Bugün Mânevî Tablo Nasıl?

Peygamber Efendimizin (s.a.v) "Onlar benim kardeşlerimdir." dediği kimselerin özellikleri nelerdir? Cahiliye devri nasıldı? Modern cahiliye devri nedir ve nasıldır? İlahi ikazlar neden gelir? İlahi ikazlardan çıkarmamız gereken dersler nelerdir? Dünyada merhametin yokluğunun etkileri neler? Musibetler geldiğinde Müslüman nasıl bir hâl içinde olmalıdır? Musibetin üzerimizden kalkması için neler yapmalıyız? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâb-ı kirâmla beraber Bakî kabristanına teşrif ettiler. Orada, vefat edenlere:

“Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minlerin diyarındaki sâkinler! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.

(Ondan sonra Efendimiz:)

Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar çok özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm hayret etti:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz?” dediler.

Efendimiz:

“–Siz benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz dünyaya gelmediler.”

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“–(Yâ Rasûlâllah! Siz, bu dünyada onları görmediniz. Âhirette) onları siz ne şekilde tanıyacaksınız?”

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde hemen tanır.”

Sahâbe:

“–Evet, tanır, yâ Rasûlâllah!” dediler.

Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

“–İşte onlar da abdestlerden dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim.

(Diğer taraftan) içlerinden bazıları da (yoldan çıktıkları için, yani mücrim oldukları için) yabancı develerin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan da kovulacaklar. (Herhâlde oradan melekler kovacak onları.) Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim.

Bana (melekler diyecek ki -Allâhu a‘lem-):

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyerek yanlış yollara saptılar, başkalarına benzediler.)»

Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olun, uzak olun!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)

Hadîs-i şerîflere baktığımız zaman, câhiliye zamanında yaşanan zorlukların kıyâmete yakın tekrar tecellî edeceği bildiriliyor.

Câhiliye devrinde ne vardı? Yani 1400 sene evvel ne vardı? Onların ilk îtirazları neye idi? İlk, âyette ise:

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

“Büyük haber…” (en-Nebe, 2)

Yani âhiret haberi, onları allak bullak etti. Çünkü istedikleri gibi yaşayamayacaklar, ilâhî irâdenin altına gireceklerdi.

اَلَّذِي هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ

((İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri.” [en-Nebe, 2-3])

Onlar ihtilâf etmeye başladılar. “Ya âhiret varsa?” dediler. “Biz inkâr ediyoruz ama dediler, ya varsa?” dediler. Allak bullak oldular. Ve bu âhiret inancı onların keyiflerini bozdu. Bu;

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

“Büyük haber…” (en-Nebe, 2) diyerek tartışmaya başladılar. Kendi kendilerine istişâre; “Ne yapacağız o zaman?” dediler. Dediler ki:

“–Alay edelim, bertaraf edelim. Onlar, müslümanlar, uzaklaşsınlar.” Alay ettiler, netice vermedi.

“–Zulümle bertaraf edelim.” dediler. O da bir netice vermedi.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, o mü’minlerin salâbet-i îmâniyyesi, onların gayreti, ihlâsı, İslâm’ın intişârına vesîle oldu.

Bugüne geldiğimiz zaman…

Bugün de 1400 küsur sene sonra aynı bir câhiliye devrine girdik. Bir modern câhiliye devri. Bir gardırop farkı olan, bir geometri farkı olan bir câhiliye devrine girdik.

–Bugün de âhiret istenmiyor.

–Televizyonun bazı programlarıyla âhiret unutuluyor.

–İnternetin bazı çıkmaz sokaklarında insanlar savruluyor, âhireti unutuyor.

–Bazı reklamlar, kandırmaca hâlinde, âhireti unutturuyor.

–Modalar, göz boyayıcı şekilde, o da âhireti unutturuyor. Dünyaya olan meyli artırıyor.

Velhâsıl tamamen nefsânî bir dünyadayız şimdi. İnsanlar dünyevîleşti.

Maddî tablo böyle. Peki ya mânevî tablo nasıl o zaman? Bir de mânevî tabloya baktığımız zaman, yani toplumun içerisinde bulunduğu mânevî tabloya bir göz attığımız zaman…

Yani bu virüs nereden geldi? Bir virüs ki dünyada şimdiye kadar gelen o isyankâr kavimlerin, münkir kavimlerin hiçbirinde böyle bir virüs şeyi yoktu. Muhtelif/çeşitli azap kamçıları vardı. Rüzgârla vardı, sesle vardı, semâdan inen bir çamurlarla vardı, Ebâbil kuşlarının attığı taşlarla vardı, velhâsıl benzer şeylerle vardı. Fakat böyle bir virüs, dünyayı tamamen içine alan, dünyayı bir dehşete sokan, hattâ halkın tâbiriyle “korku dağları sardı”. Böyle herkesi bir korku alan, böyle bir müthiş bir, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî îkâzı yoktu.

Ne oldu, bu îkaz niye geldi bu îkaz?

–Bir; hak hukuk unutuldu. Hakkın tevzii bitti. Hak, güçlüye ait oldu.

–Merhamet, şefkat kalplerden kazındı. Merhamet filizi soldu, âdeta çürüdü.

–Helal-haram hassâsiyeti kayboldu.

–Zulme uğrayan mazlumların yürek yakan feryatları ayyûka yükseldi. Bir mâtem ülkesi hâline geldi. Nitekim Arakan, Doğu Türkistan, Suriye, Yemen’de yıllardır bir insanlık trajedisi, bir insanlık dramı yaşanıp devam ediyor.

–Kapitalizmin meşhur prensibi, “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin.” diye, kapitalist zihniyetin oluşturduğu bir kast sistemi, fakir ve garibin gözyaşlarına zerrece aldırış etmeden bir palazlanma devam ediyor.

–Küresel çatışmalar, nerede bir menfaat varsa oraya doğru aktı. Gücü eline geçiren devletler, kilometrelerce uzaktan gelip Suriyelileri öz yurtlarında garip, öz vatanlarında parya durumuna düşürdüler. Hayatını kurtarmak, yaşamak için pek çoğu vatanından kaçmak durumunda kaldı. Bir kısmı da botlarla geçerken Akdeniz onların kabristanı oldu.

Diğer taraftan baktığımız zaman İslâm dünyasına, İslâmî hassâsiyet azaldı. Vukû bulan her menfî hâdisenin faturası, İslâm’a mâl edilir oldu. İslâmofobi denildi. Hâlbuki İslâm, merhamettir, şefkattir, onun dışındaki dünyada bir merhamet yok, şefkat yok, hissiyat yok, duygu yok, bir hodgâmlık var. Âkif’in dediği gibi:

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi…

Tabi İslâm dünyasındaki hassasiyetin azalması sebebiyle Mescid-i Aksâ gitti elimizden. Bugün Mekke ve Medîne-i Münevvere boşaldı. Bunlar bize şunu gösteriyor ki;

Demek ki biz emâneti koruyamadık.

Cenâb-ı Hak; “…Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyor. Biz böyle kendimizi tehlikeye attık. Emânetin sahibi olan Cenâb-ı Hak da, emaneti bizlerden aldı.

Fertte, âilede, millette, devlette emânetlere sahip olunmazsa, emânetler elden gider. Bugün dünyadaki olan maddî hâdisenin yanında mânevî tablo da budur.

Cenâb-ı Hak buyuruyor En‘âm Sûresi 42-43. âyetinde, geçmiş ümmetlerde de bunun benzeri, daha hafifi oldu. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Andolsun ki Sen’den önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. (Efendimiz’e buyuruyor. Îkaz için peygamberler gönderdik.) Ardından, belki de yalvarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.” (el-En’âm, 42)

İşte bütün dünya, ne olduğu hâlâ tam olarak anlaşılamayan bir hastalığın imtihanında bugün. İşte bugün, işte bütün dünya ne olduğu hâlâ tam olarak anlaşılmayan bir hastalıkla imtihan hâlinde…

Yine âyet-i kerîmenin devamında:

“Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaşmıştı; şeytan da onlara yaptıkları işi şirin gösteriyordu.” (el-En’âm, 43)

Bugün daima işin maddî tarafına bakılıyor, mânevî tarafı gözükmüyor. Bir sebep varsa bu sebebin bir müsebbibi vardır. Bir eser varsa bir müessiri vardır. Tabi burada Fâil-i Mutlak gözükmüyor. Burada Fâil-i Mutlak yerine bir virüs gözüküyor.

Ne ilâhî bir tecellîdir ki, bu mikrop şu âna kadar her yerde aynı derecede yayılmadı. Bu da bir ibret. Suriyeli mazlum muhâcirlere sınırlarını kapatan, onlara en ufak bir yardımda bulunmayı esirgeyen, hattâ onlara Akdeniz’i âdeta bir mezarlık hâline getiren ülkelerde daha fazla yayıldı bu hastalık.

Bu arada kendilerini medeniyetin beşiği olarak lanse eden devletlerin, birbirlerine karşı nasıl hasmâne bir tavır sergilediklerini okuyoruz ve duyuyoruz.

Bugün yapılacak iş;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7])

Onlardan, dalâlettekilerin yolundan uzaklaşmak ki, bu musibet, üzerimizden bizim de kalksın. Cenâb-ı Hakk’a bol istiğfâr edelim, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olalım, İslâm’ı bir takvâ üzere yaşamaya gayret edelim.

İslâm’a yeni girmiş bir mütefekkir, bir konuşmasında şöyle söylemişti; Graudy, bir kırk sene evvel, Yıldız Sarayı’nda konferans vermişti. Orada, konferansın sonunda şunu söyledi:

“Siz sağlamsınız dedi, fakat kendinizi hasta zannediyorsunuz. Siz hasta olan Batı’yı taklit ediyorsunuz. Hiç sağlam insan, hastayı taklit eder mi?..” dedi.

Diğer bir mütefekkir ise, çok ibretli bir ifadesi var:

“Savaş cephede değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”

Şunu unutmamak lâzım ki, yegâne barınak, sığınak, ilticâgâh Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hakk’a bol bol ilticâ edeceğiz. Şöyle dua edeceğiz daimâ;

Yâ Rabbi!

–Gözlerimize bir nur ver ki, hakîkati görelim.

–Kulaklarımıza bir nur ver ki, hakkın ve hayrın sadâsını duyalım.

Yâ Rabbi!

–Kalplerimize bir nur ver ki, neye baksak yüce Zât’ını hatırlayalım, Sen’in ilâhî azamet, ilâhî kudret akışlarını hatırlayalım. Sen’inle beraberliğin huzurunu tadalım…

İnşâallah Cenâb-ı Hak, böyle duygular içinde olmamızı, Cenâb-ı Hak nasîb eder -inşâallah-.

İslâm mükemmeldir, muhteşemdir. İslâm’ın, kendinden aşağıdakilerden alacağı hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla müslüman, kendinin dışındakilere asla benzemeyecek. Ne giyimde, ne kuşamda, ne hâlde…

Rasûlullah Efendimiz ibadette bile benzememizi istemiyor:

10 Muharrem’de, “bir gün evvel, bir gün sonra tutun” buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 241; Bezzâr, no. 1052; Heysemî, III, 188)

Ezan bahsinde; “Boru çalalım dediler, çan çalalım…”

“–Yok dedi, onlar hristiyan ve yahudilerin âdetidir.” dedi. En nihâyet ezan zuhur etti. O ezan devam ediyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27/498)

Buna benzer sayısız misaller. Cenâb-ı Hak bizden tâvizsiz bir îmân istiyor.

Burada Cenâb-ı Hak “Firavun’un sihirbazları”nı bildiriyor. Firavun’un bütün tehditlerine karşı… Onlar İslâm’a girdikleri için, Mûsâ -aleyhisselâm-’a tâbî oldukları için:

“–Sizin kollarınızı, bacaklarınızı çapraz kestireceğim, sizi hurma dallarına kan-revan içinde astıracağım!” dedi.

Onlar da cevaben dediler ki:

“–Biz nasıl olsa âhirete döndürüleceğiz. Firavun, sen fiilinde serbestsin.” dediler. Fakat bir de en ufak bir taviz vermemek için, îmanlarında en ufak bir zedelenme olmaması için:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

Dediler.

“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al.” (el-A’râf, 126) diye dua ettiler.

Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor. Onlar da hendeklerde yakılmaya râzı oldu îman edenler.

Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Tevhîdi korumak için taşlanmaya râzı oldu.

Muhâcir ve Ensâr’ı Cenâb-ı Hak bildiriyor.

Demek ki bizler de Ensar ve Muhâcir gibi olmamızı Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Onlar İslâm’dan en ufak bir tâviz vermediler. Canlarıyla, mallarıyla Allâh’a güzel bir kul olmak için seferber oldular.

Rasûlullah Efendimiz’den, çok ibretli hadîs-i şerîfler var. Bir hadîs-i şerîfte:

“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)

“Bir kavme benzeyen onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

Yine Efendimiz buyurdu:

“‒Ben müşrikler arasında ikâmet eden her müslümandan berîyim/uzağım!” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, neden?” diye sordular.

Efendimiz (bu da çok ibretli bir hadîs-i şerîf):

“‒(Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli, (Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 95/2645; Tirmizî, Siyer, 42/1604)

Yani birbirlerinin uzaklarında konaklamalıdır, müslümanlar kâfir diyârından hicret etmelidir, eğer orada îmânına zarar gelecekse, oradan hicret etmelidir, buyuruyor Efendimiz.

Diğer bir hadiste -yine benzer-:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” buyrulmaktadır. (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Yine, Cenâb-ı Hak buyuruyor Mâide Sûresi’nin 55. âyetinde:

“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Peygamber’dir, bir de Allâh’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.”

Demek ki Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek, Peygamber Efendimiz ile dost olabilmek için; layığına muhabbet, müstahakkına nefret… Bu zarûrî. Bu, îmânın şartı olmuş oluyor.

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER

 

İslam ve İhsan

TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?

Tasavvuf Nedir, İnsana Ne Kazandırır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.