine “olanak”, “ihtimal” yerine “olasılık”, “hâkim”yerine “yargıç”, birbirinden farklı mânâ inceliklerine sahip “ihtilâl”, “inkılâp” ve “ıslahat” gibi kelimeleri topyekün atıp yerine “devrim” kelimesini uydurmak, Türk diline hizmet etmek değil, bilâkis ihânet etmek demektir.

DİN, DİLDE YAŞAR VE YAŞANAN DİLE GELİR

Bir mütefekkir şöyle der:

“Bir milleti değiştirmek istiyorsanız, önce kelimelerini değiştirin!”

Bu sebeple dinden uzaklaştırma siyâseti tâkip edenlerin en mühim vâsıtası dâimâ dil olmuş, yani ondan dînî kelimeleri ayıklamak olmuştur. Zira insanlar -daha önce de ifâde ettiğimiz gibi- kelimelerle düşünürler. Mefhumları ve kelimeleri azaltılmış, kısırlaştırılmış ve çarpıtılmış bir “dil” ile derin İslâmî ve millî tefekkürün heyecan ufuklarına açılmak aslâ mümkün değildir. Bu yapılmadıkça da, davranış ve duygularımızın temelini teşkil eden tefekkür cılızlaşır ve gönül ufku daralır. Sıhhatli fikirler üretemeyen sığ ve kısır bir tefekkür ile de millî ve mânevî bünyemize kasteden zararlı akımlara karşı durulamaz.

Bu sebeple gençlerimiz, Osmanlı Türkçesini öğrenmekle, millî ve dinî edebiyatımızın engin tefekkür âlemine açılabilme bahtiyarlığına nâil olacaktır inşâallah. Zira “Din, dilde yaşar ve yaşanan dile gelir.”

Mesela mü’min bir âilede, bir çocuk dünyaya geldiğinde; “Allah hayırlı uzun ömürler versin, sâlih evlât olsun, hayru’l-halef (değerlerinize en güzel şekilde sahip çıkan biri) olsun!” denir.

Hasta ziyaret edildiğinde; “Allah şifâlar versin, çektikleriniz günahlarınızın affına ve derecenizin yükselmesine vesîle olsun!” denir.

Ölünün yakınlarına; “Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun!” denir, hepimizin Allâh’a kavuşacağı hatırlatılır.

Yola çıkan; “Allâh’a ısmarladık!” der, uğurlayan “selâmet” diler, yolcu sefer duâsını okur.

İstirahata çekilen duâ eder, uyanan şükreder, bir işe başlayan besmele çeker, ilk alış-veriş yapıldığında;“Siftah senden bereket Allah’tan.” denir.

Bir mü’minle karşılaşan, önce selâm verir, karşısındaki de selâm alır… Bu örnekleri alabildiğine çoğaltabiliriz.

Unutmayalım ki bizler, ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz zaman, onların bıraktığı mukaddes emânetleri şerefle taşıyabiliriz. Ancak bu şekilde kendimize has millî ve mânevî şahsiyetimizi yaşatmış oluruz.

Bu mânâda “Osmanlıca Türkçesi” dersinin talebelere öğretilmesini, ülkemiz ve milletimiz adına büyük ve mukaddes bir kültür hizmeti olarak görmekteyiz.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Genç Dergisi, Ocak - 2015.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.