Bir Mümini Hem Dünyada Hem Âhirette Başarıya Götüren Eğitim Nasıldır?

İlim, ancak ihsan şuuru ve ahlâkla yoğrulduğunda sahibini gerçek başarıya ulaştırır. Peki, bir müminin eğitimi hangi temeller üzerine kurulmalıdır?

Sûfîlerin seyr u sülûk yolunda en çok önem verdikleri prensip, ilmi amelle birleştirmek ve maddeyi maneviyatla süslemektir. Onlar sülûka ilimle başlar; Kur’ân ve Sünnet hazinesinden aldıkları hikmet incileriyle bu dünyanın asıl gayesinin Hakk’a kulluk ve vuslat olduğunu öğrenirler. Güzel dinimizin, insanı hem maddi hem de manevi açıdan mutlu edecek ilkelere sahip olduğuna sarsılmaz bir imanla bağlanırlar. Bu sebeple, İslam’dan uzak bazı cahil Müslümanların yaptığı gibi huzuru, Uzak Doğu’nun mistik dinlerinde, içerikleri tartışmalı olan meditasyon veya yoga gibi uygulamalarda aramazlar. Aynı şekilde Müslüman bilim adamları da batıdan gelen ahlak ve din kaygısı olmayan pozitivist eğitim sistemlerini yeterli görmezler.

İmam Rabbânî hazretleri, Kur’ân ve Sünnet’in eğitim başta olmak üzere her konudaki yeterliliğini şu sözleriyle ne güzel ifade eder:

“Şurası sabittir ki Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem, isimlere ve sıfatlara ait tüm kemâlâtı şahsında toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde O'nda görünmektedir. Ona indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm, tüm peygamberlere indirilmiş kitapların hulâsasıdır. O kitaplarda bulunan hakikatlerin tamamı Kur’ân’da da mevcuttur. Bu büyük Peygambere verilmiş olan din, geçmiş dinlerin süzülmüş bir özeti gibidir. Bu dinin bildirdiği her hüküm, önceki şeriatlerden seçilip alınmıştır.” (Mektûbât, 79. Mektup)

HEM DÜNYADA HEM ÂHİRETTE BAŞARIYA GÖTÜREN EĞİTİM

Sûfî terbiyesi, İslam dininin ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en kâmil mürşid olduğuna imanla başlar. Bu imanın ardından, sâlik ancak kâmil ve mükemmil bir şeyhin rehberliğinde hakiki bir yol kat edebilir. İmam-ı Rabbânî, bu hususu 287. mektubunda şöyle dile getirir:

“Düşük himmetli ve kötü tabiatlı olmaları, ayrıca kâmil ve mükemmil bir şeyhin sohbetinden mahrum bulunmaları sebebiyle, yüksek gayeleri bayağı hedeflere indirgeyen nice sâlikler gördüm. Uzun ve ciddi bir yol olan maneviyat yolunu, kısa ve değersiz bir hale getirdiler. Öyle ki, yolda karşılaştıkları basit ve faydasız şeylerle yetinip bunları asıl maksat sandılar.”

Sûfî terbiyesinin diğer eğitim yollarından farkı şudur: Manevî terbiyede ilim, ancak amel edildikçe, sindire sindire öğretilir. Mürşid, sâlike taşıyamayacağı bilgileri yüklemez; sâlikin hâli geliştikçe ona gerekli olan marifetleri kademe kademe aktarır. Bu yönüyle medresede yetişmek ile tekkede yetişmek mahiyet bakımından farklılık arz eder.

İmam Rabbânî bu konuda şu değerlendirmeyi yapar:

“İlim, yolun başındakilere; marifet ise yolun sonundakilere mahsustur. Marifet, fenâ makamına ulaşılmadıkça elde edilemez. Ve bir kimse fenâ fi’llâh mertebesine varmadıkça bu devlete erişemez. Bu durumda marifet, ilmin ötesindedir. Bilinmelidir ki, bilinen ilim ve idrakin ötesinde ‘marifet’ denen bir makam vardır. Fenâ mertebesindeki farklılıklar sebebiyle, yolun sonuna ulaşanlar arasında marifet yönünden de farklılıklar görülür. Fenâsı kâmil olanın marifeti de kâmil, eksik olanın marifeti de eksik olur.” (Mektûbât, I, 38. Mektup)

Tasavvufî eğitimde esas olan, marifetle olgunlaşmak ve öğrenilenleri hayata geçirmektir. Günümüzde eğitim denilince daha çok okumak, yazmak ve bilmek anlaşılır; ancak sûfîler, amele ve ahlâka dayanmayan bu sistemi tasvip etmezler. Çünkü Yüce Kitabımız, amel etmeyen ilim erbabını kitap yüklü merkeplere benzeterek uyarır. Nitekim bugün iş hayatında, zihni yüzlerce kitapla dolu olduğu hâlde ahlâkî anlamda yozlaşmış, elde ettiği bilgileri insanları kandırmak için kullanan, çokça okumuş ama aslında câhil olan nice kişiye rastlamaktayız.

Batı'dan aldığımız eğitim sistemi ilahi bir temele dayanmadığı için maddeyi putlaştırmakta; bunun bir sonucu olarak da, eşref-i mahlûkat olan insan, “tüketici” kimliğiyle daha çok kazanmanın bir nesnesine indirgenmektedir. Günümüzde insanımızın içine düştüğü israf, açgözlülük, iş hayatındaki sahtekârlık ve dolandırıcılık, sosyal hayattaki ahlaki çöküş, evlilik kurumundaki dağılma, eğlence bağımlılığı ve internet tiryakiliğinde yaşanan büyük artış, hep içinde İslam’ın ve maneviyatın yer almadığı bir eğitim anlayışının ürünüdür.

Bu nedenle, sufilerin "ihsan şuuru ile iş görmek" ilkesini ve öğrendiklerimizle amel etme prensibini, modern pozitif bilimlere de uygulamak yegâne kurtuluş yolumuzdur. Ecdadımızın maneviyat ile maddi ilimleri meczederek oluşturduğu eğitim sistemi, Mimar Sinan, Ali Kuşçu, Piri Reis, Hezarfen Ahmet Çelebi gibi dünya çapında şöhret kazanmış birçok âlim ve bilim insanını yetiştirmiştir.

Maneviyatla maddiyatın buluşmadığı bir eğitim modeli, insanlara hakiki bir eğitim veremez. Tüm gayreti bu dünya olan bir ilim adamı, bu âlemde zenginliğe ulaşsa bile öte dünyada hüsrandan kurtulamaz. Oysa Allah rızası niyetiyle öğrenilen ilim, sahibini hem dünyada hem de âhirette saadete ulaştırır.

Allah korkusu ve rızasını gözetmeyen bir eğitim sisteminden mezun olan bir ziraatçı, ürettiği sebze ve meyvelere zarar verici hormonları gözünü kırpmadan katar. Bir avukat, aldığı ücret karşılığında en cani kişiyi masum, en masum kişiyi ise suçlu göstermekte tereddüt etmez, bunu bir “başarı” sayar. Bir mimar, yaptığı binanın dışı gösterişli ama içi çürük olduğunda vicdan azabı duymaz. O mimar, Allah’ın el-Bedî‘ ve el-Musavvir isimlerine mazhar olduğunu idrak etseydi, yapıları sağlamlık ve estetikle inşa ederdi.

Bir doktor, hastasını Allah’ın yarattığı mükemmel bir varlık olarak değil, sadece et ve kemik yığını olarak görür. Şâfî olan Allah’ın isminin kendisinde tecelli ettiğinin farkında bile değildir. Hâlbuki üniversitede tıbbi bilgilerle birlikte dinî ve ahlâkî değerler de öğretilmiş olsaydı, bu doktorlar hem daha başarılı olur hem de mesleklerini daha vicdanlı icra ederdi. Bir avukat ya da hâkim, Allah’ın el-Adl ve es-Selâm isimlerini temsil ettiğini bilseydi, pek çok dava sulhla çözülür, insanlar zulme uğramazdı.

Sonuç olarak, davranışa dönüşmeyen ve kişiye manevi sorumluluk bilinci kazandırmayan her eğitim anlayışı, hem dünyada hem de ahirette başarısızlığa götürecektir. Bu nedenle her mümin, gücü nispetinde eğitimi güzel ahlâkla yoğurmalı; ilim talebeleri öncelikle manevî bir terbiyeden geçerek ihsan şuuruna ulaşmalı, ardından öğrendikleri ilimleri Allah rızasını önceleyerek başkalarına öğretmelidir. Ancak bu şekilde hakiki başarı ve felaha ulaşmak mümkündür.

Kaynak: Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 473

İslam ve İhsan

TASAVVUFÎ TERBİYEDE TEMEL ESASLAR

Tasavvufî Terbiyede Temel Esaslar

TASAVVUFÎ TERBİYEDE DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

Tasavvufî Terbiyede Dikkat Edilecek Hususlar

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.