15 Temmuz Gecesi Büyük Sınav

2016 yılının 15 Temmuz Cuma gecesiydi… O gecenin büyük bir sınav olacağını kim bilebilirdi ki? O gecede, aziz milletin namusuna, vatanına, bayrağına, huzuruna göz dikenler için de büyük bir sınav vardı, gecenin ilk saatlerinde neler olup bittiğini anlamaya çalışan îmanlı yürekler için de…

Bu milletin kaderi, o gecenin sabahına yazılmıştı.

Kimisi için hüsranla bitecekti o gece, kimisi için bayram olacaktı.

O gecede olanlar, belki bir daha tekerrür etmeyecek, belki nesiller boyu anlatılacaktı. Kimse böyle bir duruma daha önce şahit olmamıştı. Belki bir daha olmayacaktı…

Büyük bir sınavdan alnının akıyla çıkan bu necip millet, neler yapmadı ki o gecede?

Geçen yüzyılda birçok “darbe” ile derin yaralar alan bu vatanın güzîde evlâtları, 1961 yılının puslu bir Eylül gününde kendi başbakanının îdama yürüyüşünü yaşlı gözlerle ve çaresizce izlemişti. Bu defa ise, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere milletin hepsinin topyekün hedef olduğu o karanlık gecede evinde oturmamış, vatan hainlerinin karşısında dimdik durarak “darbe” kelimesini tarihe gömmüş ve kendi tarihini yeniden yazmıştı.

Devlet büyüklerinin îkaz ve yönlendirmeleriyle sokaklara dökülerek büyük bir destan yazan bu milletin yiğitleri, ülkeyi savunmak için bir an olsun düşünmeyip, nerede asker kıyafeti giymiş terörist varsa, oraya yönelmiş, Ay yıldızlı bayrağından ve îman dolu yüreğinden başka bir silahı olmadan tankların ve kurşunların karşısına bir bir dikilmiştir. Üstad Necip Fâzıl’ın ifadesiyle, “Kim var?!” denildiğinde, sağına soluna bakmadan “Ben varım!” demeyi bilmiştir.

Yine Necip Fâzıl merhumun;

“Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” mısrâlarına kulak verip ölümü de, eve dönüşü de aynı bilerek; korkmadan, tedirgin olmadan, yarının ve ebedî âlemin bizim olması için varını yoğunu ortaya koymuştur bu millet…

Nihayetinde bu aziz millet; genciyle-yaşlısıyla, kadınıyla-erkeğiyle darbeye göğüs germiş; o veya bu şekilde sinsi bir plâna âlet olanların ele geçirmeye çalıştığı neresi varsa, oraları işgalden kurtarmış, bayrağı yere düşürmemiş, vatanına ve namusuna sahip çıkmış, sadece işgalcilere değil, bütün dünyaya büyük bir ders vermiştir.

O gecede öyle isimsiz kahramanlar vardır ki, kaydını meleklerin tuttuğu…

O gecede öyle yiğitler vardır ki…

Biz hatırasını yâd etmek üzere, bunlardan birkaçını zikredelim:

Meselâ İstanbul Pendik’te oturan Sabri Ünal vardır; darbe olduğunu duyunca 3 dakika içerisinde kardeşleri ile sokağa fırlayan, elindeki üç taş ile tanka kafa tutan, iki tankın arka arkaya üzerinden geçtiği bir îman eri…

Malatyalı Metin Doğan vardır o gecede, asker elbisesi giymiş teröristlere:

“-Ben Türk askeriyim, siz kimin askerisiniz?” diye soran, hareket eden tankın paletlerinin altına yatan, cesur bir adam…

Yetmiş yaşındaki Mustafa Zorova vardır, darbeyi Ankara’da evindeyken öğrenen, gittiği yerde bacağından yaralanan…

Şehitler mi?

Onlar, ölümün güzel yüzünü görenlerdir.

Enes -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şehitler için şöyle müjdeler vermişti:

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.” (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 13, 25)

Cenâb-ı Hak da şöyle buyurur:

“Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi, ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehid düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar, sözlerini aslâ değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzâb, 23)

O gecede cansiperâne bir şekilde tanka, uçağa, helikoptere karşı duranlardı onlar…

Kurşunlara, bombalara, hiç düşünmeden vücudunu siper edip, vatan ve namus uğruna Allah için çarpışanlardı onlar…

Onlar ki, ceddinin destanlarıyla büyüyen, onları örnek alıp onlar gibi destan yazanlardı:

Niğdeli Astsubay Ömer Halisdemir vardı.

“-Bundan sonra komutan benim!” diyen cuntacı generali alnından vurarak darbe girişimine ilk kurşunu sıkan ve akabinde oradaki diğer hainler tarafından 30 kurşuna mâruz kalan bir aslan parçası vardı.

Abdullah Tayyip Olçok vardı. Henüz 16 yaşında; Boğaziçi Köprüsü’nde babası Erol Olçok ile hainlerin kurşunlarına hedef olup şehâdet şerbeti içen…

Ankara Gölbaşı Özel Harekât Daire Başkanlığı’nda görevli 47 vatan evlâdı vardı… Her birinin ayrı ayrı hikâyesi, ayrı ayrı hayatları vardı.

Üsküdar Acıbadem Mahallesi’nin tedirginliğini gidermek, asker görünümlü teröristleri mahallesinden uzaklaştırmak için sadece konuşmaya giden, fakat karşısındaki Yüzbaşı rütbeli asker kıyafetine gizlenmiş teröristin bir metre mesafeden sıktığı kurşunla, ancak bir-iki adım atabilen ve sonrasında yere yığılan muhtar Mete Sertbaş vardı.

Dile kolay, iki yüz kırk bir tane şehidimiz vardı. Onlar ki, dünya ve dünyalıktan geçip ulu bir mertebeye varanlardı.

Onlar ki, Mehmed Âkif Ersoy’un: “Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” nidâsına kayıtsız kalamayanlardı.

Bu millet var oldukça, bu vatanın yüz akı olan şehidlerini her zaman rahmet, minnet ve hasretle yâd edecek, hayır duâlarla anacaktır.

Cenâb-ı Hak, bu millete bir daha o geceki gibi bir gece yaşatmasın. Allah, bu cennet vatanın huzuruna, bu milletin birlik ve bütünlüğüne kastedecek düşmanlara fırsat vermesin. Âmin.

Cenâb-ı Hakk’a, Ârif Nihat Asya’nın şu güzel “Duâ” şiiriyle niyaz edelim:

Biz, kısık sesleriz... Minareleri,

Sen, ezansız bırakma Allâh’ım!

Ya çağır şurada bal yapanlarını,

Ya kovansız bırakma Allâh’ım!

Mahyasızdır minareler... Göğü de,

Kehkeşansız bırakma Allâh’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

Müslümansız bırakma Allâh’ım!

Bize güç ver... Cihad meydanını,

Pehlivansız bırakma Allâh’ım!

Kahraman bekleyen yığınlarını,

Kahramansız bırakma Allâh’ım!

Bilelim hasma karşı koymasını,

Bizi cansız bırakma Allâh’ım!

Yarının yollarında, yılları da,

Ramazan’sız bırakma Allâh’ım!

Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,

Ya çobansız bırakma Allâh’ım!

Bizi Sen sevgisiz, susuz, havasız;

Ve vatansız bırakma Allâh’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

Müslümansız bırakma Allâh’ım!

Âmin, âmin, âmin!

Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, 140. Sayı

İslam ve İhsan

15 TEMMUZ BİZE NE ANLATIYOR?

15 Temmuz Bize Ne Anlatıyor?

15 TEMMUZ ŞEHİTLERİ VE HİKAYELERİ

15 Temmuz Şehitleri ve Hikayeleri

15 TEMMUZ DESTANI

15 Temmuz Destanı

15 TEMMUZ HANIMLARI

15 Temmuz Hanımları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.