Yumuşak Üslup ile İlgili Örnekler

Tatlı dilli olmak insana neler kazandırır? Yumuşak sözlü, tatlı dilli olmanın fazileti, önemi ve faydaları... Yumuşak üslup ile ilgili örnekler.

Cenâb-ı Hak, kullarının güzel, sağlam, dürüst, açık, beliğ, tesirli, tatlı, gönül alıcı ve yumuşak söz söylemelerini arzu buyurmaktadır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (el-İsrâ, 53)

Gönle, yumuşak söz kadar tesir eden başka bir şey yoktur. “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” darb-ı meseli de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yumuşak bir lisâna sâhip olmayı gerektiren en mühim saha da, hiç şüphesiz İslâmî hakîkatleri tebliğ faâliyetleridir.

YUMUŞAK SÖZ SÖYLEYİN

Pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte, tebliğin yumuşak ve hikmetli sözlerle, muhâtabı rencide etmeden yapılması lâzım geldiği anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârun -aleyhimesselâm-’ı, Firavun gibi azgın ve doğru yoldan sapmış bir insana gönderirken bile, yumuşak bir üslûp kullanmalarını emrederek şöyle buyurmuştur:

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, nasihat dinler veya Allah’tan korkar.” (Tâhâ, 44)

Firavun’a bile yumuşak söz söylenmesi emredildiğine göre, onun kadar azgın ve sapkın olmadığı muhakkak olan diğer insanlara karşı nasıl bir üslûb ile yaklaşmak lâzım geldiği kolayca anlaşılabilir.

Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğ vazifesindeki muvaffakıyeti, O’nun yüksek hilim ve müsâmahasının bir bereketi olmuştur. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in bu husustaki fazîlet ve kemâlini şöyle ifâde buyurur:

(Ey Rasûlüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi...” (Âl-i İmrân, 159)

“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür. Mü’minlere karşı raûf (çok şefkatli) ve rahîm (son derece merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ, bana farzların ikâmesini emrettiği gibi, insanlara lutuf ve merhametle muâmele edip yumuşak söz söyleyerek onların kalpleri arasında muhabbet filizleri yeşertmemi de emretti.”[1]

Zünnûn-ı Mısrî -kuddise sirruh- der ki:

“Her ne kadar nefsâniyetleri sebebiyle câhillik edip hoş görmeseler de, insanları muhtaç oldukları hususlarda yumuşak bir lisan ve mütebessim bir çehre ile irşâda çalışmak, îmânın alâmetlerindendir.”

Üslûbun güzelliği ve yumuşaklığı yanında samîmiyet de başta gelen esaslardandır. Zîrâ meşhur bir darb-ı meselde ifâde edildiği gibi:

“Söz kalpten çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.”

Yine bu hususta Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da:

“Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.” buyurmuştur.

Samîmî bir kalpten yumuşak bir üslûb ile sâdır olan tatlı sözler,  ahlâkî olgunluktaki yüksek seviyeyi gösteren alâmetlerdir. Bu olgunluk hâli, kişinin şahsına karşı yapılan kabalık, eziyet ve cefâlara sabretmesini ve hatâlar karşısında affedici olmasını îcâb ettirir. Dolayısıyla tatlı bir dil ve yumuşak bir üslûp sâhibi olmak, zor, lâkin feyizli ve bereketli bir yoldur.

YUMUŞAK ÜSLUP ÖRNEKLERİ

Yumuşak Üslup

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, merhametli, kibar, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sâhibi bir insandı. Kaba bir kimse O’na:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmasına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyur, isteğin nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur. Yâni muhâtabının kabalığına rağmen hiçbir zaman nezâket ölçüleri dışına çıkmamıştır.[2]

Sen Büyük Bir Ahlak Üzeresin

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in mülâyemetini şöyle anlatır:

“Ahlâkı, Allah Rasûlü’nden daha güzel olan bir başkası yoktur. Ashâbından veya âilesinden kim O’nu çağırsa hemen; «Buyur!» derdi. Sâhip olduğu bu yüce ahlâk sebebiyle Allah Teâlâ:

«Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlâk üzeresin!» (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Vâhidî, s. 463)

Mescitlerin Ehemmiyeti ve Adabı

Çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen karşı çıkarak adamı azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Sonra da Rahmet Peygamberi Efendimiz, o kimseye mescitlerin ehemmiyetini ve âdâbını tatlı bir dille îzâh ettiler.

Tatlı Dille İrşad

Sa’d ed-Delîl -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün nezâketini ve tatlı dille irşâdını şu şekilde anlatır:

“Hicret esnâsında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebû Bekir’in bir kızı, kabîlemizde sütannesinde idi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu. Biz kendisine:

«–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem Kabîlesi’nden “Mühânân” diye bilinen iki hırsız vardır. İsterseniz onların üzerine biz varalım.» dedik.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu.

Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe yokuşunu çıkıp yanlarına vardık… Âlemlerin Sultanı Efendimiz, onları yanına çağırıp yumuşak bir lisanla İslâm’ı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isimlerini sorduğunda:

«–Biz mühânânız (hakîr görülen iki kişiyiz).» dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Bilâkis siz, mükremânsınız (şerefli iki kimsesiniz.)» buyurdu ve onları müjdeci olarak önden Medîne’ye gönderdi.” (Ahmed, IV, 74)

Kapıları Açan Üslup

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

“Ben bir seriyyeye katılmıştım. Askerlerden bir kısmı firar etti, ben de içlerindeydim. Ordudan uzaklaşınca:

«–Şimdi ne yapacağız, cihaddan kaçtık, Allâh’ın gazabıyla dönüyoruz.» diye aramızda konuştuk. Sonunda:

«–Medîne’ye girelim, bizi kimse görmez.» diye düşündük.

Ancak Medîne’ye varınca:

«–Rasûlullah Efendimiz’e gidip, kendimizi arz edelim, bizim için bir tevbe imkânı varsa onu yerine getirelim, yoksa geri dönelim.” diye kararlaştırdık. Sabah namazından önce mescide varıp beklemeye başladık. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescide geldiğinde ayağa kalktık ve:

«–Biz fîrârîleriz!» dedik.

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi bize yönelerek:

«–Hayır siz, fîrârîler değil, devlet başkanına yardım etmek için gelen ve savaşa tekrar dönmek üzere manevra yapan kişilersiniz!» buyurdu.

Kendisine yaklaştık, mübârek ellerinden öptük. Bize:

«–Ben müslümanların ilticâgâhıyım.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 96/2647; Tirmizî, Cihâd, 36/1716)

Ne güzel bir ahlâk… İnsanların hatâlarını affederek onlara hep yumuşak bir üslûp ve tatlı bir lisanla yaklaşarak mahâretli bir gönül tabîbi olabilmek… Şunu unutmamak îcâb eder ki, herkes güzel bir alâkaya ve teveccühe muhtaçtır. İnsanlara gösterilen güzel alâka, düşman olanın düşmanlığını azaltır, dost ve yakın kimselerin ise muhabbet ve yakınlığını ziyâdeleştirir.

Yumuşak Bir Dil ile Mukâbele Edebilmek

Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm- insanları tevhide dâvete, babası Âzer’den başlamıştı. Ona yumuşak bir üslûpla şöyle dedi:

“...–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırât-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahman’dan bir azap dokunup da şeytana (cehennemde) arkadaş olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45)

Âzer ise kızarak:

“«–Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzaklaş; git!» dedi.” (Meryem, 46)

Fakat İbrâhim -aleyhisselâm- Âzer’e yine tatlı sözler ve yumuşak bir edâ ile mukâbele etti:

“«Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)

Kendisine bağırıp çağıran, hakâret ve tehditlerle kovan kişiye karşı; “Selâm!” diyerek selâmet dileyebilmek ve ona yumuşak bir lisân ile mukâbele edebilmek, ne ulvî bir ahlâktır!

Tatlı Bir Dil ve Yumuşak Bir Edâ ile İslâm’a Dâvetin Bereketi

Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- çok genç yaşta hidâyete ermiş, âilesinin kendisine ağır işkenceler yapmalarına ve mîrastan mahrum bırakmalarına rağmen dîninden dönmemişti. Çünkü o, zâhiren fakir ve garip kalsa da, bâtınen îman aşk ve vecdiyle dolu zengin bir gönle sâhip olmuştu. İslâm’ın tebliği husûsunda âdeta bir heyecan âbidesiydi.

Nitekim Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın Medîne’ye gidişiyle, İslâm orada inkişâf etti ve büyük bir hızla yayıldı. Çünkü Peygamber Efendimiz’in tebliğle vazifelendirdiği bu genç sahâbî, insanlara Allâh’ın dînini anlatmak ve halkı hidâyete erdirmek için tahammül ötesi bir gayret sarf ediyordu. Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın gayretleri bereketiyle hidâyete nâil olan ilk bahtiyarlardan Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, İslâm’ın bu ilk muallimini evinde ağırlıyor ve bütün çalışmalarında kendisine yardımcı oluyordu.

O bir gün Mus’ab’ı yanına alarak Zaferoğulları’nın bahçesindeki bir kuyunun başına oturmuştu. Abdüleşheloğulları’nın önde gelenlerinden Sa’d bin Muâz, bunu haber alınca Üseyd bin Hudayr’a:

“–Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve onları îkâz et! Bir daha mahallemize gelmesinler! Es’ad akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım.” dedi.

Üseyd, mızrağını kaptığı gibi yanlarına vardı ve gâyet öfkeli bir şekilde:

“–Siz buraya niçin geldiniz? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Bir daha sakın böyle bir şey yapmaya kalkma! Eğer canınızı seviyorsanız hemen burayı terk edin!” dedi.

Basîretli bir sahâbî olan Mus’ab -radıyallâhu anh- ona gâyet sakin bir şekilde ve tatlı bir dille:

“–Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kimsesin, sözlerimi beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen kabûl etmezsin.” dedi.

Üseyd:

“–Yerinde bir söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp yanlarına oturdu. Hazret-i Mus’ab, ona güzel bir üslûpla İslâm’ı anlatıp biraz Kur’ân-ı Kerîm okudu.

Üseyd, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslâm’ın nûru parıldadı ve kalbi İslâm’a yumuşadı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında da:

“–Bu ne güzel, ne yüce bir kelâm! Siz bu dîne girmek istediğiniz zaman ne yaparsınız?” dedi.

Üseyd -radıyallâhu anh- kalkıp, Hazret-i Mus’ab ve Es’ad -radıyallâhu anhümâ-’nın tâlimâtı üzere gusletti, elbisesini temizledi ve şehâdet getirdi. Sonra da kalkıp iki rekât namaz kıldı. Namazını bitirince:

“Yanınıza gelirken geride öyle bir adam bırakmıştım ki, o size tâbî olursa, kavminden hiç kimse ona muhâlefet etmez. O, Sa’d bin Muâz’dır! Ben şimdi gider onu size gönderirim!” deyip ayrıldı.

Bir müddet sonra Sa’d, kızgın bir şekilde yanlarına geldi. Fakat o da nihâyetinde Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın tatlı ve yumuşak diliyle beyân ettiği ilâhî hakîkatlere teslîm olarak İslâm’a girdi. Sonra kabîlesinin yanına giderek:

“–Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar:

“–Sen bizim efendimiz, fikirce en üstünümüz ve reisimizsin.” dediler.

Bunun üzerine Sa’d -radıyallâhu anh-:

“Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.” dedi.

O gün akşama kadar bu kabîleden Müslüman olmayan kimse kalmadı.[3]

İşte tatlı bir dil ve yumuşak bir edâ ile İslâm’a dâvetin bereketi: Yüzlerce sadaka-i câriye… Zîrâ ihsan ve ikrâmı bol olan Rabbimiz, İslâm’a giren kişilerin kazandığı sevapların bir mislini de onların hidâyetine vesîle olan kimselere lutfedeceğini va’detmektedir.

İrşad Metodundaki Hatâ

Târihin meşhur Haccâc-ı Zâlim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatlı bir insandı. Birgün, cuma namazında onu gören hatib; “Cihâdın en fazîletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir.”[4] hadîsini hatırlayarak hutbede Haccâc hakkında pek çok ağır sözler söyledi. Haccâc-ı Zâlim, sükûnetle dinledi. Namazdan sonra hatîbi huzûruna çağırtarak ona sordu:

“–Sen öyle neler söyledin bakalım hutbede?!”

Hatib, nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccâc’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc:

“–Tuhaf şey.” dedi. “–Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî dâvetin metotlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha fazîletli olduğu muhakkak olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduğu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenâb-ı Hak, ona «leyyin» yâni suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?”

Hatib söyleyecek söz bulamadı. İrşad metodundaki hatâsını anladı ve özür diledi.

ALLAH RAFÎK’TIR (RIFK SÂHİBİDİR)

Hâsılı yumuşaklık, mü’minlerin vazgeçilmez vasıflarından biridir. Hakk’a dâvet ve halka hizmette en mühim düsturdur. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allah Rafîk’tır (rıfk sâhibidir), rıfkla (yumuşaklıkla) muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevâbı, rıfkla muâmeleye verir.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 77)

Bu mevzûda Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur:

“Allâh’ın; «Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla! Zîrâ kaynayan yağa soğuk su dökersen, ocağı da harap edersin, tencereyi de...”

Her insanı kaynayan bir yağ gibi görmek lâzımdır. Zîrâ herkeste izzet-i nefis vardır. Hiç kimse sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin en güzel yolu, tatlı dil, yumuşaklık ve tevâzûdur.

Dipnotlar:

[1] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Kahire 1321/1903, Matbaatü’l-Hayriyye, I, 59/1695. [2] Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239. [3] İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kâhire 1970, I, 112-113. [4] Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4344.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

TATLI DİLLİ OLMANIN FAZİLETİ

Tatlı Dilli Olmanın Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.