Davete İcabet Adabı

Davete gitmeli mi? Düğün davetlerine gitmek gerekir mi? Hangi davetlere gidilmez? İslam’da davete icabet adabı ve Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in hayatından davete icabet örnekleri...

İslâm dîni, mü’minleri birbirine kardeş yapmış (el-Hucurât 49/10) ve onların aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirecek vesilelere büyük önem vermiştir. Bunlardan biri de mü’minin diğer bir mü’min kardeşinin dâvetine icâbet etmesidir. Allah Resûlü:

“Bir Müslümanın diğer Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, dâvetine icâbet etmek, cenâzesini teşyi etmek, hastalandığında ziyâretine gitmek, aksırıp «elhamdülillâh» dediğinde «yerhamukellâh» diyerek dua etmek.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 1) buyurarak bunu Müslümanın temel vazifelerinden biri saymıştır. Yine o:

“Çağrıldığınız zaman dâvete gidiniz!” (Müslim, Nikâh, 99) buyurmuş, kendisi de dâvetlere icabet ederek bunu hayatında en güzel şekliyle misallendirmiştir.

Bedir Gazvesi’ne iştirak eden sahâbîlerden İtbân bin Mâlik (r.a.), kabilesi olan Sâlimoğullarına imamlık yapıyordu. Yağmur yağdığında evi ile mescid arasındaki vâdiyi geçmek çok güçleştiğinden Resûlullah Efendimize gelerek:

– Ey Allah’ın Resûlü! Gözlerim iyi seçmiyor. Onlarla benim aramdaki vâdinin deresi, yağmur yağdığı zaman taşıyor ve onu geçmek çok güçleşiyor. Bunun için evimi teşrif edip bir yerinde namaz kılsanız! Çünkü o yeri namazgâh edinmek istiyorum, diyerek Efendimiz’i dâvet eder. Allah Resûlü:

“– İnşâallâh bu isteğini yerine getiririm” diye cevap verir. Itbân şöyle devam etmektedir: Ertesi sabah, güneşin yükseldiği bir vakitte Ebûbekir ile birlikte Resûlullah bana geldi. İçeri girmek için izin istedi, izin verdim. İçeri girdi, daha oturmadan:

“– Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?” buyurdu. Namaz kılmasını istediğim yeri gösterdim, tekbir alıp orada namaza durdu. Biz de arkasında saf bağladık. İki rekât namaz kıldırdı sonra selâm verdi, biz de selâm verdik. Namazı bitirince kendisi için hazırlanmış olan yemeği ikram ettik. Resûlullah’ın bizde olduğunu duyan mahalle halkının erkeklerinden bir grup geldi. Evde epeyce insan toplandı. (Müslim, Mesâcid, 263; Buhârî, Salât, 45-46)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, sahâbisinin bu dâvetine icâbet etmiş ve hemen ertesi gün güneşin biraz yükseldiği bir vakitte İtbân’ın evine gitmiştir. Namaz sonrasında hazîre denilen un ve ince kıyılmış etten yapılan yemek ikrâm edilmiş, Peygamberimiz de ev sâhibinin ikramını kabul edip bundan yemiştir.

Server-i Âlem Efendimiz’in, ashâbının dâvetlerine icâbet ettiğine dâir bir hâdise de Hendek kazarken vuku bulmuştur. Allah Resûlü’nün çektiği açlığı müşâhade eden Câbir (r.a.), hemen bir çare bulmak istemiş ve müsâade alarak evine koşmuştur. Kendisi olayı şöyle anlatmaktadır:

“Eve varıp zevceme:

– Hz. Peygamber’i dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yiyecek bir şey var mı? diye sordum. Zevcem:

– Biraz arpa ile bir de oğlak var, dedi. Oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Ekmek pişip tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken Efendimiz’e geldim.

– Ey Allah’ın Resûlü! Birazcık yemeğim var, bir iki kişiyle beraber bize gidelim, dedim. Resûl-i Ekrem:

«– Yemek ne kadar?» diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:

«– Hem çok hem de güzel. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!» buyurdu. Sonra ashâba:

«– Kalkınız!» dedi, Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Ben telaşla zevcemin yanına varıp:

– Vay başımıza gelenler! Peygamberimiz, yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerindekilerle geliyor, dedim. O:

– Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu, dedi. Ben:

– Evet, dedim.

– Telaşlanma, o senden daha iyi bilir, dedi.

Bir müddet sonra geldiklerinde, Resûl-i Ekrem sahâbîlere:

«– Birbirinizi sıkıştırmadan giriniz!» buyurdu. Efendimiz ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defasında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Oradakilerden hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devam etti. Neticede bir miktar yiyecek arttı. Allah Resûlü zevceme:

“– Bunu ye, komşularına da ikram et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in icâbet ettiği bu davette bir kaç kişilik yemekle Allah’ın izniyle bin kişi doymuş, hatta onlardan artan da komşulara ikram edilmiştir.

Peygamberimiz’in dâvete icâbetine bir diğer misal de şöyledir: Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor; “Bir gün Resûlullah bize ikindi namazını kıldırdı. Namazdan çıkınca yanına Benî Selime’den birisi geldi ve:

– Ey Allah’ın Resûlü! Biz, bir deve kesmek istiyor ve sizin de kesimde hazır bulunmanızı arzu ediyoruz, dedi. Efendimiz «Pekâlâ!» deyip bu dâvete icâbet etti. Biz de onunla gittik. Varınca, devenin henüz kesilmediğini gördük. Daha sonra kesip parçaladılar ve bir miktarını pişirdiler. Güneş batmadan o etten yedik.” (Müslim, Mesâcid, 196)

Ahlak ve tevâzûu dillere destan olan Efendimiz, ashâbından fakir ve kölelerin dâvetine de icâbet eder ve onların gönüllerini alırdı. Hz. Enes’in anlattığına göre, büyükannesi Müleyke, hazırladığı bir yemeğe Resûlullah’ı dâvet etti. Efendimiz dâvete icâbet ederek yemekten yedi. Sonra; “Kalkın size namaz kıldırayım!” buyurdu. Enes (r.a.) der ki; “Ben, uzun zamandan beri kullanıldığı için kararmış olan hasırımızı getirdim, üzerine su serptim. Efendimiz üzerinde namaza durdu. Ben ve yetim[1] arkasında saf yaptık, büyükannem de bizim arkamızda durdu. Resûlullah bize iki rekât (nafile namaz) kıldırıp sonra ayrıldı.” (Buhârî, Salât, 20)

Allah Resûlü zaman zaman şöyle buyururdu:

“Eğer paça veya kürek eti bile yemeğe dâvet edilsem, derhal giderim. Şayet bana kürek veya paça dahi hediye edilse, hemen kabul ederim.” (Buhârî, Hibe, 2)

Resûlullah, eşsiz tevâzûunun parıldadığı bu samimi sözleriyle ve dâvetlere icâbet etmek sûretiyle mü’minlerin dostça geçinmesinin önemine işaret etmektedir. Şu fâni dünyada en değerli ve Allah katında en makbul olan iş, insanlarla iyi geçinmek olduğu için iyi münasebetleri geliştirecek, dostlukları pekiştirecek davranışlara önem verilmelidir.

Resûlullah Efendimiz Müslüman kadınlara, komşunun ikram ettiği şey ne kadar basit olsa bile, onu hor görmemelerini tavsiye buyurmuştur. Çünkü Müslüman mütevâzi insandır; kendisine ne ikram edileceğini hesap etmeden dâvete icâbet eder. Kendini beğenmenin, başkasını ise hakir görmenin İslâm’a muhâlif bir davranış olduğunu bilir ve bundan kaçınır.

İctimâî münasebetlerin gelişmesinde, insanların birbirleriyle kaynaşmasında dâvetin ve dâvete gitmenin önemli yeri vardır. Zengin, âlim ve toplumda önemli yeri olan bir kişi, fakirin dâvetine katılmakla hem onu sevindirmiş hem gururlu nefsini yenmiş hem de Allah’ın rızâsını kazanmış olur.

DÜĞÜN DAVETLERİNE İCABET - DAVETE GİTMELİ Mİ?

Muhtelif vesilelerle Müslümanların bir araya gelip kaynaşmasını arzu eden Sevgili Peygamberimiz, “velîme” denilen düğün yemeklerine ayrı bir önem vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Biriniz düğün yemeğine dâvet edildiği zaman mutlaka gitsin!” (Buhârî, Nikâh, 71)

“Biriniz (düğün) yemeğine dâvet edildiği zaman gitsin; şayet oruçluysa yemek sâhibine dua etsin, oruçlu değilse yesin.” (Müslim, Nikâh, 106)

Düğün dâvetlerine gidilmesini tavsiye eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, hiçbir mâzereti olmadığı halde bu davete icabet etmeyen kimselerin “Allâh’a ve Resûlü’ne karşı gelmiş sayılacaklarını” belirtir. (Buhari, Nikah, 72) Onun bu konudaki titizliğini bilen ve yaptığı her işi aynen yapmaya gayret gösteren Abdullah bin Ömer, düğün yemeklerine ve diğer dâvetlere oruçlu olduğu zamanlarda bile mutlaka gitmiştir. (Buhârî, Nikâh, 74)

Dört mezhep imamı düğün dâvetine icâbetin vacip olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun dışındaki dâvetlerde durum böyle değildir. Bu sebeple bir kimse oruçlu bile olsa dâvete katılır; keffâret orucu gibi farz veya vâcip bir oruç tutuyorsa onu bozmaz ve dâvet sâhibine dua eder. Tuttuğu oruç nâfile ise orucunu bozup bozmamak tamâmen kendisine kalmıştır.

Düğün dâvetine bu kadar önem verilmesinin bazı hikmetleri bulunmaktadır: Düğünler ictimâî kaynaşmanın sağlandığı ve düğün sâhiplerinin en mutlu olduğu anlardır. Böyle zamanlarda insan, bütün dostlarını ve sevdiklerini yanında görmek ister. Ayrıca düğünden maksat, nikâhın îlânıdır. Zîrâ nikâhta aslolan insanlara duyurmaktır. Dâvetliler ne kadar çok olursa, bu maksat o kadar fazla gerçekleşmiş olacaktır.

Mümkün olduğu ölçüde dâvet edilmeyen yere gitmemek veya biz dâvetliysek bile yanımızda dâvetsiz birini götürmemek de edeptendir. Peygamber Efendimiz bu hususta; “Dâvetsiz olarak bir sofrada oturan kimse, hırsız olarak girer, yağmacı olarak çıkar.” ikazında bulunmuştur. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 1) Şayet birini götürmek mecbûriyetinde kalınırsa o takdirde, dâvet sâhibinden izin istemek gerekir. Mevzuyla alâkalı şu hâdise oldukça ibretlidir:

Ebû Şuayb el-Ensârî bir gün Resûl-i Ekrem Efendimizi ziyarete gider. Mübarek yüzünün biraz solmuş olduğunu görünce, epeyce bir zamandır yemek yemediğini anlar. Kasaplık yapan oğluna gelerek, Allah’ın Resûlü’nü yemeğe dâvet edeceğini, bu sebeple beş kişilik yemek hazırlamasını söyler. Yemek hazırlanınca Efendimiz’i dâvet eder. Gelirken yolda bir adam peşlerine takılır. Kapıya gelince Resûl-i Ekrem ev sâhibine:

“– Bu bizim peşimize takılıp geldi. İstersen girmesine izin verirsin, istemezsen geri dönüp gitsin.” der. Ev sâhibi:

– Hayır, ona izin veriyorum yâ Resûlallâh! mukâbelesinde bulunur. (Buhârî, Büyû`, 21)

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, arkalarına takılıp gelen zâtı kendilerinin getirmediğini ev sâhibine açıklaması, hem dâvetlileri zor durumda kalmaktan kurtarmış hem de dâvetsiz misafirin gönül rahatlığı içinde orada bulunmasına imkân hazırlamıştır. Ayrıca Peygamberimiz bu uygulamasıyla benzer bir durumda gerek dâvetlilerin gerekse dâvet edenin nasıl davranması gerektiğini de bize öğretmiştir.

İCABET EDİLMEMESİ GEREKEN DAVETLER - GİDİLMEMESİ GEREKEN YERLER

Allah Resûlü, meşrû olan dâvetlere icâbet eder, eğer dâvet edilen yerde Allah Teâlâ’nın rızâsına muhâlif bir şey varsa icâbet etmezdi. Enes (r.a.), Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in lüks kapların kullanıldığı kibirli kimselerin sofrasında yemek yemediğini haber vermektedir. (Buhârî, Et‘ime, 8)

Peygamberimiz vefat edinceye kadar kibirli ve zorba kimselerin kendilerini başka insanlardan üstün göstermenin vasıtası yaptıkları bir sofrada aslâ yemek yememiştir. Bu çeşit sofrayı kullananlar, o günkü lüks ve israfın, şımarıklık ve kibirliliğin temsilcisi olan kimselerdi. Efendimiz, özellikle müstekbirleri ve kâfirleri taklitten son derece sakınır, ashâbının ve ümmetinin de bunlardan sakınmasını isterdi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, cemiyette zengin fakir arasındaki uçurumun giderilmesine ve herkese eşit imkânların sağlanmasına âzamî gayret göstermiştir. Bunu sağlayacak vâsıtalara ehemmiyet vermiş, zedeleyecek olanlara ise son derece tepki göstermiştir. Bunlardan birisi de dâvetlere zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmamasıdır. Bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağrılmadığı düğün yemekleridir.” (Buhârî, Nikâh, 72)

Hâsılı dâvete icâbet mühim bir sünnet ve ictimâî bir ibâdettir. Mü’minler, diğer İslâmî âdapta olduğu gibi bunda da titizlik göstermelidir. Bununla birlikte Allah ve Resûlü’nün arzusuna uymayacak tarzda tertip edilen dâvet ve sofralara iştirak etmek doğru bir davranış değildir. Çünkü Müslümanın hedefi yaptığı her işte Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışmaktır. Buna muhâlif durumlardan şiddetle sakınmalıdır.

Dipnot:

[1] Hadiste kendisinden “yetim” diye bahsedilen kimse, Hüseyin bin Abdullah’ın dedesi Dümeyre’dir.

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

“BİRİNİZ YEMEĞE DAVET EDİLDİĞİ ZAMAN GİTSİN; ŞAYET ORUÇLUYSA YEMEK SAHİBİNE DUA ETSİN, ORUÇLU DEĞİLSE YESİN” HADİSİ

“Biriniz Yemeğe Davet Edildiği Zaman Gitsin; Şayet Oruçluysa Yemek Sahibine Dua Etsin, Oruçlu Değilse Yesin” Hadisi

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.