Çanakkale’nin Kadın Kahramanları

“Çanakkale” deyince hep akla Mehmetçik geliyor. Çünkü onun kahramanlığı, yiğitliği, cesareti, îmânı dillere destan idi. Peki, ya cephe gerisi? Cephe gerisinde onları maddeten ve mânen güçlendiren, aynı kahramanlık ölçüleriyle anılmaya değer bir hanım kadrosu yok muydu?

Üzerinde “vatan” diye yaşadığımız topraklarda, ecdâdımızın nice zafer izleri mevcuttur. Osmanlı’dan kalan son yâdigar “Türkiye” dediğimiz; varımızı, yoğumuzu, canımızı seve seve fedâ edebileceğimiz ülkemizin her bir parça toprağında, nice şehidlerin, gazilerin, yiğit kahramanların emekleri, cehdleri, âhları, gözyaşları, terleri ve dahî kanları vardır. Kolay mı kazanılır zafer? Kolay mı gelir başarı? İnsan için zafer, büyük gayretlerin neticesidir ve zafer, bu çabaların doruk noktasıdır. Emeğin, cehdin, fedakârlığın, hattâ çile ve sancının adıdır zafer ve başarı…

ŞANLI TARİHİMİZ

Ecdâdımız, zaferleriyle tarih yazmışlardır. “Şanlı ecdat”, “şanlı tarihimiz” derken, herkesin göğsü kabarır. Ama bunlar kolay gerçekleştirilen şeyler değildir. Hedeflenenlere ulaşmak için yerine getirilmesi gereken birtakım kâideler vardır. Memleketlerin kültür ve medeniyetleri, bu ulvî kâidelerle gelişmiş ve zirve noktalara ulaşmıştır. Böylesi verimli zeminlerde, ne yaman yiğitler, ne fâtihler ve nice kahramanlar yetişmiştir. O devirlerde fetihler, fetihleri kovalamıştır. Bu; ruhtur, ma‘şerî vicdandır. Îmandır, sevdâdır. Böylesi aşk ve sevdânın diri olduğu verimli alanlarda, zafer ve başarı haktır. Fakat milletin içindeki bu aşk ateşini söndürüp, yerine güdük sevdâlar yerleştirirseniz, işte o zaman milletler amansız hastalıklara yakalanırlar. Ülke kendi içinde mevcut bu “migrenle”, kendi bünyesi içinde eriyerek tükenir. Eski yiğitler, bahadırlar, fâtihler yerini “sahte kahramanlara” bırakınca, o ülkede tehlike çanları çalıyor demektir.

Oysa benim memleketimin insanı, her bir karış toprağı, nice zafer türküleriyle kazanmıştır. Her bir toprak karesinde; ne âhlar, ne canhıraş gayretler vardır. Her bir şehrimizin kökeninde gazilik, kahramanlık, şan ve şeref mevcuttur. Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa gibi… Benim insanım bununla tanınır. Ülkemin insanı, önemli zaferlerin mimarı ve kahramanı olmuştur. Çağ kapatıp yeni bir çağ açmıştır. Dünya tarihini yönlendirecek fetihler gerçekleştirmiştir.

Fetih, insanımın âdeta yoğrulmuş mayasıdır. Bu fetih, önce içte başlamış, sonra dış fetih gerçekleşmiştir. Zaten iç fetih olmadan, dış fetih gerçekleşemez. Milletimin mâzisi tertemizdir, bizim şerefli bir geçmişimiz vardır. Arkadan gelen nesiller, bu geçmişleriyle hayatiyetlerini devam ettirmişlerdir. Bunun aksi hüsrandır, esârettir, bölünmektir, zillettir.

18 Mart Çanakkale Zaferi’nin çokça konuşulduğu, tanıtımlarının yapıldığı, yıldönümlerinin kutlandığı şu günlerde; her sene böylesi hayret uyandıran savaşın tekrar tekrar insanımıza anlatılması gerektiğini düşünüyoruz. Bilindiği gibi, Çanakkale’de dünyanın en büyük zaferi kazanıldı. Her türlü maddî donanım imkânına sahip düşman karşısında; bizim askerimiz, neredeyse yokluk ve sefalet sınırındaydı. Karşı tarafta; top, tüfek, donanma, mühimmat adına her ne ararsan vardı. Benim Mehmed’im de ise; yüce bir îman, sarsılmaz bir irâde, sonsuz bir sabır ve metânet... Çelik yürekliydi Mehmetçik, bu çelik gibi yüreğin yanında engin merhameti, ilâhî rahmete sebep oluyordu. Mehmed’imin düşman askerlerine gösterdiği insanlık muâmelesi, yıllardır dillere destan olmuştur. Tabiri câizse; Mehmed’im kendi yememiş düşman esirlere yedirmiş, giymeyip giydirmiştir. Mehmetçik sırtından gömleğini çıkarıp, düşman askerinin yaralarını sarmıştır.

Bugün Müslümanlarla savaşanlar, onlara en ağır savaş işkencelerini yapanlar, bütün insanlığın gözü önünde nice zulümleri, vahşetleri işleyenler; Çanakkale’de Mehmetçiğimin sergilediği parmak ısırtan tablolardan insanlık dersi almalıdır.

YA CEPHE GERİSİ!

“Çanakkale” deyince hep akla Mehmetçik geliyor. Çünkü onun kahramanlığı, yiğitliği, cesareti, îmânı dillere destan idi. Peki, ya cephe gerisi? Cephe gerisinde onları maddeten ve mânen güçlendiren, aynı kahramanlık ölçüleriyle anılmaya değer bir hanım kadrosu yok muydu? Çanakkale zaferinin gerçek mimarlarından olan bu hanımlar da konuşulmalı kanaatindeyiz.

Artık ülkemizde de çeşitli toplantılarda kutlanan “Dünya Kadınlar Günü”nde, ne idüğü belirsiz kimseler yerine, Çanakkale’de hizmet veren fedakâr ve cefakâr kadınlarımız konuşulmalı, anlatılmalı ve insanımıza bilhassa kadınlarımıza tanıtılmalıdır. Herkes hislerinin ve isteklerinin peşinde koşarak, böylesi özel günleri kendi emellerine yönelik kullanıyor. Oysa bu tür günler, herkesin istifade edeceği şekilde değerlendirilmeli, değil mi?

Geçmiş bütün netliğiyle ortada... Dün, Uhud Savaşı’nda iki cihan Peygamberi’nin önünde siper olan muhteşem bir isimdir, Nesîbe Hâtun... O, Peygamber’inin kılına zarar gelmesin diye bedenini siper eden bir yiğit kadındır. Nasıl asr-ı saâdette böylesi mücâhide kadınlarımız varsa, yakın tarihimizde de tıpkı “Nesîbeler kopyası” örnek şahsiyetler mevcuttur.

ÇANAKKALE’NİN KADIN KAHRAMANLARI

İşte, bunlardan bazıları:

Bizzat TBMM tarafından kendisine onbaşı rütbesi verilen “Nezahat Onbaşı”, Çanakkale’den sonra cephe cephe bütün Türkiye’yi dolaşan “Hatice Hanım”, Kosova’dan gelerek Çanakkale Muharebesi’ne katılan “Zeynep Mido Çavuş” ve Çanakkale’den İstanbul’a yaralıları taşımak için hastahaneye dönüştürülen Reşit Paşa Vapuru’nun başhemşiresi “Safiye Hüseyin Elbi Hanım”… Ve daha niceleri… Hattâ son olarak bahsettiğimiz hemşire hanım, Avrupa’da eğitim almış ilk hemşirelerdendi. Aldığı eğitimi, Mehmetçiğin yaralarını sararak hayra kullanmıştı.

Burada Doktor Râgıp Bey’in Alman asıllı eşi hemşire Erica’nın da hizmet ve çalışmalarını unutmamak gerekir. Hemşire Erica, muharebenin en zorlu anlarında, köylü kadınlarıyla müthiş bir beraberlik tesis ederek, orduya destek olacak şekilde, çok önemli çalışmalar yapmıştır. Bunlardan biri de kıyafet, yorgan, yastık, çadır gibi orduya lâzım olan pek çok şeyi, köylüden temin ettikleri dikiş makineleriyle dikmişler, cephe gerisinden, Mehmetçiğe göndererek destek olmuşlardır. Aynı zamanda hastahane ve hasta bakımında da gayretli hizmetleri olan bu kahraman hanımefendi; yaralı askerlerimizi tedavi ettiği sırada, düşmanın top mermisiyle hayatını kaybetmiştir. Şimdi bu fedakâr vatan kadınlarını, Çanakkale anılınca, bir daha yâd etmek gerekmez mi?

O zamanın Hilâl-i Ahmer (Kızılay’ın) Hanımlar Merkezi’nin teşvik ve ilânları ile cephe gerisinde hizmet veren kadınlarımız olduğu gibi; bizzat sıcak savaşın içinde olup kimilerinin omuz omuza düşmanla savaştığını, kimilerinin de sağlık hizmetleri verdiğini tarih kitaplarından[1] öğreniyoruz.

O dönemlerde kadınlar, pek ön planda olmadığından, bu kahraman kadınlarımız, çok fazla bahis konusu olmamıştır. Bugün her yerde kadın ön plana çıkarıldığı için, biz de:

“-Mâdem kadından sık sık bahsediliyor, bilhassa şu Mart ayı içindeki kadınlar gününde… O hâlde Çanakkale Savaşı’nın kahraman kadınları da konuşulsun, onları da yeni nesil bilsin!” diyoruz.

Çanakkale deyince nasıl; Elazığlı Hasan Onbaşı, Ezineli Yahya Çavuş, Seyid Onbaşı, kolsuz kahraman Hasan Dursun Bayrak, bombacı Mehmed Çavuş, Harputlu Ömer Çavuş, saka eri Hüseyin ve daha niceleri biliniyorsa; bunlar gibi nice isimsiz kadın kahramanlar da bilinmeli, hatırlanmalı...

Kadın toplumun temelidir. Hayat da, barış da, savaş da onsuz olmaz. Savaş ve barışta etkili rol oynayan kadınlarımız, hayırla yâd edilmeli; gelecek nesiller, geçmişteki büyük kahramanları tanımalı ve izleri sıra yürümelidir. Kısacası, kadın lâyık olduğu izzeti görmeli ki, toplum da aziz olsun.

Dipnot:

[1] Bir misal olmak üzere, tafsilat için Zümrüt Sönmez’in “Savaşın Kadınları” isimli eserine müracaat edilebilir.

Kaynak: Nurten Selma Çevikoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 445

İslam ve İhsan

ÇANAKKALE SAVAŞI VE HİKAYELERİ

Çanakkale Savaşı ve Hikayeleri

ÇANAKKALE ZAFERİNİN SIRLARI - ÇANAKKALE ZAFERİ NASIL KAZANILDI?

Çanakkale Zaferinin Sırları - Çanakkale Zaferi Nasıl Kazanıldı?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.