Allah’ın Kıyâmet Günü Sıkıntılarını Giderdiği Kişi

Doğu Türkistan’daki müslümanların içler acısı hâlimiz, mâlûm. Müslüman bir genç, mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmek hususunda nasıl bir gönül kıvâmında olmalı? Bu hususta neler yapmalıyız?

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; müslüman kardeşlerine karşı hassas olan, onların dertlerine ortak olan mü’minlere şu sözleriyle müjde veriyor:

“Kim bir müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderirse, Allah da onun kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve âhirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünya ve âhirette onun ayıplarını örter. Kul; kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 60)

Maalesef günümüzde birçok İslâm beldesinde olduğu gibi, Doğu Türkistanʼda da hüzün ve mâtem var. Henüz yeni doğmuş veya birkaç yaşında olan çocuklar, İslâm şahsiyet ve karakterinden uzak yetişmesi için anne-babalardan insafsızca koparılıyor. İnsanlar îmanlarının gerektirdiği şekilde yaşama hürriyetinden mahrum, aç ve bî-ilâç hâlde kamplarda kalmaya zorlanıyor. Sayısız müslüman, çektikleri büyük zulümler altında son nefeslerini veriyor. Bu, onlar için de, bizim için de derin bir imtihan. Onlar için, sabır ve tahammül imtihanı; bizim için ise mü’min kardeşimizin derdiyle ne kadar dertlenebildiğimiz ve onlara ne kadar vefâ gösterebildiğimizin imtihanı…

MÜʼMİNLER BİR VÜCUT GİBİDİR

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Müʼminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvları da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa dûçâr olur.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Demek ki mü’min, öyle yüksek bir kalbî kıvam kazanacak ki;

‒Dünyanın herhangi bir köşesinde müslüman bir kimse ağladığında, onun da gözünden yaş gelecek.

‒Bir mü’min, üstesinden gelemediği bir derdi dolayısıyla mahzun olduğunda, o da hüzünlenecek, din kardeşinin kederiyle dertlenecek.

‒Bir kardeşinin acısı varsa, onun da yüreği sızlayacak.

Velhâsıl din kardeşinin maddî ve mânevî her türlü derdi, onun da derdi olacak.

Çünkü mü’min mü’mine zimmetli. Dolayısıyla hiçbir mü’min, diğer bir kardeşi hakkında; “Ondan bana ne!” diyemez.

Hazret-i Mevlânâ, Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin bu hususta kendisine öğrettiği gönül dersini ne güzel ifade buyuruyor:

“Şems bana dedi ki;

«Ey Celâleddin, dünyada üşüyen biri varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin!»

Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum!..”

Âlemlere Rahmet Efendimiz, ümmetine şu îkazda bulunuyor:

“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Yani din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürüm. Seriyy-i Sakatî Hazretleri vardır. Büyük hadis âlimi. Şam’da hadis dersindeyken bir talebesi koşarak gelir ve:

“–Üstâdım! Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!” der.

Hazret de, bir anlık gafletle:

“–Elhamdülillâh!” deyiverir.

Otuz sene sonra bir dostuna:

“O gaflet ânım için dâimâ istiğfâr ediyorum. Zira o gün sadece kendimi düşündüm de, diğer dükkânı yanan kardeşlerimi düşünemedim.” demiştir. (Bkz. Hatîb el-Bağdâdî, Târih, IX, 188; Zehebî, Siyer, XII, 185, 186)

Bir an­lık da ol­sa, sırf ken­dini dü­şünüp fe­lâ­ke­te uğ­ra­yan din kardeşlerinin ıztı­râ­bın­dan uzak kaldığı için otuz se­ne o gafletin tev­be­si için­de olabilmek… Ne muazzam bir kardeşlik ufku!..

Efendimiz’in derdi, ümmetinin derdiydi. Hep “ümmetî, ümmetî” diyordu. Bizim de ümmetin derdiyle dertlenmemiz, Efendimiz’in ümmetine sahip çıkmamız lâzım. Çünkü sadece kendi rahatını düşünüp diğer insanların ıztıraplarına bîgâne/duyarsız kalmak, yani nemelâzımcı bir tavır, diğergâm ve merhametli bir müslümanın vicdan ufku olamaz.

ÜÇ TÜRLÜ İNSAN ALLAH'TAN (C.C) UZAKTIR

Denilmiştir ki;

“Üç türlü insan Allah’tan uzaktır:

–Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçan gafiller…

–Hassas olduklarını öne sürüp; «İçim kaldırmıyor!» diyerek, ıztırap ve sefâletlerin civarına yaklaşmayanlar, yani kendini kandıranlar…

–Zâlimler topluluğu ile beraber olanlar…”

Bu sebeple mü’min; muhtaç ve muzdaripleri gördüğünde;

“Ben onların yerinde olabilirdim, onlar da benim yerimde olabilirdi.” diyerek nefis muhâsebesinde bulunmalı.

Zira hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:

“Sizden biri, kendisi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7)

Bugün bâzı nâdanlar, vatanımızda misafir ettiğimiz Suriyeli kardeşlerimize karşı duygusuzca: “Ne işleri var burada! Çekip kendi ülkelerine gitsinler!” diyebiliyorlar. Acaba hiç düşünmüyorlar mı ki, rahat ve huzur içinde yaşayabilecekleri bir vatanı, kim bırakır da başka bir yere hicret eder? Kim evini-barkını, bağını-bahçesini ve sevdiklerini bırakır da hiç bilmediği yerlere gitmeye çalışır?

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere örnek bir nesil olarak takdim buyurduğu Ensâr, Mekke’den hicret ederek Medîne’ye gelen Muhâcir kardeşlerine; “Niçin buraya geldiniz!” demedi. Onlara şefkat ve merhametle kucak açtı. Elinde ne imkânı varsa hepsini cömertçe paylaştı.

Tarihimizde Anadolumuza, 1877-78 Rus Harbi sonrası doğudan, 1912-13 Balkan Savaşları sonrasında da batıdan muhâcir kardeşlerimiz gelmişti. Gerek Kafkaslardan, gerek Balkanlardan gelen bu din kardeşlerimize, necip milletimiz kucak açtı, yer verdi, ikram etti, tıpkı Ensar-Muhâcir arasındaki İslâm kardeşliğini sergiledi. Hattâ İspanya’da zulüm gören yahudileri Kemal Reis gemilerle İstanbul’a getirdi. İstanbul halkı da; “Bunlar zâlimlerin elinden kurtarılan mazlumlardır.” diyerek onlara sahip çıktı.

BUGÜN ÜZERİMİZE DÜŞEN VAZİFELER

Bugün bizlere düşen de, vatanımıza sığınmış olan mültecîlere Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat düstûruyla yaklaşmak olmalıdır.

Zira kendi başımıza gelmesini istemediğimiz hiçbir sıkıntıyı, din kardeşlerimize de revâ göremeyiz. İslâm, böylesine hassas bir vicdan ve diğergâm bir yürek ister. Garibe, mazluma, muhtaca, kimsesize; kendimizi onların yerine koyarak bakabilmemizi emir buyurur.

Karşımızdaki bir binada yangın çıksa, oradan imdat çığlıkları gelse, biz o binanın önünde:

“–Hele bir çayımı-kahvemi içeyim, daha sonra gelirim.” diyebilir miyiz? Bize dünyanın her tarafından böyle canhıraş feryatlar geliyor:

“–Mâtem ülkesine döndük, garip ve kimsesiz kaldık, biz yanıyoruz, yok oluyoruz!” diyorlar.

Ülkemize sığınan muhacir kardeşlerimiz de, kendi memleketlerinden tardedildiler. Akdeniz, bir mülteci kabristanı hâline geldi.

Maddî-mânevî bu yangınlar karşısında hangi vicdan sahibi müʼmin sessiz kalabilir?..

Rabbimiz, âyet-i kerîmede; “…Mü’minlere kol kanat ger.” (el-Hicr, 88) buyurarak, Allah Rasûlü’nün şahsında bütün müslümanlara, mâtemlerin civârında bulunmalarını ve din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmelerini emrediyor.

Meselâ Halîfe Ömer bin Abdülaziz, tellâllar tutarak ahâliye:

“Nerede borçlular! Muhtaçlar, yetimler, evlenmek isteyen fakirler, mazlumlar nerede! Ey hak ve ihtiyaç sahipleri! Geliniz ve haklarınızı alınız!..” diye nidâ ettirerek müslümanların dertleriyle meşgul olurmuş.

Ecdâdımız Osmanlı’da da, imkânı olanlar, kendilerini bütün halktan, hattâ dünyanın gidişatından mes’ûl gördüler. Bu mes’ûliyet şuuru içerisinde, yirmi altı bin küsur vakıf kuruldu. Öyle ki bu vakıflar, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat düsturuyla, garibin, yetimin, fakir-fukaranın derdiyle dertlendiler. Onların yüzlerindeki tebessümle huzur buldular. Duâlarıyla mesrur oldular. İnsandan hayvanâta ve hattâ nebâtâta kadar, ulaşabildikleri her yere hizmet götürdüler. Bütün mahlûkâtı ilâhî bir emânet olarak telâkkî ettiler.

Velhâsıl, ancak tekâmül etmiş bir kalbin, merhamet sahibi olabileceğinin bâriz bir misâli oldular.

İmam Hatip mektebinde Farsça hocamız olan Yaman Dede’ye bir arkadaşımız derste şöyle sormuştu:

“–Hocam, ağır bir günahın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?”

Hocamız şu cevâbı verdi:

“–Allâh’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzaklaşmak ve onlara duyarsız kalmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!”

İşte İslâm’ın insana tâlim ve telkin ettiği diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!..

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; müslüman kardeşlerine karşı hassas olan, onların dertlerine ortak olan mü’minlere şu sözleriyle müjde veriyor:

“Kim bir müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderirse, Allah da onun kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve âhirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünya ve âhirette onun ayıplarını örter. Kul; kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 60)

Velhâsıl, günümüzde ekranlarda, gazetelerde, sosyal medyada Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin mâtemlerini seyrettikçe hüzünleniyor, belki gözyaşı döküyor, belki “Allah yardımcıları olsun!” gibi duâlar da ediyoruz. Fakat merhametin asıl tezâhürü olan; “Ben mü’min kardeşimin ıztırâbını telâfi için ne yapabilirim?” çırpınışını ne kadar gösterebiliyoruz?!.

Müʼmin, kendisini devrin akışından mesʼûl gören, ümmetin dertleriyle dertlenen insandır. Bu sebeple müʼmin, ümmetin derdine dermân olabilmek için, gücü yettiği takdirde eliyle yardım eder. Yani malıyla, canıyla, bizzat yardıma koşar. Eliyle yardım edemiyorsa diliyle yardımcı olmaya çalışır. Yani gücü olanları hayra teşvik eder. Bunu da yapamazsa, en azından kalbî duâlarla dertlilerin yanında olmaya gayret eder.

Unutmayalım ki, İslâm kardeşliğinin hakkını verebilmek, bilhassa zor zamanlarda yapılacak fedakârlıklara bağlıdır. Ümmet-i Muhammedʼin mazlum, mağdur ve muzdaripleri için yapacağımız duâlar, infaklar ve fedakârlıklar, -inşâallah- Rabbimiz’e hamd ve şükrümüzün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe de vefâ, muhabbet ve sadâkatimizin en güzel ifadeleri olacaktır.

Ne mutlu, müslüman kardeşinin derdiyle dertlenerek ilâhî rızâya nâil olan bahtiyar kullara…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Ocak Sayı: 196

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.