Şükrün İki Yönü Vardır

Hikmet ne demektir? Lokman suresinde bildirilen hikmet nedir? Allah'a (c.c) gerçek şükür nasıl edilir? Şükrün iki yönü nedir? Şükür çeşitleri nelerdir? Cennete gideceği kesin olan Peygamber Efendimizin şükrü nasıldı? Peygamberlerin üç vazifesi nedir? En büyük günah nedir? Müslüman nasıl bir şuura sahip olmalıdır? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...

Lokman Sûresi’nden okundu. Lokman -radıyallâhu anh-’ın, Lokman Hakîm’in peygamber veya sâlih kul olması meşkûktür (şüphelidir). Daha ziyade sâlih kul olarak bildirilmektedir. Cenâb-ı Hak burada bir, hikmeti bildiriyor, bir hikmet verilmesi.

Tabi hikmet nedir?

Hikmet; büyük bir tecellî. Eşyânın, vukuâtın, hâdisâtın sırrî tarafı, bâtınî tarafı. Ve “Allâh’a şükret” buyruluyor. (Bkz. Lokmân, 12)

Demek ki seviye kazandıkça kalp, Cenâb-ı Hakk’a olan şükrü artacak. Ondan sonra Cenâb-ı Hak… Hanımı ve çocuğu müşrikti daha evvel Lokman Hakîm’in, onun bu tavsiyeleriyle oğlu ve hanımı İslâm’a şereflendi. Burada Cenâb-ı Hak bize Lokman Hakîm’in nasıl bir tavsiyede bulunduğunu…

Akâidden başlıyor. Akâidden sonra ibadet, muâmelât, ahlâk, bir tavsiye şekli, Cenâb-ı Hak bize lûtfediyor. Hikmet, büyük bir lûtuf. Fakat mukâbilinde de şükrün de ona göre artması îcâb ediyor.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Andolsun Biz Lokmân’a, «Allâh’a şükret» diyerek hikmet verdik. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, müstağnîdir. Her türlü senâya lâyıktır.” (Lokmân, 12)

Yine Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde kullarına Cenâb-ı Hak:

“…İster şükredici ol, ister nankör ol!” (el-İnsân, 3) buyuruyor. Büyük bir imtihan. Tabi şükrün nihâyeti ne kadar? Sonsuz…

Demek ki hikmet, ilmin amel ile kalbin bir âhenk teşkil etmesi. Bu şekilde kalbin birçok tecellîlere mazhar olması, kalpte ufuklar açılması.

Şükrün iki yönü var:

Bir, ilmî yönü var:

Bütün nîmetlerin Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu olduğunu, ihsânı olduğunu, ikramı olduğunu bilmektir. Ona göre onun mukâbiline gayret etmektir.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kıldık. Düşünen bir toplum için.” (Câsiye, 13)

Yani Cenâb-ı Hak bu dünyayı yaratırken bir mektep olarak yarattı insanoğluna ve cinlere. Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldı. Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak terkibinden çıkan her şey âmâde. Düşünen bir toplum için, buyuruyor.

Şükrün amelî yönü de:

Her nîmetin şükrü kendi cinsinden olacak. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olarak Cenâb-ı Hakk’ın verdiği her şeyi istikâmetlendirecek. Meselâ malın şükrü, malı nasıl kullanacak, malın şükrü için? Kendine ne kadar, kendinin dışındakilere ne kadar? Ne kadar israftan, pintilikten kaçınacak? “قُلِ الْعَفْوَ” fazlasını verecek, riyâzat hâlinde olacak. (Bkz. el-Bakara, 219)

Sıhhatin şükrü: Allah bu güç-kuvveti verdi. Bu güç-kuvveti niye verdi? Bu güç-kuvveti nerede kullanıyoruz? Onun şükrü…

Evlâdın şükrü: Evlâdımızı bir emânet olarak nasıl bir telâkkî hâlindeyiz? Allah niye evlâdı veriyor? Niye emânet evlât? Ona karşı vazifemiz nedir?

Kul olma şükrü: Cenâb-ı Hak; en büyük nîmet, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek. En büyük zenginlik, varlık, saâdet; Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmek. Onun da Kitap ve Sünnet’in hayatın bütün muktezâsında yaşayabilmek.

Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Her nîmet! Gözün şükrü, kulağın şükrü, ağzın şükrü vs…

Hazret-i Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı, secde yerini ıslatırdı. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah sizin geçmiş-gelecek bütün her şeyinizi bağışladığı hâlde niçin böyle yapıyorsunuz?” Ayaklarınız şişinceye kadar namaz kılıyorsunuz.

“–Yâ Âişe buyurdu, şükreden bir kul olmayı istediğimden dolayı.” (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Demek ki bir vücudun, tâkatin, bütün gücün nisbetinde Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek; şükür. Gözün şükrü, kulağın şükrü, bütün uzuvların şükrü.

15-20 sene evvel âmâ talebelerimiz vardı. Bazen soru-cevap yapardık. Bir âmâ talebe kalktı dedi ki, bir soru sordu bana:

“–Hocam dedi, şükür mü zordur, sabır mı zordur?” dedi.

Şimdi bir âmâya nasıl cevap vereyim?

“–Oğlum dedim, duruma göre şükür zordur, duruma göre sabır zordur.” dedim.

Âmâ talebe dedi ki:

“–Hocam, bana sorarsanız dedi, şükür zordur. Nasıl olsa dünya geçiyor dedi, akıp gidiyor dedi zaman dedi. Zaman eriyor dedi. Şükür zor.” dedi.

Îmânın şükrü, kulluğun şükrü, verdiği nîmetlerin şükrü…

Peygamberlerin üç vazifesi vardır, âyet-i kerîmelerde:

Birincisi; Allâh’ın âyetlerini tebliğ etme. Allâh’ın âyetlerini okuması topluma.

İkincisi; “وَيُزَكِّيهِمْ” iç âlemleri temizlemesi. Allâh’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalpleri temizlemesi. Kalbin Cenâb-ı Hak’la beraber olması.

Üçüncü merhalede de; Kitap ve Hikmet’i telâkkî ettirmek. Yani Kur’ân’la derinleşecek o kul, hikmetle derinleşecek, kâmil bir mü’min, kâmil bir mü’mine olacak. (Bkz. el-Bakara, 129; Âl-i İmrân, 164; el-Cumua, 2)

Yine hikmet ve sır, hâdisât ve vukuâtın sırrî tarafını idrâk edebilmek.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyordu:

“Allâh’a yemin ederim ki, eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, sahralara düşerdiniz, evlerinize dönemezdiniz.” buyuruyor benim bildiğimi bilseydiniz. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Yine İbrahim -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a dost oldu. Malıyla dost oldu, canıyla dost oldu, evlâdıyla dost oldu. Bütün bu fedakârlıklarla dost oldu. Gönül âleminde bütün dünyaya ait tahtlar yıkıldı. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî tecellîleriyle müzeyyen hâle geldi. Kalpte ufuklar açıldı. Yani tâbir câizse, kalbe dürbünler geldi. Mârifetullah’tan tecellîler oldu o kalpte. İbrahim -aleyhisselâm- büyük bir acziyet içinde kaldı:

“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” buyurdu.

“Yâ Rabbi, insanları (yeniden) yarattığın gün, beni o gün mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyurdu.

Yani o kadar fedakârlıktan sonra Cenâb-ı Hak büyük bir nîmet veriyor, fakat öyle bir acziyet içinde kalıyor, yani yaptığı kulluğu az görüyor.

“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ”

“Yâ Rabbi, insanları (yeniden) yarattığın gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyuruyor.

Tabi hikmet ve sırlar, takvâ neticesinde tecellî eder. Cenâb-ı Hak:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Allah’tan korkun, Allah size öğretir...” [el-Bakara, 282]) buyuruyor. Eğer takvâ sahibi olursak, Allah da bize öğretiyor.

Ötelerden mârifetullahtan nasipler ihsan ediyor. Tabi bu, hayatın bütün muhtevâsını yaşamak…

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Hazretleri diyor ki:

“Bu seher benden ilham kesildi diyor. Hiçbir hikmet, hiçbir sünuhat, hiçbir tuluât kalbimde olmadı diyor. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَزِيدَنَّكُمْ

“Eğer şükrederseniz, elbette size nîmetleri artırırım.” (İbrahim, 7)

Tabi bu, maddî nîmetle beraber, mânevî nîmetler, şükrün neticesinde.

Velhâsıl Lokman -aleyhisselâm-’a verilen hikmet neticesinde bir nevî kendisinden şükrü artırması talep edildi.

Diğer taraftan, çok edepli, ibadet ehli, gönlü mâmur, halka karşı şefkatli olduğu için kendisine hikmet verilmiştir.

Lokman’ın oğlu ve hanımı şirk üzerindeydi. Lokman -aleyhisselâm- kendisine lûtfedilen hikmetin bir şükrânesi olarak merhamet ve nezâketle dolu bir üslûpla, yılmadan, onlara nasihat etti. En sonunda onlar da bu rahmet üslûbu karşısında müslüman olup hidâyetle şereflendiler.

Lokman Sûresi, 13-19. okunan âyet-i kerîmelerde bir babanın evlâdına nasihat etmesinin zarûrî olduğu ifade edilmektedir. Fakat burada iki şey var:

–Kalp, rûhâniyetle dolu olacak ki in’ikâs olsun.

–Bir de onun üslûbunu bilecek.

Yani evlâdını öğüt ve nasihatle terbiye etmesi, bir babanın en mühim, ağır mes’ûliyetlerinden biri.

Ondan sonraki âyette 13. âyette, evlâdına nasihatini, Cenâb-ı Hak böyle bize bildiriyor:

“Lokman oğluna öğüt vererek; «Yavrucuğum, Allâh’a şirk koşma (ortak koşma)! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” (Lokmân, 13)

Nasihatin ehemmiyeti hakkında âyette şöyle buyruluyor:

“Sen yine öğüt ver. Çünkü öğüt, mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)

Rasûlullah Efendimiz;

“Din nasihattir.”

Efendimiz’e ashâb-ı kirâm soruyor:

“–Kimin için nasihattir.”

Efendimiz şu mukâbelede bulunuyor:

“–Allah, Kitâb’ı, Rasûl’ü, mü’minlerin idarecileri ve bütün mü’minler için nasihattir.” (Müslim, Îmân, 95)

Demek ki en büyük nasihati biz, Kitap ve Sünnet’ten alacağız.

Tabi bu Kitap ve Sünnet’e ne kadar âşinâ olursak, o kadar tecellî eder.

Cerîr ibn-i Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, namazı tam olarak kılmak, zekâtı hakkıyla verebilmek, her müslümana nasihat etmek üzere biat ettim.” buyuruyor. (Buhârî, Îmân 42, Mevâkît 3, Zekât 2; Müslim, Îmân, 97-98)

Demek ki Efendimiz’e biat ederken namazı tam olarak, huşû ile namazı kılabilmek, zekâtı hakkıyla verebilmek, “فَاعِلُونَ” (Bkz. el-Mü’minûn, 4), ve her müslümana nasihat etmek üzere Rasûlullah’a biat ettim…

Nasihat; aynı zamanda samimiyet, iyi niyet ve hayırhah olmaktır.

Yine vaaz ve nasihat hususunda Cenâb-ı Hak buyuruyor:

(Rasûlüm! Sen) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et...” (en-Nahl, 125)

Demek ki nasihat edecek bir kişinin biraz hikmete âşinâ olması lâzım. Yani her şeyin sırrî tarafına… Cenâb-ı Hak ilimler verdi, kırıntı ilimler. Niye verdi bunu? Burada hikmeti çözebilmek… Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azametini idrâk edebilmek. Demek ki “Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et...” (en-Nahl, 125)

Hem nasihat edecek, hem de orada hikmetleri… Meselâ bir Mesnevî tamamen bir hikmettir. Yunus Emre’nin Dîvân’ı bir hikmettir. Evliyâullâh’ın, Bahâüddîn Nakşibend, Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, hepsinin, evliyâullâh’ın şeyleri büyük bir hikmettir.

Hep onlar, neyle? Hikmetle ve güzel bir öğütle davet ediyorlar. Demek kalbin terakkîsi de şart.

“…Ve onlarla en güzel şekilde mücâde et…” (en-Nahl, 125) buyruluyor. Yani mücâdele…

Yani en uzakta bir insana bile Cenâb-ı Hak “قَوْلًا لَيِّنًا” buyuruyor. Ona yumuşak şekilde… (Bkz. Tâhâ, 44)

Musâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderirken; “قَوْلًا لَيِّنًا” buyurdu.

“…O azdı.” buyurdu, “طَغٰى” “…O (Firavun) azdı.” (Tâhâ, 43) buyuruyor. Fakat o azmasına karşılık -Tanrılık iddiasına kadar gidiyor- sen “قَوْلًا لَيِّنًا” yumuşak şekilde, suyun akışı şekilde ona telkinde bulun buyuruyor Mûsâ -aleyhisselâm-’a. (Bkz. Tâhâ, 44)

Hep bunlar, bir emr-i bi’l-mârûf’un husûsiyetleri olmuş oluyor.

Yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Abbas -radıyallâhu anh-’ın oğluna:

“–Ey İbn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman, fitneye düşmelerine sebep olur.” (Deylemî, V, 359)

Meselâ Efendimiz’e bir çöl bedevîsi gelirdi.

“–Yâ Rasûlâllah! Bana Sen nasihat et.” derdi.

Onun zihninin muhtevâsı şeklinde ona bir nasihat ederdi.

Daha yüksek seviyede bir kişi gelirdi. Ona -meselâ Muaz gibi- ona çok daha ötede bir sohbetler ederdi.

Yani bu da bir… Ne oluyor bunlar da? Kalbin sanatı olmuş oluyor.

Yine Mevlânâ’nın şu îkâzı unutulmamalıdır:

“Ne kadar bilirsen bil, söylediğin, karşındakinin anlayabileceği kadardır.”

Karşındakini tanıyacaksın, onun hâlet-i rûhiyesine, anlayışına göre hitap edeceksin. Onun için Cenâb-ı Hak, Firavun’a gönderirken Mûsâ -aleyhisselâm-’ı; “Leyyin lisan kullan” buyurdu. (Bkz. Tâhâ, 44)

Cenâb-ı Hak Firavun’un îmâna gelmeyeceğini biliyordu muhakkak, mutlaka. Fakat demek ki bu bize bir telkin olmuş oluyor.

Yine Abdurrahmân’ın, babası Ebû Bekir’den rivâyet ettiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Size en büyük günahın ne olduğunu söyleyeyim mi buyuruyor, en büyük günahın ne olduğunu söyleyeyim mi?”

Ashâb-ı kirâm:

“–Evet, buyur yâ Rasûlâllah!” deyince, bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz:

“–Allâh’a ortak koşmak, ana-babaya saygısızlık etmektir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 6)

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER

İslam ve İhsan

KALPLERİMİZİN SAÂDET SERMÂYESİ NEDİR?

Kalplerimizin Saâdet Sermâyesi Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.