Arz-ı Mevud (Vadedilmiş Topraklar) Neresidir?

Mısır’dan çıkarılan İsrailoğulları’nın çölde kırk (40) yıl süreyle vatansız ve topraksız dolaşmaya mahkûm edilmelerinin sebebi nedir? Arz-ı Mevûd nedir? Arz-ı Mevûd (İsrailoğulları’na vadedilen topraklar) neresidir, nereleri kapsar? Kitab-ı Mukaddes’teki “Arz-ı Mevûd” Kur’an ve Sünnet’le örtüşüyor mu? Yahudi inancındaki “Arz-ı Mevûd”a tarih, Kur’an ve Sünnet açısından bakış...

İsrailoğulları’nın ilk atası, Hz. İbrahim’in (a.s.) torunu Hz. Yakub (a.s.), önceleri oğullarıyla birlikte, Filistin’de Beytülmakdis’te yaşamıştı. Oğlu Yusuf (a.s.), Mısır’da üst düzey bir devlet görevlisi ve bir peygamber olarak yerini alınca, babasını ve kardeşlerini de Mısır’a çağırmış ve oraya yerleşmişlerdi.

İSRAİLOĞULLARI’NIN 40 YIL ÇÖLDE DOLAŞMASI

Uzun süre Mısır’da yaşayan İsrailoğulları, Firavun’un zulmüne maruz kalıp, özgürlüklerini kaybedince, dönemin peygamberi Hz. Musa’nın (a.s.) önderliğinde, Mısır’dan çıkıp ata yurduna gitmeye karar verdiler. Ancak Sina çölüne geldiklerinde, Filistin’de Amâlika ve Ken’anlılar gibi iki güçlü topluluk bulunduğunu gördüler. Hz. Musa (a.s.), bu toplulukların durumunu ve gücünü araştırıp, kendisine bildirmeleri için, on iki kabileden birer temsilci (nakîb) seçip görevlendirdi. Bölgenin sosyal, ekonomik ve askerî durumunu gizlice araştıran bu heyetten,  Kalib ve Yuşa İbn Nûn dışında on tanesi, bu güçlü topluluklarla savaşılamayacağını ve Mısır’a geri dönmenin daha uygun olacağını söyledi. Hz. Musa (a.s.), Allah’ın, kendilerine yardım sözü bulunduğunu ve bu savaşı kazanacaklarını söylediyse de, isyan ettiler ve çölde kırk yıl süreyle vatansız ve topraksız dolaşmaya mahkûm oldular.

Mısır bölgesinden, Filistin’e gidişle ilgili olarak Hz. Musa’nın (a.s.) ilk çağrısı Kur’an’da şöyle bildirilir:

“Hani Musa kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; O, içinizden elçiler çıkarmış, sizi hükümdarlar yapmış ve dünyalardan hiç kimseye vermediğini size vermişti!”

“Ey kavmim! O halde, Allah’ın size yazmış olduğu kutsal beldeye girin; ama sakın geri dönmeyin, aksi halde, kaybedenlerden olursunuz!”

Onlar dediler ki: “Ey Musa! Orada zorbalar topluluğu var. Bu yüzden, onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya asla girmeyiz; ama onlar, oradan çıkacak olurlarsa, oraya gireriz.”[1]

“Allah dedi ki: ‘O halde, o belde onlara kırk yıl süreyle yasaklanmıştır. Bu süre içinde onlar, yeryüzünde başıboş dolaşıp duracaklardır. Artık sen de, yoldan çıkmış bu toplum için üzülme!”[2]

Bu kırk yılın ardından Hz. Musa (a.s.) Filistin’e giremeden, Ürdün’ün fethinden sonra vefat etmişti. Ardından gelen Yuşa İbn Nûn zamanında İsrail oğulları Filistin’e girebildiler.[3]

ARZ-I MEV’ÛD NERESİDİR?

Yukarıdaki âyetlere göre, İsrailoğulları’nın girmeleri istenen “kutsal belde”, Tevrat’a göre “Arz-ı Mev’ûd (Mısır’dan çıkarken İsrailoğulları’na Allah tarafından va’dedilen topraklar)” olarak tanımlanan, Filistin topraklarıdır. Bu toprakların sınırları, ne Kur’an’da ne de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde tam olarak belirtilmemiştir. Hz. İbrahim’in (a.s.) ve ondan sonra gelen birçok peygamberin bu yörede yaşaması ve defnedilmesi, Dâvud aleyhisselam tarafından başlanıp, Hz. Süleyman (a.s.) döneminde tamamlanan Mescid-i Aksa’nın burada yapılması yüzünden bu bölge vahyin de iniş yeri olmuştur. Buraya “kutsal topraklar” denilmesinin sebebi de budur.

Kur’an’da, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mirac gecesi, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan, çevresi bereketli kılınan Mescid-i Aksa’ya gece yolculuğu yaptığından söz edilir.[4] Hadiste,  burada kılınacak bir namazın, başka yerde kılınacak namaza göre, beş yüz kat daha ecirli olduğu bildirilmiştir.[5] Yine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dâvud (a.s), Beytü’l-Makdis’in yapımını tamamlayınca, Cenab-ı Hak’tan üç şey istemişti: Kendisine mülk ve saltanat verilmesi, adaletle hükmetme gücü ve Beytü’l- Makdis’e sırf ibadet için gelenlerin, annelerinden doğdukları gündeki gibi, geçmiş hatalarının bağışlanması. Allah ona ilk ikisini vermiştir. Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım.”[6]

Yine Kur’an’da, Tevrat’ta verilen sözün Zebur’da da tekrarlanarak, “arz” a iyi kulların vâris olacağı açıklanmış,[7] Mısır’da zayıf düşürülen İsrail oğullarının “o yerde” hâkim kılınmak istendiği belirtilmiştir.[8]

Hz. Ebubekir döneminde, Bizans İmparatoru Herakliyus Filistin’i savunmak için büyük bir ordu sevketmiş, Hz. Ebubekir de Amr bin Âs ve Halid bin Velid komutasında bir ordu göndermişti. Yermük savaşının kazanılmasıyla (15/636), Hz. Ömer döneminde İslâm ordusu Kudüs’e ulaşıp şehri kuşatmış, halkın eman (güvence) istemesi üzerine, Hz. Ömer Câbiye denen yere gelerek, patrik başkanlığındaki Kudüs heyetini kabul etmiş, onlara cizye ve haraç vergisi ödemeleri şartıyla ahidnâme vermiştir. Buna göre Kudüs barış yoluyla fethedilmiş olup, İslâm’a girmeyi kabul etmeyen yerli halk kendi dinini serbestçe yaşayabilecekti.[9]  

Kur’an’da “arz-ı mukaddes” ve “bereketli arz” gibi ifadelerle anılan, Kudüs ve çevresinin sınırları hakkında bilgi bulunmaz. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) doğrudan bu sınırları belirleyen bir hadis de nakledilmemiştir. Musevî asıllı olup Hz. Ebubekir döneminde Müslüman olan Ka’bü’l-Ahbâr’ın sözü olarak İbn Asâkir’in tahrîc ettiği bir rivâyet şöyledir: “Şam bereketli kılınmış, Filistin kutsal kılınmış ve Beytü’l-Makdis bin kez kutsal kılınmıştır.”[10] “Allah, Fırat’tan Arîş’e kadar Şam’ı bereketli kılmış, Fahs topraklarından Rafah’a kadar olan Kudüs’ü özellikli kılmıştır.”[11]  

Tefsirlerde kimi âlimler bu yerin Şam ve Mısır, kimileri Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs ve Lübnan dağı çevresi olduğunu söylerken, kimileri de kesin bir yer belirtmek yerine, Fırat ile Mısır arasında bir yer olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Taberî de, Arz-ı Mukaddes’in sınırlarını belirleyen kesin bir delil bulunmadığını belirtmekle yetinmiştir.[12]      

İbn Âşûr, Beyt-i Makdis çevresindeki kutsal topraklar konusunda şöyle der: “Burası Akdeniz ile Ürdün Nehri ve Ölüdeniz (el-Bahru’l-meyyit) arasında kalan yer olıp, kuzeyde Hama’ya, güneyde ise Gazze ve Hebron’a kadar uzanır.”[13]

KİTAB-I MUKADDES’TEKİ “ARZ-I MEV’ÛD” KUR’AN VE SÜNNETLE ÖRTÜŞÜYOR MU? 

Tevrat’ta belirtildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.) ve onun soyundan gelenlere verileceği, Tanrı tarafından vaad edilmiş olan topraklar, Filistin toprakları olup,[14] “içinde süt ve bal akan ülke, bütün ülkelerin süsü olan vatan” olarak tanımlanır.[15] Sınırları Akdeniz’den Fırat’a, Sina yarımadasının güneyinden, Lübnan’ın kuzeyine kadar uzanır. Bu topraklara sonsuza kadar mirasçı olmanın birçok şartları vardır.[16] Başta,

  1. Allah’a verilen sözün yerine getirilmesi,
  2. ilâhî emirlere uymak,
  3. peygamberlerin yolunu izlemek,
  4. hak ve adaleti gerçekleştirmek,
  5. garibi, öksüzü, dulu gözetmek,
  6. haksız yere kan dökmemek bu şartlar arasındadır.

Tarihi süreçte, İsrail oğulları bütün bu sayılanlara uymadıkları için Allah’ın lânetine ve hışmına uğramışlar, M.S. 70 ve 135 yıllarında Romalılar tarafından Filistin topraklarından sürüldükten sonra, dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmışlar ve hep bu topraklara dönme hayali ile yaşamışlardır. Zaman zaman mesih iddiasıyla ortaya çıkan kişiler de, bu duyguyu canlı tutmuşlardır. Siyon dağı ile sembolleşen Siyonizm hareketinin hedefi de Yahudileri yeniden bu vaad edilen topraklara kavuşturmaktır. Günümüz, İsrail Devleti’nin siyasî yayılmacılığının arka planında da “Arz-ı Mev’ûd” la ilgili dini motif bulunmaktadır.[17]

Sonuç olarak; bu konuda ilk toprak va’di, Hz. İbrahim’e (a.s.) yapıldığına göre, bu va’d bir hak doğuracaksa, İshak (a.s.) soyundan gelen Yahudiler kadar, İsmail (a.s.) soyundan gelen bir peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s) ve inananlarının da o topraklarda hakkı olması gerektiği akla gelir. Kaldı ki bu hakka sahip olabilmek için kutsal kitaplarda belirtilen şartların başında Allah’a itaat gelir.[18] Diğer yandan İsrailoğulları Allah’a boyun eğmemiş, yapılan ahidleri sürekli olarak bozmuş, hatta Allah’ın elçilerini öldürmüş ve yeryüzünde fesat çıkarmışlardır.[19] Ayrıca Kur’an’da, “arz”a belli ırkların değil, Allah’ın salih kullarının vâris kılınacağı ve bu ilâhî kanunun bütün mukaddes kitapların hükmü olduğu bildirilmiştir.[20]     

Allah, aşağıdaki âyetlerde İslâm ümmetinin en hayırlı bir topluluk olduğunu bildirmiştir. “Biz sizi orta yolu izleyen bir ümmet yaptık.”,[21] “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.”[22]

İbn Haldun’un dediği gibi, toplumlar biyolojik bedenler gibi, doğar, büyür ve ölürler, ama onların yerine o topraklara ve nimetlere hakkı olan ve lâyık bulunan yeni topluluklar doğar ve sahip olur. Cenab-ı Hak’tan İslâm âlemine ortak bir akılla düşünmeyi, zulme sapmadan hak ve adaletle davranma yollarını göstermesini temenni ederiz.

Dipnotlar:

[1] Mâide, 5/20-22. [2] Mâide, 5/26. [3]  bk. Mâide, 5/21-26; A. Küçük, DİA, “Arz-ı Mev’ûd”, mad.; Tevrat, Sayılar, 13/2-16, 14/37. [4]  İsrâ, 17/1. [5] Askalânî, Bulûgu’l-Merâm, II, 574. [6] Nesâî, Mesâcid, 6; Miras, Tecrîd Terc., IV, 167. [7] Enbiyâ, 21/105. [8]  Bk. Kasas, 28/5-6. [9] M. Lutfullah Karaman, Filistin” mad. Diyanet Ansiklopedisi. [10]  Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, III, 144. [11]  Ebu’l-Kâsım Alî eş-Şâfiî, Târîhu Medînet-i Dımaşk, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, I, 144. [12] Taberî Tefsir, VI, 110; Elmalılı, age, III, 212, 213; A. Küçük, “ DİA, “Arz-ı Mev’ûd” mad..  [13]İbn Âşur, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus 1984, VI, 162. [14]  Tevrat, Tekvin, 17/8. [15]  Tevrat, Çıkış, 3/8. [16]  bk. Hezekiel, 2/6-26; Tesniye, 32/29. [17]  bk. Tevrat, Sayılar, bab: 13, 14; Abdurrahman Küçük, “Arz-ı Mev’ûd” mad., DİA, III, 442-444; Komisyon, Kur’an Yolu, II, 197, 198; S. Ateş, Çağdaş Tefsir, II, 503, 504. [18]  Mâide, 5/12. [19]  Bakara, 2/61, 100; Nisâ, 4/155, 156; Mâide, 5/13. [20] Enbiyâ, 21/105; A. Küçük, DİA, “Arz-ı Mev’ûd” mad.; krş. Mezmurlar, 37/29, 69/32-36. [21]  Bakara, 2/143. [22]  Âl-i İmran, 3/110.

Kaynak: Hamdi Döndüren, Altınoluk Dergisi, Sayı: 452

İslam ve İhsan

YAHUDİLİĞİN KISA TARİHİ

Yahudiliğin Kısa Tarihi

YAHUDİLİK VE SİYONİZM TARİHİ

Yahudilik ve Siyonizm Tarihi

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.