Ahde Vefa (Söze Sadakat) ile İlgili Hadisler

Müslümanın hayatında ahde vefanın önemi ve fazileti nedir? Peygamberimizin (s.a.v) ve sahabenin hayatından verilen sözün önemini anlatan örnekler ve ibretlik hadiseler...

Enes b. Mâlik şöyle demiştir:
“Allah’ın Peygamberi (sav) bize hutbe verdiği zaman mutlaka şöyle buyururdu: ‘Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.’” (İbn Hanbel, III, 134)

Ebû Bekre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim bir zimmiyi (antlaşmalı bir gayri müslim vatandaşı) antlaşmalıyken öldürürse Allah ona cenneti haram kılar.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 153)

İbn Abbâs’tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kardeşinle (düşmanlığa varan) tartışmaya girme, onunla (kırıcı şekilde) şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme.” (Tirmizî, Birr, 58)

Zeyd b. Erkam’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kişi yerine getirme niyetiyle kardeşine bir söz verir, ancak onu yerine getiremez ve zamanında sözünü tutamazsa günahkâr olmaz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82)

Ubâde b. Sâmit’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin.” (İbn Hanbel, V, 323)

AHDE VEFA VE SÖZE SADAKAT

Allah Resûlü’nün ashâbından Enes b. Nadr, Bedir Gazvesi’ne katılamamıştı. Buna çok üzülmüş, “Allah, Resûlullah’la birlikte bir savaşta bulunmamı nasip ederse, ne yapacağımı o görecektir.” diyerek duygularını ifade etmiş, ancak ileri gitmekten de çekinmişti. Aslında bu, Allah’a ve Allah adına verilmiş bir sözdü. Sonraki yıl Resûlullah’la birlikte Uhud Savaşı’na katıldı. Enes için, verdiği sözü tutmanın zamanıydı. Ayneyn Geçidi’nde konuşlandırılan okçuların yerlerini terk etmesi üzerine yaşanan kargaşada Resûlullah’ın öldüğü haberi yayıldı. Müslümanlar sağa sola kaçışmaya başladı. Bu kargaşa esnasında Enes, gözünü bile kırpmadan müşriklerin üzerine yürürken Sa’d b. Muâz ile karşılaştı. Sa’d, “Ey Ebû Amr! Nereye?” diye sorduğunda Enes’in cevabı, “Cennetin kokusu ne kadar hoş, Uhud’un gerisinden bu kokuyu alabiliyorum.” oldu. O, korkusuzca ilerlemeye devam etti, savaştı ve şehit oldu. Öyle ki vücudu seksenden fazla yara aldı. Şehitlerin kimliklerini belirleme çalışmasından sonra, kız kardeşi Rübeyyi’, “Kardeşimi sadece parmak uçlarından tanıyabildim.” demişti.

Enes b. Nadr verdiği sözü tutmuştu. Allah Teâlâ, “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir, kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”[1185] âyetiyle, Enes b. Nadr gibi yiğitlere övgü yağdırmıştı.[1186]

“Allah’a verdiğiniz sözü tutun.”[1187] hitabının anlamını kavrayan Müslümanlar, Allah’a ve Resûlü’ne verilen sözlerin, yerine getirilmeye en lâyık olan ahitler olduğunun bilincindedirler. Allah’a verilen söz, O, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin).” şeklinde verilen cevapta yatmaktadır.[1188] Kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdet ile yenilenen ve “kâlû belâdan beri Müslüman’ım.” ifadesiyle dilimizde yer edinen bu ahit, can ile, mal ile veya maddî-mânevî türlü fedakârlıklar gerektirmektedir. Müslümanlar, bu özverinin farklı örneklerini, tarih boyunca ortaya koymuşlardır. Zira bilmektedirler ki bu söze sadakat ve ahde vefa Yüce Rabbimiz tarafından özel olarak ödüllendirilecektir.[1189]

VERİLEN SÖZ VEFAYI GEREKTİRİR

Verilen söz, vefayı gerektirir. Nitekim Peygamber Efendimiz, hutbelerinde, “Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.”[1190] buyurmuştur. Allah ve Resûlü’ne verilen söz ise ayrıcalıklıdır, daha fazla hassasiyet gerektirir. Ancak sözün kime verildiğinin değil, bizzat sözün kendisinin esas olduğunu; söz verildiyse, antlaşma yapıldıysa mutlaka sözün yerine getirilmesi, antlaşmaya riayet edilmesi gerektiğini öğretir Allah Resûlü bize. Şu örnek bu öğretinin en güzel örneklerinden biridir:

Mekkeli müşrikler adına Süheyl b. Amr,[1191] Hz. Peygamber’le on yıllığına Hudeybiye Antlaşması’na imza atmak üzereydi.[1192] Antlaşma metni henüz hazırlanırken Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarına vurulmuş pranganın zincirleriyle sıçrayarak çıkageldi Allah Resûlü’nün huzuruna.[1193] İslâm’ı kabul ettiği için prangaya vurulmuş olan Ebû Cendel, müşriklerin ellerinden kurtulup çok yakınına, Hudeybiye’ye kadar gelmiş olan Hz. Peygamber’e sığınmıştı. Ancak Hz. Peygamber’le Mekkeli müşrikler arasında imzalanmak üzere olan antlaşmada, Mekkelilerden Hz. Peygamber’e sığınanların İslâm’ı kabul etmiş olsalar dahi Mekkelilere geri verileceğine dair bir madde vardı.[1194]

Tarafların antlaşma üzerinde konuştukları esnada gerçekleşen bu iltica üzerine Süheyl, antlaşma gereği oğlu Ebû Cendel’in kendisine teslim edilmesini istedi.[1195] Müslüman olan Ebû Cendel, müminlere yönelerek yalvardı, kendisine işkence edildiğini söyledi. Zaten ne kadar çok işkenceye uğradığı her hâlinden belli idi. Yürekleri parçalayan bu manzara karşısında Hz. Peygamber, Ebû Cendel’i babasına teslim etmek istemedi. Hatta Ebû Cendel’i kendi yanlarına aldıktan sonra antlaşmayı imzalamasını ona teklif etti. Ancak Süheyl bunu kabul etmedi. Sonunda Ebû Cendel’i müşriklere teslim eden Hz. Peygamber, üzerinde anlaşmak üzere oldukları bir ahdi yerine getirdi ve Ebû Cendel’e sabretmesini tavsiye etti. Ebû Cendel’in yakarışı orada bulunan müminleri ağlattı ise de bir süre sonra durum Müslümanların lehine döndü.[1196]

Benzer bir olay Ebû Basîr’in başından geçmişti. Kureyş asıllı olmasına[1197] rağmen, sırf Müslüman olduğu için tutuklanan Utbe b. Esîd es-Sekafî, nâm-ı diğer Ebû Basîr, bir yolunu bulup kavminin elinden kaçtı. Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’e sığındı. İmzalanan Hudeybiye Antlaşması’na dayanarak Ebû Basîr’in iadesini isteyen Ahnes b. Şerîk ve Ezher b. Abdiavf ez-Zührî, Resûlullah’a hitaben bir mektup yazdılar ve iki elçiyle birlikte Hz. Peygamber’e gönderdiler. Elçilerin getirdiği mektubu Übey b. Kâ’b’a okutan Hz. Peygamber, Ebû Basîr’i çağırtıp antlaşma gereğince kendisini teslim etmek zorunda olduğunu söyledi. Ebû Basîr, kendisine işkence edileceğini belirterek, Mekkelilere teslim edilmemesini rica etti Allah Resûlü’nden. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in dudaklarından tarihe yazılacak şu sözcükler döküldü: “Ey Ebû Basîr! Bildiğin gibi biz bu kavme (bir söz) verdik. Dinimize göre bize, ahde vefasızlık yapmak yaraşmaz...” Sonra da, Ebû Basîr’i teselli etti ve Allah’ın ona mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini belirtti.[1198]

Mekke’den gelenler, Ebû Basîr’i teslim alarak yola çıktılar. Yemek molası verdikleri Zü’l-Huleyfe’de Ebû Basîr, içlerinden birini oyuna getirerek kılıcını aldı ve onu öldürdü. Kendisinin de öldürüleceğini anlayan diğeri ise kaçıp Medine’ye gitti. Arkadaşının Ebû Basîr tarafından öldürüldüğünü, kendisinin de öldüreceğini söyleyerek Hz. Peygamber’e sığındı. Çok geçmeden öldürdüğü adamın kılıcını kuşanan Ebû Basîr de çıkageldi ve Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Peygamberi! Allah sana ahdini yerine getirtti, beni onlara geri verdin. Sonra da Allah beni onlardan kurtardı.” dedi.[1199] Ebû Basîr, öldürdüğü adamın eşyalarını, binitini ve kılıcını kastederek, “Yâ Resûlallah! Bunların beşte birini ayırıp al.” dedi. Hz. Peygamber ise, “Eğer bunun beşte birini alırsam onlarla anlaştığım konuda kendilerine verdiğim sözü yerine getirmediğimi düşünürler.” buyurdu.[1200] Ardından Hz. Peygamber’in, “Hayret! Adam, yanında birileri daha olsa harbi kızıştıracak.” dediğini işiten Ebû Basîr, yapılan antlaşma gereği Hz. Peygamber’in kendisini yeniden iade edeceğini anladı ve Medine’yi terk etti.[1201] Kureyş’in ticaret kervanlarının geçtiği, Mekke ile Şam arasında bulunan Iys mevkiine yerleşti.[1202] Kısa zamanda burası, Müslüman olarak Mekke’den kaçan fakat antlaşma gereği Hz. Peygamber’in kabul edemediği ya da Mekkelilere iade ettiği Ebû Cendel ve benzeri Müslümanların oluşturduğu bir karargâh hâline geldi.[1203]

Ebû Basîr’in getirdiği ganimeti, dolaylı olarak da olsa, antlaşmaya muhalefet olarak değerlendiren Allah Resûlü, müşriklerden kaçan kişinin sığınma talebini de kabul etmemiştir. Böylece doğrudan veya dolaylı olarak antlaşmaya aykırı davranışlardan kaçınılması gerektiğini göstermiştir. Hatta, “Kim bir zimmiyi (antlaşmalı bir gayri müslim vatandaşı) antlaşmalıyken öldürürse Allah ona cenneti haram kılar.”[1204] buyurmak suretiyle de, antlaşmaya muhalefet eden kişinin cehennemle cezalandırılacağına dikkatleri çekmiştir.

LEHİNE DE OLSA VERİLEN SÖZ TUTULMALIDIR

Ahde vefa gösterilmesi, her ne koşulda olursa olsun, lehine de olsa aleyhine de olsa verilen sözlerin tutulması, müminin ayırıcı özelliklerindendir. Nitekim câhiliye âdetlerinin bütün çeşitleriyle hüküm sürdüğü Mekke toplumunda, ahdine vefa göstermekte son derece hassas olan ve verdiği sözü mutlaka tutan Hz. Peygamber, daha peygamber olmadan önce dahi “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed) olarak şöhret kazanmış, onun bu özelliğini can düşmanları bile itiraf etmekten kendilerini alamamıştır. Henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyân, ticaret amacıyla Şam’a gittiğinde, peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed hakkında kendisinden bilgi almak istediğini söyleyen Rum kayseri Hirakl ile aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatmaktadır:

“(Hirakl), ‘Peygamberlik iddiasında bulunmadan evvel onu hiç yalan söylemekle itham etmiş miydiniz?’ dedi. Ben, ‘Hayır.’ dedim. ‘Sözünde durmazlık eder mi?’ dedi. ‘Hayır, ancak biz şimdi onunla belli bir zamana kadar anlaşmış bulunmaktayız. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz.’ dedim.” Karşılıklı konuşmada Ebû Süfyân, arkadaşları tarafından yalanlanacağı korkusuyla gerçeğe aykırı şeyler söyleyemediğini itiraf etmektedir.[1205] İbn Abbâs’tan gelen başka bir rivayete göre Hirakl, Ebû Süfyân’ın verdiği cevapları, “Onun, namaz kılmayı, doğru dürüst olmayı, iffetli olmayı, ahde vefa göstermeyi ve emaneti sahibine tevdi etmeyi istediğini iddia ettin.” şeklinde özetlemiş, “İşte bunlar bir peygamberin vasfıdır.” demek suretiyle, beklenen peygamber hakkındaki bilgisinin yanında ona olan hayranlığını da ortaya koymuştur.[1206]

Yazılı bir antlaşma, yeminle perçinlenmiş bir vaat ya da verilmiş bir söz, şüphesiz vefayı gerektirmektedir. Açık vaat ve antlaşmaların yanında, elçilere dokunmamak, kendilerine sığınan insanları düşmana teslim etmemek gibi hususlara da sadakat şarttır. Nitekim Bedir’de esir düşen Peygamberimizin amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’in fidyesini getirmek üzere Medine’ye gelen ve aslında Bedir’den önce Müslüman olduğu hâlde Medine’ye gelinceye kadar bunu gizleyen Ebû Râfi’, Medine’de kalmak istemiştir.[1207] Ebû Râfi’ kendi hikâyesini şöyle anlatır: “Resûlullah’a, Kureyş’e geri dönmeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine bana şöyle dedi: ‘Ben ahdimi bozmam, elçileri de alıkoymam. Sen şimdi geri dön. Şu an düşündüğün gibi yine gelmek istersen, sonra gelirsin.’ Bu konuşmadan sonra ben, önce Kureyşlilerin yanına geri döndüm. Ardından da Resûlullah’ın yanına geldim.”[1208]

SÖZ VEREN SORUMLUDUR

Kadim zamanlardan beri devletlerarası hukukta bir teamül olan ‘elçilere dokunmama’ veya ‘onları alıkoymama’ ilkesini Allah Resûlü kendi imzaladığı bir antlaşma olarak görmüştür. Dolayısıyla yanlış anlamalara yol açacak bir davranış olacağı için, Ebû Râfi’in arzu ve rızasına rağmen Medine’de kalmasına izin vermemiştir. Zira verilen sözden dönmek fâsıkların,[1209] yapılan ahitlere riayet etmek ise müminlerin en belirgin vasıflarındandır.[1210] Nitekim “...Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren, sözünden) sorumludur.” âyeti gereği, verilen söz mesuliyet doğurmaktadır.[1211] Yine, “Kardeşinle (düşmanlığa varan) tartışmaya girme, onunla (kırıcı şekilde) şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme.”[1212] buyuran Hz. Peygamber, söz vermenin ağır bir sorumluluk olduğunu ifade etmiştir.

Arkasında durulmayan ve gereği yerine getirilmeyen söz, Peygamberimiz tarafından kişinin üzerindeki münafıklık alâmeti olarak zikredilmektedir.[1213]

Yüce Rabbimiz, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyor­sunuz?”[1214] sorusuyla dikkatleri çekmiş, “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.”[1215] âyetiyle apaçık bir uyarıda bulunmuştur. Buna göre yerine getirme düşüncesi olmaksızın yapılan vaatler Allah’ın gazabına sebep olurken, yerine getirme düşüncesiyle verilen sözün —yapılamasa bile— bir sorumluluk doğurmadığını Peygamberimiz şöyle belirtmektedir: “Kişi yerine getirme niyetiyle kardeşine bir söz verir, ancak onu yerine getiremez ve zamanında sözünü tutamazsa günahkâr olmaz.”[1216]

Basit menfaatler nedeniyle verdiği sözden dönenler, Allah Teâlâ tarafından, “Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.”[1217] âyet-i celîlesi ile tehdit edilmektedir.

ANLAŞMALARA RİAYET

Allah Resûlü, câhiliye döneminde yapılmış olsalar bile, antlaşmalara riayet edilmesini tavsiye etmiştir.[1218] Vasiyet için de aynı durum söz konusudur. Bu nedenle Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekir, Bahreyn’de görevli olan Alâ b. Hadramî’nin oradan getirdiği malın yanında durup insanlara şu çağrıda bulunmuştur: “Kimin Hz. Peygamber’den (sav) bir alacağı varsa ya da kim ondan bir söz almışsa bize gelsin.” Bu çağrı üzerine Câbir öne çıkarak, “Resûlullah bana şunu şunu vereceğini vaad etmişti.” dedi. Resûlullah’ın vaadini yerine getirmek isteyen Hz. Ebû Bekir de üç kez avuçlarını doldurarak, ona dediği miktarı vermiştir.[1219]

Hz. Ömer de Ehl-i kitaba verilen sözlerin, onlarla yapılan antlaşmaların harfiyen yerine getirilmesini vasiyet etmiştir.[1220] Hz. Peygamber’in hayatında en mükemmel örneklerine şahit olduğumuz, vefakârlık ve antlaşmalara riayet hassasiyeti, zamanla İslâm ahlâkının vazgeçilmez bir özelliği hâline gelmiştir. Öyle ki Müslümanlar her hâl ve koşulda buna riayet etmişlerdir.

Hımyerli Süleym b. Âmir anlatmaktadır: Muâviye ile Rumlar arasında sulh antlaşması yapılmıştır. Süre bittiğinde saldırabilmek için Muâviye, ordusunu Rum diyarına doğru sevk etmek ister. Bu arada karargâha Amr b. Abese gelir. Gördükleri karşısında şaşkınlığa düşen Amr, “Allâhü ekber! Allâhü ekber! İhanet yok, ahde vefa var!” diye bağırmaya başlar. Bunu haber alan Muâviye birisini göndermek suretiyle ona, ne yapmak istediğini, bu konuda ne bildiğini ve ne düşündüğünü sordurur. Amr, şu cevabı verir: “Ben Resûlullah’ın (sav) şöyle dediğini işittim: ‘Bir kavimle aralarında antlaşma bulunan kişi, antlaşma karşılıklı olarak bozuluncaya ya da süre doluncaya kadar, ne o antlaşmaya aykırı bir şey yapsın, ne de onu bozsun.’” Amr’ın Allah Resûlü’nden yaptığı bu nakilden sonra Muâviye, ordusunu geri çekmiştir.[1221] Hz. Peygamber’in, hile ve aldatmanın meşru görülme eğiliminin hâkim olduğu savaş hâlinde bile, “Yaptığınız antlaşmaları bozmayın.” tavsiyesinin[1222] yanında, şartlar değişmiş olsa da yapılan antlaşmaların süresi içinde geçerliğini koruduğuna vurgu yapması anlamlıdır.[1223] Hatta antlaşmalı birini, antlaşma süresi sona ermeden öldüren kimseye Allah’ın cenneti haram kılacağını vurgulamış,[1224] sözünde durmayan kişiye, Allah’ın ismini anarak yemin ettikten sonra sözünden dönen kişiye, kıyamet gününde düşmanlık edeceğini ifade etmiş,[1225] kendisi hayatı boyunca zorlansa bile verdiği sözleri mutlak yerine getirmiştir.[1226]

KİME VE NEDEN VERİLDİĞİ DEĞİL BİZZAT SÖZÜN KENDİSİ ESASTIR

Kime ve neden verildiği değil, bizzat sözün kendisi esastır, değerlidir ve önemlidir. Dolayısıyla sadece hukukî antlaşmalar ya da resmî sözleşmeler değil, büyük küçük, kadın erkek toplumun her ferdini ilgilendiren günlük hayata dair vaatler de bağlayıcıdır. Bu nedenle kişi, kendi çocuklarına verdiği sözü bile küçük görüp, basite alıp savuşturmamalıdır.[1227] Öte yandan Hz. Peygamber, tek bir vücut gibi gördüğü müminlerden[1228] birinin verdiği sözü diğerleri için de bağlayıcı görmüştür. “Statülerine bakılmaksızın bütün Müslümanların verdiği zimmet (güvence) eşittir.”[1229] ifadesiyle Allah Resûlü, bir taraftan hak ve sorumlulukta Müslüman bireylerin eşitliğini ortaya koyarken, diğer taraftan onların bir kimseye karşı tanıdıkları güvence konusunda ortak bir yükümlülüğe sahip olduklarını da hatırlatmaktadır. O, toplumun en alt tabakasındaki bir Müslüman’ın bile sözüne riayet etmek için gayret göstermesi gerektiğini vurgulamaktadır.[1230] Hz. Peygamber’in bu konudaki duyarlılığını açıkça ortaya koyan bir olayı, niçin Bedir Muharebesi’ne katılamadığını açıklayan Huzeyfe el-Yemânî bize şöyle anlatmaktadır: “Bedir Savaşı’na şu nedenle katılamadım ki, babam Huseyl ve ben birlikte (savaşa katılmak için) yola çıkmıştık. Kureyşli müşrikler bizi yakaladılar ve ‘Siz Muhammed’e katılmaya mı gidiyorsunuz?’ diye sorguya çektiler. ‘Hayır. Ona katılmaya gitmiyoruz, biz sadece Medine’ye gidiyoruz.’ dedik. Ve bizden Medine’ye gitsek bile Hz. Peygamber ile birlikte savaşa katılmayacağımıza dair Allah’ın adıyla söz ve yemin aldılar. Allah Resûlü’nün (sav) yanına gidip durumu ona anlattığımızda, ‘Siz geri dönün. Biz onlara verdiğimiz sözü tutarız, onlar karşısında yardımı da Allah’tan isteriz.’ buyurdu.”[1231]

Şu da var ki, Müslümanların kendi aralarında yaptıkları ticarî antlaşmalar veya birbirlerine verdikleri sözler zaman zaman taraflardan birine mağduriyet yaşatabilmektedir. Nitekim Medine’de iki kişi, bir hurma bahçesinin meyvesi üzerinde para peşin, mal veresiye olacak şekilde anlaşmışlardı. Ancak o sene ağaçlar meyve vermedi. Ortaya çıkan zarar üzerine aralarında tartışma oldu. Problemi kendisine ilettiklerinde, Hz. Peygamber satıcıya, “Onun malını neye karşılık helâl sayıyorsun? Ona ücretini geri ver.” şeklinde tavsiyede bulundu.[1232] Anlaşmazlığın kaynağı olan ticaret tarzını, yani henüz olgunlaşmamış hurmanın satışını yasakladı. Daha da önemlisi, “Kim bir Müslüman’ın kendisiyle yaptığı alışverişten vazgeçmesine onay verirse, Allah da onun günahlarını bağışlar.”[1233] buyurmak suretiyle, başka bir erdeme atıfta bulundu. Resûl-i Ekrem’in verdiği mesajın, Müslümanlar tarafından ne çabuk kavrandığını Vâsile b. Eskâ şöyle anlatmaktadır: “Allah Resûlü, Tebük Gazvesi için çağrıda bulundu. Ben hemen (savaş malzemesi tedarik etmek için) ailemin yanına döndüm. Medine’ye geri geldiğimde ilk sahâbe grubu yola çıkmıştı. Ben, ‘Elde ettiği ganimet karşılığında bir adamı kim taşır?’ diye bağırmaya başladım. Ensardan yaşlı birisi beni çağırdı. ‘Ganimeti bizim olmak şartıyla, birlikte bineceğimiz bir hayvan veririm. Bizimle de, yer ve içersin. Ne dersin?’ dedi. Adamın yaptığı teklife, ‘Tamam.’ dedim. Bunun üzerine, ‘Yüce Allah yolunu açık etsin.’ dedi. Ben de onlarla yola çıktım. Allah, (savaş sonrası) bize ganimet nasip etti ve benim hisseme de birkaç genç deve düştü. Anlaştığımız üzere develeri alıp, bineğin sahibi olan kişiye getirdim. Develere baktı ve ‘Bunlar kıymetli hayvanlar.’ dedi. Ben de, ‘Onlar benim sana söz verdiğim ganimetler.’ dedim. Bunun üzerine adam, ‘Ey yeğenim! Develerini al götür. Biz, sana düşen ganimet derken (mânevî kazanç gibi) başka bir şeyi kastettik.’ dedi.”[1234]

Peygamber Efendimiz, “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin.”[1235] buyurmuştur.[1236] Zira unutulmamalıdır ki verilen sözlerin tutulması, ahde vefa,[1237] antlaşmalara riayet, kişinin kurtuluşuna vesile olacağı gibi, topluma da huzur ve barış getirecektir. Allah’ın sevgisini ve insanların güvenini kazandıracak, ecri de Allah tarafından ödenecektir.[1238] Tutulmayan söz, yerine getirilmeyen vaat, şartlarına riayet edilmeyen antlaşma ise kişide nifak alâmeti olarak görülecek, ayrıca toplumsal çöküşü de hızlandıracaktır. Söze sadakat, dünyada onur ve güven, âhirette ise Yüce Allah’ın iltifatını kazandıracaktır.

Dipnotlar:

[1185] Ahzâb, 33/23.

[1186] M4918 Müslim, İmâre, 148; T3200 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 33.

[1187] En’âm, 6/152.

[1188] A’râf, 7/172.

[1189] Fetih, 48/10.

[1190] İbn Hanbel, III, 134.

[1191] Müslim, Cihâd ve siyer, 93.

[1192] Ebû Dâvûd, Cihâd, 156.

[1193] Buhârî, Sulh, 7.

[1194] Buhârî, Şurût, 1.

[1195] Buhârî, Şurût, 15.

[1196] Vâkıdî, Meğâzî, II, 608.

[1197] Abdürrezzâk, Musannef, V, 330.

[1198] Vâkıdî, Meğâzî, II, 624-625.

[1199] Abdürrezzâk, Musannef, V, 330; B2731 Buhârî, Şurût, 15.

[1200] Vâkıdî, Meğâzî, II, 626.

[1201] Buhârî, Şurût, 15.

[1202] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 376.

[1203] Ebû Dâvûd, Cihâd, 156.

[1204] Ebû Dâvûd, Cihâd, 153.

[1205] Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1.

[1206] Buhârî, Şehâdât, 28.

[1207] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 183.

[1208] Ebû Dâvûd, Cihâd, 151.

[1209] Bakara, 2/26-27.

[1210] Mü’minûn, 23/8.

[1211] İsrâ, 17/34.

[1212] Tirmizî, Birr, 58.

[1213] Müslim, Îmân, 106.

[1214] Saff, 61/2.

[1215] Saff, 61/3.

[1216] Ebû Dâvûd, Edeb, 82.

[1217] Âl-i İmrân, 3/77.

[1218] Tirmizî, Siyer, 30.

[1219] Buhârî, Şehâdât, 28.

[1220] Buhârî, Cihâd, 174.

[1221] Ebû Dâvûd, Cihâd, 152.

[1222] Tirmizî, Siyer, 48.

[1223] Tirmizî, Hac, 44; HM594 İbn Hanbel, I, 77.

[1224] Ebû Dâvûd, Cihâd, 153.

[1225] Buhârî, Büyû’, 106.

[1226] D4996 Ebû Dâvûd, Edeb, 82.

[1227] Dârimî, Rikâk, 7.

[1228] Buhârî, Edeb, 27.

[1229] Müslim, Itk, 20.

[1230] Ebû Dâvûd, Menâsik, 95-96.

[1231] Müslim, Cihâd ve siyer, 98.

[1232] Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 56.

[1233] Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 52.

[1234] Ebû Dâvûd, Cihâd, 113.

[1235] İbn Hanbel, V, 323.

[1236] İbn Hanbel, V, 323.

[1237] Âl-i İmrân, 3/76.

[1238] Müslim, Hudûd, 43.

İslam ve İhsan

GÜVENİLİR OLMAK SEVİLMEKTEN DAHA ÖNEMLİ

Güvenilir Olmak Sevilmekten Daha Önemli

GÜVENİLİR İNSAN OLMANIN YOLU

Güvenilir İnsan Olmanın Yolu

DÜRÜST VE GÜVENİLİR OLMANIN ÖNEMİ NEDİR?

Dürüst ve Güvenilir Olmanın Önemi Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.