Alemlerin Rabbi ile Yapılan Görüşme

Peygamber (s.a.s.) Efendimizin gözümün nuru dediği ibadet; namazın fazileti ve önemi nedir? Allah dostlarının hayatındaki en zirve nokta olan namaz nasıl kılınmalı?

Namaz, Allah Teâlâ’nın kulu ile yaptığı özel bir görüşmedir. Oruç ve zekât yılda bir kez, hac imkân nisbetinde ömürde bir kez olmasına rağmen namazın, yedi yaşından itibaren tavsiye edilen, âkıl-bâliğ olduktan sonra ise, her gün ve günde beş kez emredilen bir olması câlib-i dikkattir. Özellikle iki vakti, günün başlangıç ve bitimine sâbitlenmiş; diğer üç vakti ise, kısa aralıklarla güne yerleştirilmiştir. Âlemlerin Rabbi, bütün mevcûdâtı idare ve sevk etmesinin yanında, kulu ile özel olarak her gün görüşmeyi talep etmiş ve hâssaten ezânlarla ona dâvet göndermiştir.

Dâvet; yerlerin ve göklerin mâliki, dâimâ diri ve bâkî; celâl ve ikram sahibi Hak Teâlâ’dan gelmektedir. Dâvetçi yüce, dâvet mukaddes olunca, görüşme, heyecan vericidir. Zira dünyada yaşanan küçük dâvetlerle ölçülemeyecek kadar uludur. İşte bu yüceliğe, herkes kendince hazırlanmakta ve ehemmiyet göstermektedir.

PEYGAMBERİMİZİN GÖZÜMÜN NURU DEDİĞİ İBADET

Bazıları bu görüşmenin huzuruna doyamamış, canını teslim edercesine uzun uzun kılmışlar, bazıları uzun kıyamlarda yorgunluktan mescide ip bağlayarak destek bulmuşlar, bazıları ise, muhabbetin derinliğinden almış olduğu ok acısını dahî hissedememişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz, namazı “gözünün nûru” olarak tarif etmiş[1]; vefâtı ânında ise; “Sakın namazı ihmal etmeyin!” buyurmuştur.[2]

Mûte Seferi’ne gitmek için hazırlanan Abdullah bin Revâha, Peygamber Efendimiz’le vedâlaştığı anda, ezberleyeceği ve aklından çıkarmayacağı bir tavsiye istediği zaman, O’nun nasihati:

“Gittiğin her yerde namazlarını ve secdelerini artır.” olmuştur.[3]

 Hasan Basrî (rahmetullâhi aleyh);

“Namaz en hayırlı iştir; isteyen çoğaltır, isteyen azaltır!” derken; Ubeydullah Ahrâr, insanı Allah’tan ve namazdan alıkoyan her şeyi “kumar” olarak vasıflandırmıştır.

Sâbit Ukbe bin Abdülğâfir ise;

“Yatsı namazını cemaatle kılmak bir hac gibi, sabah namazını cemaatle kılmak da bir umre gibidir.” demiştir.[4]

Ahmed ibni Seleme, Hennad bin es-Serî’yi şöyle anlatır:

“Bir gün mescitte yanında idim. Kur’ân okumayı bitirince evine gitti, abdest alıp tekrar mescide döndü. Tâ zevâl vaktine kadar kıyamda durarak namaz kıldı. Ben bu arada hep mescitte idim. Öğle vakti gelince, evine geri döndü. Abdest tazeleyip tekrar mescide geldi. Öğle namazını cemaatle kıldık. Sonra ikindiye kadar aynı şekilde namaz kılarak geçirdi. Bazen Kur’ân okurken sesini yükseltiyor ve ağlıyordu.

İkindi vakti bize imam oldu. Namazdan sonra mescidin avlusuna geldi ve hava kararıncaya kadar yüzünden Kur’ân okudu. Sonra beraber akşam namazı kıldık. Gün batımında komşularından birine:

«-İbadete ne kadar düşkün ve ne kadar sabırlı bir insan!» dedim. Bana:

«-Sen onun gündüzüne muttalî oldun. O tam yetmiş senedir günlerini böyle geçirir. Hele bir de onun gecelerini görsen, o zaman ne düşünürdün bilemem.» dedi.”[5]

ALLAH DOSTLARININ HAYATINDAKİ EN ZİRVE NOKTA

Namaz, Allah dostlarının hayatındaki en zirve noktaydı. Bütün idealleri onu en güzel şekilde ikame edebilmekti.

Zeynelâbidîn Hazretleri, abdest için kalktığında sararıp solar, namaz başlayacağı zaman ayakları titrerdi. Sebebini soranlara:

“-Kimin huzûruna çıkacağımdan haberiniz yok mu?” diye cevap verirdi.[6]

Bir defasında namaz kılmaktayken evinde yangın çıkmıştı. Fakat onun bundan haberi bile olmadı. Selâm verince hadiseyi kendisine haber verdiler ve:

“-Evin yandığı hâlde sana bunu fark ettirmeyen şey nedir?” diye sordular. Zeynelâbidîn Hazretleri:

 “-İnsanları bekleyen âhiret yangını, bana dünyadaki bu küçük yangını hissettirmedi.” dedi.

Ebû Nuaym Ameş, Abdullah bin Mesut’un (rahmetullâhi aleyh) namaz kılarken Allâh’a duymuş olduğunu tevâzudan “atılmış bir kumaş yığını gibi” olduğunu söylemiştir.[7]

NAMAZI NASIL KILARSINIZ?

Hâtem-i Esamm’e (rahmetullâhi aleyh):

“-Namazı nasıl kılarsınız?” diye sormuşlar, şöyle cevap vermiş:

“-Namaz vakti yaklaşınca güzelce abdest alır, namaz kılacağım yere gider, orada oturur aklımı başıma alır, sonra namaz için ayağa kalkarım. Kâbe’yi iki kaşım arasına, Sırât’ı ayaklarımın altına, Cennet’i sağıma, Cehennem’i soluma alır; Azrâil’i tepemde kabul eder, korku ve ümit ile Âlemlerin Rabbi’nin huzûruna dururum. Düşünerek tekbir alır, ağır ağır ve mânâsını düşünerek Kur’ân okurum. Tevâzû ile rükû eder, huşû ile secdeye kapanırım. Sağ ayağımı diker, sol ayağımı yatırır ve üzerine otururum. Namazımı ihlâs ve samîmiyetle kılmaya çalışırım.”[8]

Misver bin Mahreme anlatıyor:

Ömer bin Hattâb (radıyallâhu anh) hançerlendikten sonra yanına geldim, durumunu sordum.

“-Gördüğün gibi baygın!” diye cevap verdiler.

“-Namazı hatırlatarak onu uyandırın. Başka bir şeyi hatırlatarak onu uyandıramazsınız!” dedim. Bunun üzerine:

“-Ey Mü’minlerin Emîri! Namaz vakti geldi!” dediler.

“-Namazı olmayanın dîni yoktur; kalkayım!” dedi ve yarasından kan aka aka namazını kıldı.[9]

Allah dostları, namazın bir vaktini ikame ettikten sonra diğer vaktini heyecanla bekler, bunun için hazırlık yaparlardı.

“Cüneyd-i Bağdâdî, otuz sene boyunca namazı cemaatle; hattâ ilk tekbiri kaçırmadan kıldı. Kalbine azıcık olsun dünya düşüncesinin dolduğunu ve namazın hakikatini duymadığını hissetse, o namazı iâde ederdi. Her gün dört yüz rekât nafile namaz kılmayı âdet edinmişti. Otuz yıl boyunca hiç uyumadan ibadetle meşgul olmuştu.”[10]

İbn-i İshak şöyle rivâyet eder:

Abdurrahman bin Esved, Medîne’ye yanımıza geldi. Ayağı sakat birisiydi. Sabaha kadar tek ayağı üzerinde durarak namaz kıldı. Yatsı abdestiyle bize sabah namazını kıldırdı.[11]

Osman bin Hakim, Said bin Müseyyeb’in:

“-Otuz senedir müezzin ezan okurken ben hep mesciddeydim!” dediğini nakleder.[12]

HAK DOSLARI NEDEN NAMAZLARI VE DUALARINI UZUN TUTARLARDI?

Namaz, kulun Âlemlerin Rabbi ile yapmış olduğu hasbihal ve duâdır. Allah dostları bu hasbihâl ve duayı uzun uzun yaparlardı.

Basralı Muaze Adeviyye her gün altı yüz rekât namaz kılardı. Geceleri sabaha kadar namaz kılar, uyku bastırıp üzerine bir ağırlık çökünce açılmak için bir miktar gezinir ve kendi kendine şöyle seslenirdi:

“-Ey nefis! İşte uyku, önünde hazır bekliyor; eğer onu tercih edip uyursan bil ki, kabirde zaten uykuya dalacaksın. Ancak bu uyku, ya bir hasret ve nedamet uykusu ya da rahmete mazhar olmanın getirdiği sürûr uykusu olacaktır.”[13]

Ebû Muhammed el-Cerîrî, bir gün Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’ni ziyarete gitmişti. Vardığında namaza durmuş olduğunu görünce beklemeye başladı. Cüneyd-i Bağdâdî uzun bir süre sonra selam verince, Ebû Muhammed kendisine:

“-Artık yaşlandın. Bedenin eskisi kadar güçlü değil. Namaz kılarken kendini bu kadar zorlamasan…” dedi. Cüneyd-i Bağdadî:

“-Biz bu yolla Allâh’ı bulduk. Bu yolda gevşek davranmak bize yakışmaz. Nefse ne yüklersen onu taşır. Namaz, Allah ile kul arasındaki irtibatı sağlar. Secde Allâh’a yaklaştırır. Her kim Allâh’a yaklaştıran yolu terk ederse, her an O’ndan uzaklaştıran yola girebilir.” dedi.[14]

Kâ‘b el-Ahbar -rahmetullâhi aleyh-:

“-Eğer herhangi biriniz iki rekâtlık namazın sevabını müşahhas olarak görebilse, onun sıra dağlardan daha ulu olduğunu anlardı. Farz namazın sevabı ise, hakkında söylenebilecek her sözden daha büyüktür.” derdi.[15]

Abdullah bin İdris’in naklettiğine göre, Mâlik bin Miğvele, bir namaz esnasında tekbir getireceği zaman:

“-Daha kılacak kaç rekâtın var?” diye soruldu. O da:

“-Yarısı kaldı, iki yüz elli rekât.” diye cevap verdi.[16]

Nadr bin İsmail’in naklettiğine göre, Abdurrahman bin Esved günde yedi yüz rekat namaz kılardı, buna rağmen âilesinde en az amel eden biri olarak bilinirdi. Kendisi bir deri bir kemik kalmıştı. Esved âilesi, “cennet ehli” diye adlandırılırdı.[17]

Namazı ve cemaati kaçırmak şöyle dursun, ondan bir an geri kalıp geç kalmak dahî kendilerini cezalandırmak için yeterli sebepti. Meymûn bin Mihran anlatıyor:

Ömer bin Abdülaziz bir gün saçlarını yağlayıp taramakla meşgul olurken cemaati kaçırdı ve öğle namazını tek başına kılmak zorunda kaldı. Bu, onun babasına şikâyet edilmesi için yeterli bir suç kabul edilerek durumu Mısır valisi olan babası Abdülaziz’e bildirildi. Abdülaziz bunu duyunca derhal adam gönderdi. Gönderilen şahıs, Ömer’in saçlarını kökten keserek cemaate geç kalmasına sebep olan engeli kaldırdı.[18]

Allah dostları, namazda okumuş oldukları sûre ve tesbihlere vukûfiyetlerinden dolayı dünya ile irtibatları kesilirdi. Halef bin Eyyûb’a:

“-Sinekler sana eziyet vermiyor mu, niçin elin ile onları kaçırmıyorsun?” diye sorduklarında:

“-Ben namazımı ifsâd edecek bir harekette bulunmam.” diye cevap vermiştir.

“-Peki, bunların eziyetine nasıl tahammül ediyorsun?” diye sorduklarında da:

“-Padişahların kırbaç cezasına çarpılan fena adamlar, o kamçılara nasıl tahammül eder; hiç ses çıkarmaz ve bununla övünürlermiş. Ya ben Rabbimin huzûrunda dururken bir sinekten dolayı çırpınayım mı?” demiştir.[19]

Amr bin Utbe’nin âzatlı kölesi der ki:

Bir gün sıcak bir saatte uyandık. Amr bin Utbe’yi aradık. Onu bir dağda secde hâlinde gördük. Bir bulut da onu gölgeliyordu. Beraber gazvelere çıkardık. Çok namaz kıldığı için onu bekleyemezdik. Bir gece o namaz kılarken aslan sesi işittik. Hepimiz kaçtık o namazı terk etmedi. Ona:

“-Aslandan korkmuyor musun?” dediğimizde:

“-Ben Allah’tan başkasından korkmaktan hayâ ederim.” dedi.[20]

Sâbit ez-Zâhid naklediyor:

“İmâm Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh-’i izledim. Sabah namazından sonra ilim meclisine oturur, ikindiye kadar bu hâl üzere devam ederdi. İkindiden sonra akşama, akşamdan da yatsıya kadar vaktin namazını kıldıktan sonra hemen ilim dağıttığı yere gelir, ders vermeye devam ederdi. Kendi kendime; «İmam ne zaman ibadet edecek?» diyordum. Onu geceleyin de takip etmeye karar verdim. Yatsıyı kıldıktan sonra evine girdi. İnsanların uykuya daldığı, ortalığın iyice sâkinleştiği bir sırada mescide geldi. Namaza durdu, gece boyunca hep namaz kılıyordu. İnsanların yavaş yavaş kalkmaya başladığı saatlerde eve döndü. Sonra yine her zamanki vakitte evinden çıktı. Cemaatle beraber sabah namazını kıldı, yine ilim halkasına geldi, bütün gününü ilimle geçirdi.”[21]

Peygamberimiz ve ashâbı, Zâtü’r-rikâ Gazvesi’ne çıkmışlardı. Bir yerde mola verildi ve Peygamberimiz, Abbâd bin Bişr ile Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anhümâ-’yı bir geçidin gerisine nöbetçi tayin etti. Bu iki zât, geçidin ağzına gelince Ammar yattı, Abbâd ise namaz kılmaya başladı. Onları izleyen bir müşrik, gecenin karanlığında bir karartı görerek ok attı. Ok, Abbâd’a isabet etti. Abbâd, oku eliyle çıkarıp namaz kılmaya devam etti. Müşrik onun namaz kılmaya devam ettiğini görünce, ok isabet etmedi düşüncesiyle bir tane daha attı. Derken üçüncü kez tekrar attı. Çünkü Abbâd namaz kılmaya devam ediyordu. Bir müddet sonra selâm verip arkadaşını uyandırdı. Müşrik onların iki kişi olduğunu görünce kaçtı. Ammar arkadaşından akan kanları görünce:

“-Sübhânallah! Sana ilk oku atınca beni niye uyandırmadın?” diye sordu. Abbad -radıyallâhu anh-:

“-Öyle bir sûre okuyordum ki, kesmek istemedim.” diye cevap verdi.”[22]

Allah dostları, namazla yapılan muhabbeti, dünya üzerinde her şeyden ve herkesten daha önemli görür, bütün zamanlarını namaza verirlerdi.

Seriyy-i Sakatî -rahmetullâhi aleyh- şöyle demiştir:

“-Cuma ve cemaatle namaz olmasaydı, kapıyı üzerime sıvar, sürekli namaz kılardım. Cemaatle beraber kılmak için dışarı çıktığımda, cemaatin bana teveccüh edeceğini hatırlayıp şöyle duâ ediyorum: «Allâh’ım, onlara ibadet sevgisini nasîb et, onun lezzetini alsınlar.»”[23]

 Alâ bin Sâlim anlatır:

“Amr bin Kays ile beraber dört ay kalan birisi onu şöyle anlattı: Ondan ayrılana kadar gece ve gündüz yattığını hiç görmedim. İki tane ekmeği olurdu; üzerine biraz yağ sürer, birisi ile sahur, diğeri ile iftar ederdi. Sabah olunca bize Kur’ân öğretirdi, öğlen namazı gelince ikindiye kadar namaz kılardı, sonra tekrar akşama kadar bize Kur’ân öğretirdi. Akşam namazını kılar ve geceyi tamamen kıyamla geçirirdi.”[24]

Huleyd-i Asrî -rahmetullâhi aleyh-, mahallesinin camisinde sabah namazını kıldıktan sonra Güneş doğana kadar yüce Allâh’ı zikreder, sonra evine dönerdi. Evine döndükten sonra âilesiyle birlikte yemeğini yedikten sonra kalkıp odasına gider ve kapısını kapatırdı. Odaya girince:

“-Rabbimin melekleri merhaba! Allâh’a yemin olsun ki, bugün benimle ilgili olarak sizleri sadece hayırlara şâhit kılacağım!” der ve gözleri dayanamayıp kapanıncaya kadar bu şekilde ibadet ve zikre devam ederdi.[25]

Beşir der ki:

“Rebî’nin yanında geceledim. Namaza kalktı. Kıyamda, kıraatte; “Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve hayatlarında kendilerini, îman edip sâlih ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar, ne kötü hüküm veriyorlar?!” (el-Câsiye, 21) âyetine gelince ağlamaya başladı. Öyle ki başka bir âyete geçemedi.”[26]

 Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- gece karanlığı bastığı zaman namaz kılmaya başlardı. Namazdan yorulunca dili ile Allâh’ı zikretmeye başlardı. Dili zikirden yorulduğu zaman kendisine:

“-Dinlendin, artık namaza kalk!” der ve namaza devam ederdi. Böylece gecesini hep namaz, zikir ve tefekkürle geçirirdi.”[27]

Zira namaz, Âlemlerin Rabbi ile yapılan özel, başbaşa ve rûberû (yüz yüze) görüşme idi. Günde beş kez okunan ezanlar ise, bu görüşme için yapılan dâvetlerdi.

Dipnotlar:

[1] Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199. [2] Beyhakî, Şuabu’l-Îman, VII, 477. [3] Vâkıdî, II, 758. [4] Bkz. Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[5] Beyhakî, Şuabü’l-Îman[6] Ebû Nuaym, Hilye, III, 133. [7] Tergib ve Terhib[8] İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddin, c. 1. [9] Taberânî. [10] Ali Balkan, Namaz Âşıkları[11] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[12] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[13] İbn-i Cevzî, Sıfatu’s Safve, 4/22. [14] İbn-i Harrâr, es-Salat ve’t-Teheccüd, 309. [15] Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Tenbîhü’l-Gâfilin. [16] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[17] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[18] İbnü’l-Cevzî, Allah Dostları, c. 2. [19] İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddin, c. 1. [20] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[21] İbnü’l-Cevzî, Allah Dostları, c. 4. [22] Kütüb-i Sitte, c. 10. [23] Beyhakî, Kitabü’z-Zühd[24] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[25] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[26] Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd[27] Zâhid el-Kevserî, Altın Silsile.

Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, Sayı: 192, 193

İslam ve İhsan

NAMAZDA HUŞU

Namazda Huşu

KILDIĞIM NAMAZLARDAN NİÇİN LEZZET ALAMIYORUM?

Kıldığım Namazlardan Niçin Lezzet Alamıyorum?

İBADETLERDE HUŞU İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

İbadetlerde Huşu İle İlgili Örnekler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.