Vaaz Örnekleri

Vaaz nedir? Başarılı vaaz metni nasıl olur?

Burada bir örnekle vaaz konusuna açıklık getirmek uygun olacaktır.

Konu: İSLÂM’DA DÜNYA AHİRET DENGESİ.

Plan :

  1. Niçin bu konu?
  2. Musevilik ve Hıristiyanlıkta dünya âhiret?
  3. İslâm’ın bu konuda getirdikleri?
  4. Dünya mü’mine zindan mıdır?
  5. Nimetlerden yararlanma hakkı kimindir?
  6. Konunun özeti.

بِسْـمِ اللهِ الرَّحْـمَـنِ الرَّحِيمِ

وَابْتَغِ فِيمَا آتَيكَ اللهُ الدَّارَ اْلآَخِرَةَ وَلاَ تَـنْسَ نَـصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَاحْسِنْ كَمَا أَحْسَنَ اللهُ إِلَيْكَ وَلاَ تَبْغِ الْفَسَادَ فِى اْلأَرضِ إِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُـفْسِدِينَ *( Kassas sûresi, 77)

 وَقَالَ رَسُوْلُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : يَا حَنْـظَلَةُ سَاعَةً وَ سَاعَةً .

Muhterem mü’minler, günümüz İslâm Dünyasında, özellikle beldemizde giderek varlığını hissettiren maddeyi ele geçirme hırsı, maddeyi her inanç ve prensipten üstün tutma meyli ve dünyayı ahirete tercih arzu ve uygulaması tehlikeli bir gelişme kaydetmektedir.

Öte yandan bir takım düşüncelerle dünya ve dünya nimetlerini kendisine haram bilip, dünyayı terk ile tamamen âhirete yönelme gayreti içinde bulunan bir kısım Müslümanların varlığı da bir gerçektir.

Dünya ve âhiret biz insanlar için iki yurttur. Bunların birbirleri karşısındaki durumları nedir? Bu soruya dinimiz nasıl bir cevap vermektedir? Bizlere bu konuda hangi yolu göstermektedir? Bugünkü konuşmamızda bu hususları âyet ve hadislerin ışığı altında aydınlatmaya çalışacağım. Çünkü takdir edersiniz ki, dinimizin bu konudaki emir ve tavsiyeleri bilinmezse, ya dünyayı ya da ahireti terk etme, İslâm çerçevesi dışına çıkma tehlikesi vardır.

Muhterem mü’minler, Dünya ve âhiretin değerlendirilmesi konusunda İslâmiyet’ten önceki dinler de bir takım esaslar getirmiştir. Bugün bu konuda üç görüş bulunmaktadır.

  1. İfrat (aşırı) görüş: Maddeciliğin ve bozulmuş Museviliğin görüşü.
  2. Tefrit Görüş: Budizmin ve Hıristiyanlığın görüşü.
  3. İtidal (orta) görüş: Tek başına İslâm’ın görüşü.

İfrat Görüş dediğimiz birinci grup; “Benim memleketim yalnız bu dünyadır” der. Hz. Musa’ya:

-“Allah’ı ayan-beyan bize göster[1]  teklifinde bulunan Yahudiler; daha sonra Samiri’nin yaptı altın buzağı heykeline tapacaklardır. Böylece tarihi maddeciliğin kurucuları olacaklardır.

Bugün elde mevcut Tevrat nüshalarında da daha çok dünyevi hüküm ve cezalara rastlamaktayız.[2] 

Bu birinci grubun özellikleri iki maddede toplanabilir:

  1. Mahsusata, yani duyu organlarıyla hissedilen şeylere, inanmak ve bunların dışında kalan şeylere önem vermemek, şüphe ile bakmak...
  2. Dünya hayatına ve lezzetlerine gereğinden fazla ehemmiyet vermek.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm bu görüş sahiplerinin temsilcisi olan Yahudileri şöyle tanımlar;

-“Andolsun ki, onların hayata, Allah’a eş koşanlardan daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azaptan uzaklaştıramaz. Allah onların yaptıklarını görür.”[3]

Hükmünü de şöylece ifade eder:

-“Kim haddi aşarak küfretmiş, dünya hayatını tercih eylemişse, gerçekten o, alevli ateş onun varacağı yerin ta kendisidir.”[4] 

Dünyacı görüş sahiplerini böylece Kur’an’ı bir hükme bağladıktan sonra ikinci grubu tanımaya çalışalım.

İkinci grubun görüşü de “Bu dünya benim memleketim değildir” cümlesiyle özetlenebilir.

Birinciler dünyaya taparcasına bağlanırken, bunlar dünya hayatını angarya telakki ediyorlar. Bu görüş doğrultusunda uygulama, orta çağ’da Hıristiyan dünyasına rahiplerin hâkim olduğu yıllarda çok görülmüştür. Bu konuda şöyle ilgi çekici örneklere rastlamaktayız. Deniyor ki; “Rahiplerin çoğu mağaralarda, susuz kuyularda ve mezarlıklarda kalıyor ve ot yiyorlardı. Bedeni temizliği, ruh temizliğine aykırı buluyor, uzuvlarını yıkamaktan çekiniyorlardı. Onların nazarında insanların en muttakileri; taharetten, temizlikten en uzak olan ve necasetlere en çok girenlerdi.”[5]  “Rahipler kadınların gölgesinden bile kaçıyor, onlara yaklaşmayı ve onlarla münasebette bulunmayı günah sayıyorlardı.”[6]

Dünyayı terk anlamına gelen bu düşünce ve uygulama artık ortadan kalkmış, bu gruptakiler de öncekilere yani, dünyayı âhirete tercih edenlere katılmışlardır. Bu konuda Avrupa halkının durumunu mühtedi Prof. Muhammed Esed şöyle dile getirmektedir:

“Avrupadaki insanların heyet-i umumiyesi, demokrat olsun, faşist olsun, kapitalist veya sosyalist olsun, fikir veya iş adamı olsun, ancak veya ancak bir tek din bilmektedir ki, o da maddi terakkiye ibadet edip, hayatın birinci gayesinin, insan yaşayışını kolaylaştırmak olduğuna, daha kısa deyimle ‘mutlak hürriyet’e inanmaktır. Bu dinin kiliseleri (mabedleri) fabrikalar, sinema avluları, dans salonları ve elektrik santralleridir. O’nun kâhinleri (din adamları)da bankerler, mühendisler, sinema yıldızları, ticaret ve sanat erbabı, havacılar ve uçuş kahramanlarıdır.”[7]

Aziz mü’minler, görüyorsunuz ki başlangıçta ve esas itibarıyla birbirinden çok nakta birbirinin zıddı olan bu iki görüş, bugün maddeye ve dünyaya bağlılık konusunda birleşmiş bulunmaktadır. Şu halde netice aynı olunca hüküm de aynı olacaktır. Bunlar da “dünya hayatını tercih eylemiş” olanların cezasına çarptırılacaklardır.

Ancak işin, bizce önemli olan yönü; bu kötü gelişmelerin Müslümanlar arasında da yayılma istidadı göstermesidir. Bizleri ebedi hüsrana uğratacak böyle kötü bir duruma düşmemek için dinimizin bu konudaki esaslarını iyi bilmemiz gerekmektedir.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

-“(Habibim!) sen, bizim zikrimize arka dönen, dünya hayatından başkasının arzu etmeyen kimselerden yüz çevir”[8]

Biz de bunlardan yüz çevirerek dinimizin bu konuda bizi Müslümanlara getirdiklerine dönüyoruz.

Aziz mü’minler, şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, dinimizin ana gayesi; biz Müslümanların dünya ve ahiret mutluluklarını temin etmektir. Gâye bu olunca, her iki hayat sahnesine de, birinin bakî ötekinin fanî olduğu unutulmaksızın gereken önem ve değerin verileceği tâbiidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

-“Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) âhiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun, yeryüzünde fesat arama. Çünkü Allah fesatçıları sevmez.”[9]

Bu âyet; inkârcı ve ihtikarcı Kar’un’a milletin yaptığı tavsiyeler cümlesindedir. Dünya ve âhiret konusundaki en uygun tutumu dile getirmektedir. Burada şu hususlara dikkat etmeyiz;

  1. Eldeki dünyaya ait imkânlarla âhiretin aranması, gözetilmesi..
  2. Dünyayı ve ondan faydalanmayı da tamamen terk etmemek,
  3. İyilik yapmak, fitne ve fesat çıkarmamak, hak düzene karşı gelmemek insanların zararına çalışmamak..

Muhterem mü’minler, görüldüğü gibi bu âyette “âhireti aramak, dünyayı unutmamak” emredilmiş, dünya da sükûn ve huzurunun bozulmaması da tenbih edilmiştir. Bu, şu demek olur; “ sonlu ve sınırlı olan dünya huzurunu küçük görmeyin, önemsiz sanmayın. Zira sonsuz ve sınırsız olan âhiret mutluluğu ona bağlıdır”. Zaten dünyanın îmârı aslında bizatihi gâye değildir. Ancak âhiretin ma’mur olması için dünyanın imarı gereklidir de onun için dünyanın imarına, huzur ve sükûnun teminine çalışır. Ne demişler; “dünyası mamur olanın âhireti de ma’mur olur”.

Allah cümlemizin iki dünyasını aydınlık ve mutlu kılsın...

Dünya ve âhiret’in birlikte değerlendirilmesi konusunda Peygamber Efendimizin de tavsiyeleri vardır. Meselâ;

-“Hayırlınız, âhireti için dünyasını, dünyası için âhiretini terk etmeyip,  her ikisini birlikte atbaşı yürüteninizdir. Zira dünya âhirete ulaştırıcı bir vasıtadır. Sakın insanlara yük olmayınız.”[10]

Uzunca bir hadisin son kısmında da şöyle buyurur;

-“... Ey Hanzala, bir saat ibadetle, bir saat dünya işleriyle uğraş, kafi...”[11]

Belirtildiğine göre Peygamber Efendimiz bu tavsiyesini üç defa tekrar etmiştir. Bu da işin önemini göstermektedir.

Muhterem mü’minler, dinimize göre “Âhiret de, dünya da Allah’ındır.”[12]   Kur’an-ı Kerim’de dünya ve âhiret kelimeleri 115’er defa geçmektedir.[13]  Kur’an’da hem dünyevi, hem de uhrevî cezalar yer almaktadır. Kutsal Kitabımızda çok defa, dünyevi nimetlerden bahseden âyetleri âhiret nimetlerini konu edinen âyetler takip eder.[14] 

İslâm’da dünya imân ve amel; âhiret, hesap ve adalet yeridir. Âhiretteki hesapta, dünyanın mal, evlât ve makam gibi değerleri değil, bunların ne şekilde kullanıldıkları etkili olacaktır.[15]

Dinimizin dünya-âhiret dengesinde bizlerin iradesi tamamen bir yöne çevrilmemiştir. Kul her iki hayat sahnesinden birini tercih yetkisine sahiptir.[16] Ancak her iki dünya mutluluğunu birden istemek, Allah Teâlâ’nın iradesine daha uygun düştüğü içindir ki Kur’an’da şu dua örneği verilmiştir;

-“Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver. Ve bizi ateş azabından koru”[17]

Bazı Müslümanlar tembelliği bahane ederek şöyle bir savunmaya girereler: “Dünya kâfirin, âhiret mü’minin” demektedirler.

Bu sözü yanlış yorumlayarak dünyadan el-etek çekmek istek ve arzusu gösteren Müslümanlar hareketlerinin İslâm esaslarına uygun olmadığını bilmelidirler. Çünkü dünyada Müslümanlar içindir, âhiret de. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır;

-“De ki; Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?... De ki; onlar dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet günü ise sadece onlara (mü’minlere) mahsustur. İşte biz âyetleri, (işin aslını) bilecek kişiler için böylece açıklarız.”[18]

 Görüldüğü gibi dünyadan yararlanma hakkı temelde Müslümanlarındır. Kâfirler, Müslümanların gölgesinde dünya’dan yararlanabilmektedirler. Nerede kaldı ki dünya kâfirin olsun.

Müslümanlar bir takım düşüncelerle bu haklarını kullanmayacak olurlarsa, elbette dünyada hâkimiyet kâfirin eline geçecektir. “Bir lokma bir hırka” şeklinde anlaşılan kanaat, İslam esasları içinde yer alan kanaat olmaktan çok uzaktır. Kanaat ele geçenle geçinmektir, yetinmek değil...

Dini görevlere mani olmamak şartıyla üretim ne kadar fazla yapılabilirse, o kadar iyidir. Çünkü muhtaçlara yardım imkânı doğar. İlk Müslümanlarda bunu böyle anlamış ve uygulamışlardır. Ashab hakkında söylenen şu sözleri ne kadar dikkat çekicidir;

“Hz. Muhammed’e (sas) inanan ilk Müslümanlar topluluğu, insanlığı gölgesi ve idaresi altında me’sud etmeye ilerletmeye, dosdoğru yolu takip edip, dünyayı imar ederek, yeryüzünün bereketini artırmaya muktedirdi. Bu topluluk, insanlığın iyiliği için en hayırlı ve en çok çalışan kimselerdi. Onlar bu hayata boyunlara geçen demir bir zincir gözüyle bakarak ona düşman olup, onu kırmaya yeltenmiyorlardı. Aynı zamanda onlar, hayatta ele geçmeyecek bir zevk ve safa nazarıyla da bakmıyorlardı. Hiçbir saatlerini boşa geçirmiyorlar ve hayatın nimetlerinden asla çekinmiyorlardı. Ayrıca dünyayı insanın kurtulması gerekli bir işkence ve azap yeri saymadıkları gibi, yeryüzündeki nimet, hazine ve faydalı şeylere terkedilmiş bir mal gözüyle bakıp, bunun için birbirlerini öldürmüyorlar ve zayıf milletleri ganimet sayıp, onları avlamak için birbirleriyle yarışa da girmiyorlardı. Aksine bu necip topluluk, bu dünya hayatını Allah’ın bir nimeti, her türlü hayrın temeli ve sebebi olarak kabul ediyorlardı. Onlar bu hayatta Allah’a yaklaşıyor, kendilerine takdir edilen insanlığın kemal derecesine amel ve cihadlarıyla ulaşıyorlardı.[19]

Evet, muhterem mü’minler, ashab-ı kiram böyle anlatıyor ve böyle yaşıyordu. Bizlerin anlayış ve yaşayışı da böyle olmalıdır. Burada bir kere daha tesbit ediyoruz ki: Müslümanlar ne Hıristiyanlar gibi hayata karşı kötümser davranıyor, ne de maddeciler gibi hayata, obur bir kimsenin yemeğe olan aşırı hırs ve iştihasına eş taşkın bir önem veriyor.

Dinimiz helal ve temiz rızkların bir takım düşüncelerle haram mualemesi görmesini de hoş karşılamıyor. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

-“Ey iman edenler, Allah’ın size helal ettiği o en temiz ve güzel şeyleri nefsinize haram kılmayın. Haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Siz kendisine iman etmiş olduğunuz, Allah’tan (gerektiği gibi) korkun (da ifrat ve tefritten uzak durun) .”[20]

Bu âyetin nüzül sebebi olarak şöyle bir olay anlatır:

Sahabelerden bir grup peygamber Efendimiz’in zevcelerine gelir ve Peygamberimizin (sas) nasıl ibadet ettiğini sorarlar. Aldıkları cevap üzerine kendilerini küçümserler:

“ - Geçmiş ve gelecek günahları affolunmuş olan Peygamber  (sas), böyle ibadet ederken bizler ne haldeyiz” ? derler.  İçlerinden biri;

- Bundan sonra ben uyumayıp, devamlı namaz kılacağım.

Öbürü;

- Ben de sürekli oruç tutacağım.

Ötekisi.

- Ben de kadınlardan (hanımlarımdan) ayrılacağım ve asla temasta bulunmayacağım der. Böylece sözleşirler.

Haber Peygamber Efendimiz’e (sas) ulaşınca; bu kişileri bulur ve onlara;

“ - Şöyle şöyle konuşanlar siz misiniz? Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’dan sizden daha çok korkarım, daha çok sakınırım. Fakat ben oruç da tutarım, iftar da ederim. Namaz kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimin dışına çıkarsa, o benden değildir”[21] diye ikazda bulunur.

Muhterem mü’minler, bir kısım Müslümanlar, güzel, meşru ve helal olan nimetleri, şükrünü yerine getiremem diye yemekten, içmekten, kullanmaktan çekinir ve onlardan uzak kalmayı bir fazilet bilirler.

Herkes bilir ki, her nimetin şükrünün yerine getirilmesi gereklidir. Bunu yapamam diye nimetten yararlanmamak makbul bir iş değildir. Asıl önemli olan nimetten yararlanıp, şükrünü de ifa etmektir. Zaten şükür; nimetin cinsinden olur. “el-Hamdü lillah,” demek bir tesbihtir, dilin şükrüdür. Asıl nimetin şükrü o nimetten başkalarını yararlandırmakla yerine getirilebilir. Bu yapıldığı taktirde de hem fert, hem de toplum fayda görür.

Bir gün Hasan Basri Hazretlerine bir adam gelir;

- Falan kişi Paluze (tatlı çeşidi) yemiyor. Şükrünü de eda edemem diyor, der. Hasan Basri Hezretleri sorar;

- Soğuk su içiyor mu? Adam;

- Evet... deyince İmâm;

- O halde o adamcağız cahildir. Allah celle celâluh’in soğuk sudaki nimetinin, paluzeden daha çok olduğunu bilmiyor der.[22] Böylesi düşünce sahiplerinin noksan ve kısır anlayışlarının sakatlığını ortaya koyar...

Aslında nimetlerin şükrünü düşünmek, nefsin azmaması için tedbirler almak güzeldir. Ancak temel prensipleri de ters yorumlamamak gerekir.  Ters anlamalara ve uygulamalara gidilirse, iltifat edilirse; imtihan dünyasında başarısızlığa uğrarız. Bu âhiret yolculuğunda yarı yolda kalırız.

Allah cümlemizi bu tehlikeden korusun.

Konumuzu özetleyecek olursak muhterem mü’minler,

Bir Müslüman, hayat mücadelesine devam eder, yaşama azminden ayrılmaz, dünyevi faaliyeti elden bırakmaz. Hayatın zevklerinden meşru yollarla yararlanabilir. Bunu yaparken âhireti  kazanma gayretinden geri kalmaz. Zira Müslüman Allah korkusunun yanında sonsuz bir ümitle birlikte hayatını sürdürür.

İslâm Dini, insan yaratılışına uygun bir hareket ve hayat kaynağıdır. Bütün esasları hayat ile ilgilidir ve hayat vericidir. Bu yüzden de dinimizde dünya işi, âhiret işi ayrılığı yoktur. Bize göre dünya fanidir, bağlanmaya değmez. Ahiret hamiledir, ihmale gelmez.

Allah  Teâlâ cümlemizi cennet ve cemaliyle müşerref kılsın. Amin.

[1] Nisa sûresi, 153[2] Bkz. Tevrat,Leviller, Bab: 26.[3] Bakara sûresi, 96[4] Naziat sûresi, 37- 39[5] Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, II. A. en-Nedvi, s. 135.[6] Age, II. s. 136.[7] Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, M. Esed, trc. H. Karaman, s; 38.[8] Necm sûresi, 29[9] Kassas sûresi, 77[10] Ramuzu’l- ehadis, s: 363.[11] Riyazu’s- Salihin, c. 1/ 188. 3. baskı, 1970. Ankara.[12] Şura sûresi, 49[13] Bkz, el- Mu’cemu’l- Mufehres, M. F. Abdülbaki, s: 262- 263 ve 21- 22 Mısır.[14] A’la sûresi, 16- 17[15] Kehf sûresi, 45- 46;  Zuhruf sûresi, 33-35; Tebbet sûresi, 2[16] Şura sûresi, 20[17] Bakara sûresi, 20 [18] A’raf sûresi, 32[19] Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, s. 94[20] Mâide sûresi, 87- 88[21] Bkz. Tecrid-i Sarih Tercemesi, K. Miras, 11/ 289. Kitabu’n- Nikâh, et-Taç: 2/ 278.[22] Hak Dini Kur’an Dili, 3/ 1809, 2. baskı, 1960, İst.

İslam ve İhsan

VAAZ NASIL HAZIRLANIR?

Vaaz Nasıl Hazırlanır?

VAAZ VE İRŞADIN DİNDEKİ YERİ

Vaaz ve İrşadın Dindeki Yeri

VAAZ VE VAİZLİK NEDİR?

Vaaz ve Vaizlik Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.