İslâm'ın İlk Muallimi Kimdir?

Mus'ab bin Umeyr kimdir? Ne zaman ve nasıl müslüman olmuştur? Müslüman olduktan sonra Allah Resulü'nün ona verdiği önemli vazife neydi? Vazife gereği Medine'ye giden bu güzide Sahabî efendimiz orada neler yaptı?

İSLAM'IN İLK ÖĞRETMENİ

Medîneli yeni müslümanlar, bir mektup yazarak İslâm’ı öğrenmek için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine Kur’ân-ı Kerîm okuyacak, İslâm’ı anlatacak ve namaz kıldıracak bir muallim göndermesini taleb ettiler. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da Mus’ab -radıyallâhu anh-’ı gönderdi.[1]

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mus’ab -radıyallâhu anh- ile birlikte ilk îmân edenlerden biri olan Abdullâh bin Ümmi Mektûm’u da Medîne’ye Kur’ân öğretmesi için göndermişti.[2]

Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, çok genç yaşta hidâyete ermiş, âilesinin kendisine ağır işkenceler yapmalarına, hattâ mîraslarından mahrum bırakmalarına rağmen dîninden dön­memişti. Çünkü o, zâhiren fakir ve garip kalsa da, bâtınen îman aşk ve vecdiyle dolu zengin bir gönle sâhipti. İslâm’ın intişârı husûsunda âdeta bir heyecan âbidesiydi.[3]

Nitekim Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın Medîne’ye gidişiyle İslâm, orada iyice inkişâf etti. Peygamber Efendimiz’in teblîğle vazîfelendirdiği bu genç sahâbî, insanlara Allâh’ın dînini anlatmak için gecesini gündüzüne katarak çalışmaya başladı. Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın gayretleri bereketiyle hidâyete nâil olan ilk bahtiyarlardan Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, onu evinde ağırlıyor ve bütün çalışmalarında kendisine yardımcı oluyordu.

O, birgün Mus’ab’ı yanına alarak Zaferoğulları’nın bahçesindeki kuyunun başına oturdu. Abdüleşheloğulları’nın önde gelenlerinden Sa’d bin Muâz, bunu duyunca Üseyd bin Hudayr’a:

“–Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve onları îkâz et ki, bir daha mahallemize gelmesinler! Es’ad akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım.” dedi.

Üseyd, mızrağını kaptığı gibi oraya gitti ve gâyet öfkeli bir şekilde:

“–Siz niçin buraya geldiniz? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Bir daha sakın böyle bir şey yapmaya kalkma! Eğer canınızı seviyorsanız hemen buradan gidin!” dedi.

Firâset sâhibi ve basîretli bir sahâbî olan Mus’ab -radıyallâhu anh- ona:

“–Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kimsesin, sözlerimi beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen kabûl etmezsin.” dedi.

Üseyd:

“–Yerinde bir söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp yanlarına oturdu. Mus’ab, İslâm’ı anlatıp Kur’ân-ı Kerîm okudu.

Üseyd, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslâm’ın nûru parladı ve kalbi İslâm’a yumuşadı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında da:

“–Bu ne güzel, ne yüce bir kelâm![4] Siz bu dîne girmek istediğiniz zaman ne yaparsınız?” dedi.

Üseyd -radıyallâhu anh- kalkıp, Hazret-i Mus’ab ve Es’ad -radıyallâhu anhümâ-’nın tâlimâtı üzere gusletti, elbiselerini temizledi ve şehâdet getirdi. Sonra da iki rekât namaz kıldı ve:

“−Geride öyle bir adam bıraktım ki, o size tâbî olursa, kavminden hiçbir kimse ona muhâlefet etmez. O, Sa’d bin Muâz’dır! Ben şimdi onu size gönderirim!” dedi.

Sa’d, kızgın bir şekilde yanlarına geldi. Fakat nihâyetinde o da Hazret-i Üseyd gibi Mus’ab -radıyallâhu anh-’ı dinleyerek müslüman oldu. Sonra kabîlesinin yanına giderek:

“–Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar:

“–Sen bizim seyyidimiz, fikirce en üstünümüz ve reisimizsin.” dediler.

Bunun üzerine Sa’d -radıyallâhu anh-:

“−Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.” dedi.

O gün akşama kadar bu kabîleden müslüman olmayan kimse kalmadı. (İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 112-113)

İSLAMIN İLK ÖĞRETMENİ MUS'AB BİN UMEYR

SURÛR SENESİ

Hazret-i Mus’ab -radıyallâhu anh-, Selîmeoğulları’nın eşrâfından olan Amr bin Cemûh’u da İslâm’a dâvet etti. Ona Yûsuf Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okudu. Amr düşünmek için biraz mühlet istediyse de bir türlü karar veremedi. Bunun üzerine Amr’ın daha önceden müslüman olan oğlu Muâz, kabîlesindeki müslüman gençlerle anlaşarak, bir gece babasının putunu gizlice civarda bulunan pislik çukuruna attılar. Sabahleyin bu hâli gören Amr, dehşet içerisinde kalarak putunu çukurdan çıkarttı ve temizleyip güzel kokular sürerek yerine koydu.

Aynı hâdise birkaç gün daha tekerrür edince, putun kendisini müdâfaa etmesi için boynuna kılıcını astı. Ertesi gün putunu tekrar çukurda görünce, ibâdet ettiği cansız nesnenin hiçbir şeye yaramadığını, kendini korumaktan dahî âciz olduğunu anladı ve şirk karanlığından İslâm’ın nurlu sabahına uyandı. İçinde bulunduğu dalâletten, kendisini Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- vâsıtasıyla kurtaran Allâh’a şükretti. Daha sonra da kavmini İslâm’a teşvîk etti.[5]

İslâm’ın Medîne’de bu şekilde hüsn-i kabûle mazhar olduğunu haber alan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Mekkeli müs­lümanlar, son derece mesrûr oldular. Öyle ki, o seneye “Sürûr Senesi” adını verdiler. Çünkü artık Medîne, İslâm’ın beşiği olmaya hazır hâle geliyordu.

Cenâb-ı Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, şöyle buyurmuşlardır:

“Ülkeler kılıçla fethedildi, lâkin Medîne Kur’ân’la fethedilmiştir.” (Bezzâr, Müsned, no: 1180; Rudânî, no: 3774)

DİPNOTLAR

[1] İbn-i Sa’d, I, 220.

[2] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46.

[3] Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Biz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte mescidde oturuyorduk. Mus’ab çıkageldi. Üzerinde kürk parçalarıyla yamanmış bir hırkadan başka bir şey yoktu. Allâh Rasûlü onu görünce, Mekke’deki nîmetler içinde yaşadığı hâliyle şimdiki hâlini düşünerek ağladı. Sonra da şöyle buyurdu:

«–Biriniz sabahleyin ayrı, öğlenden sonra ayrı güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz zaman hâliniz nice olur!»

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, tabiî ki hâlimiz o gün bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman geçim sıkıntımız olmaz, kendimizi tamâmen ibâdete veririz.» dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«–Bilâkis bugün siz o günkünden daha hayırlı durumdasınız.»” (Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476)

[4] Üseyd -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, güzelliğini ilk anda fark ettiği Kelâmullâh’ı hayâtı boyunca büyük bir aşk ve vecd içinde okumaya devâm etmiştir. Nitekim kendisi şöyle an­la­tı­yor:

“Bir ge­ce Ba­ka­ra Sû­re­si’ni oku­yor­dum. Atım da ya­nı­ba­şım­da bağ­lı ol­du­ğu hâl­de du­ru­yor­du. Bir ara at şah­lan­ma­ya baş­la­dı. Oku­ma­yı kes­tim; at sâ­kin­leş­ti. Tek­rar oku­ma­ya baş­la­dım, at yi­ne şah­lan­dı. Hat­tâ oğ­lum Yah­yâ’yı, atın çiğ­ne­me­sin­den en­di­şe ede­rek ya­nı­ma al­dım. O es­nâ­da se­mâ­ya bak­tı­ğım­da üze­rim­de kan­dil­le­re ben­zer bir şey­ler ol­du­ğu­nu gör­düm. Son­ra on­lar gö­ğe doğ­ru yük­se­lip göz­den kay­bol­du. Sa­bah­le­yin, olup bi­te­ni Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e an­lat­tı­ğımda ba­na:

«–Oku ey Üseyd, oku!» bu­yur­du...

Ve son­ra:

«–Ey Üseyd! O gör­dük­le­ri­nin ne ol­du­ğu­nu bi­li­yor mu­sun?» di­ye sor­du.

«–Ha­yır.» de­dim.

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

«–On­lar, se­nin Kur’ân ti­lâ­ve­ti­ni din­leme­ye ge­len melek­ler­di. Eğer sen oku­ma­ya de­vâm et­sey­din, sa­ba­ha ka­dar se­ni din­le­ye­cek­ler­di. O me­lek­ler, in­san­la­ra giz­li kal­ma­ya­cak, in­san­lar da on­la­rı gö­rebi­le­cek­ler­di.» bu­yur­du­.” (Bu­hâ­rî, Fedâilu’l-Kur’ân, 15)

Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh- en fazîletli sahâbîlerdendi. Her zaman şöyle diyordu:

«Eğer sürekli şu üç hâlden biri üzerinde bulunsaydım, hiç şüphesiz cennetliklerden olurdum: Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğum veya okunan Kur’ân’ı dinlediğim zaman, Peygamberimiz’in hutbelerini dinlediğim zaman ve bir cenâze gördüğüm zaman. Evet, ne zaman bir cenâze görsem ona yapılacak olanları kendime yapılacakmış gibi, onun gittiği yere kendim gidiyormuşum gibi düşünürüm.»” (Hâkim, III, 326/5260)

[5] İbn-i Hişâm, II, 61-63; Zehebî, Siyer, I, 182.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafâ, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

EN FAZİLETLİ İNSAN KİMDİR?

En Faziletli İnsan Kimdir?

HAZRET-İ MUS’AB BİN UMEYR (R.A)

Hazret-i Mus’ab Bin Umeyr (r.a)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.