Peygamberimizin Sulh Siyaseti

İslâm, her şeyden evvel barışı tercih eder. Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik tebliğ hayatının ilk on dört senesinde savaşa kesinlikle izin verilmemiştir.

Müslümanların, meselelerini konuşup anlaşarak ve sulh yoluyla halletmesi istenmiştir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“Ey îman edenler! Hep birden barışa girin! Sakın şeytanın peşinden gitmeyin! Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 208)

“…Sulh dâimâ hayırlıdır...” (Nisâ, 128)

“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim affeder ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez.” (Şûrâ, 40)

Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) hep sulh taraftarı olmuş, mecbur kalmadıkça savaşa girmemiştir. Bedir’de Kureyşlilerle karşılaştığında onlara birkaç defa elçiler göndererek sulh teklîfinde bulunmuştu. Ancak Ebû Cehil:

“–And olsun ki Allah bize fırsat verdikten sonra öcümüzü almadıkça geri dönmeyeceğiz. Onlara hadlerini bildireceğiz…” diyerek müşrikleri harbe teşvîk etti. (Vâkıdî, I, 61-65)

Rasûlullah (s.a.v) Hudeybiye’de sulhü sağlamak için çok büyük fedâkârlıklar yaptı ve:

“Nefsimi kudret elinde tutan o Zât’a yemin ederim ki, Kureyş müşrikleri, Allah’ın, Harem’inde (çarpışmak, kan dökmek ve akraba haklarını çiğnemek gibi) işlenmesini yasakladığı şeylere tâzîm maksadıyla benden ne kadar müşkil talepte bulunurlarsa bulunsunlar, (sulh için) muhakkak kabûl edeceğim!” buyurdu. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324)

Hudeybiye Musâlahası’nın üzerinden iki sene geçmeden müşrikler anlaşmayı fecî bir ihânetle bozdular. Rasûlullah (s.a.v), sefer hazırlığı için emir buyurdu. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi savaşsız ve kansız bir şekilde netîcelendirmek arzusundaydı. Bunun için birçok stratejik tedbirler aldı:

Öncelikle, nereye gidileceğini gizli tutarak niyetini açıklamadı.[1] Hatta en yakın dostu ve sırdaşı Ebûbekir (r.a) bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Rasûlullah’ın zevcesi Hz. Âişe’ye sormuştu. O da:

“−Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Hevâzinlere gitmek istiyor olabilir!” demişti. (İbn-i Hişâm, IV, 14)

CASUSLUK FAALİYETİ OLMAZDI

Allah Rasûlü (s.a.v), yolları tutturarak Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermedi ve şöyle dua etti:

“Allah’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl! Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)

Düşmanın, Medîne’deki hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için, Sûriye ta­raflarına bir müfreze gönderdi. Medîne’den hareket ettiğinde, aksi istikâmetteki müttefik kabilelere uğradı, dâire biçiminde bir yol takip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırdı.[2] Peygamber Efendimiz sadece Mekke fethinde değil diğer seferlerinde de aynı şekilde hareket ederdi.[3] Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devam ettirdi.[4] Mekke yakınlarına varınca her askere ayrı bir ateş yaktırarak sayıyı çok gösterdi. Neticede Mekke lideri Ebû Süfyan kalabalık bir orduyu âniden karşısında görünce şok oldu, biraz tereddüt geçirdikten sonra savaşa hazırlanmanın mümkün olmadığını anladı. Mekkelilerin muhalefetine rağmen sulhü kabul etti. Böylece binlerce insanın canı kurtarılmış oldu.

MERHAMET SİYASETİ

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah (s.a.v), düzenlediği toplam askerî hareketlerde öyle bir merhamet siyaseti izlemiştir ki, bütün Arap Yarımadası’nı idâresi altına aldığı hâlde, her iki taraftan da fazla kan dökülmesine meydan vermemiştir. Bizzat 29 gazveye katılmış, bunların 16 tanesinde fiilî olarak hiçbir çatışma çıkmamış, karşı tarafla anlaşmalar yapılmıştır. 13 gazvede ise fiilî çatışmaya girmek mecbûriyetinde kalmış ve sahih rivâyetlere göre bunların toplamında müslümanlardan yaklaşık 140 kişi şehit olmuş, düşmanlardan da 335 kişi ölmüştür.[5]

Rasûlullah (s.a.v), birçok yeri, cephe açılmasına mahal vermeden, firâset ve basîret dolu bir ilm-i siyaset takib ederek İslâm devletine bağlamıştır. Yine birçok yeri de sahip olduğu adâlet ve merhamete hayran kalan insanların hidâyete ermesi sûretiyle kendisine bağlamış, silâh kullanmaktan mümkün mertebe kaçınmıştır. Çoğu zaman siyaset ile diplomasiyi kuvvetli bir istihbâratla birleştirip düşmanı savaşmaktan vazgeçirmeye muvaffak olmuş ve böylece dökülen kanın asgarî seviyede kalmasını temin etmiştir. Savaşın müsbet neticelenmesi için ordu kumandanlarını gönderilen bölgeden seçmiş, hatta düşman kabileden olmasını bilhassa tercih etmiştir.[6]

HAÇLILARIN AKILALMAZ ZALİMLİĞİ

Peygamber Efendimiz’in bu anlayışı ile diğer inanç sahiplerinin anlayışı arasında küçük bir mukayese yapmak gerekirse karşımıza şu manzara çıkar: Haçlı orduları Kudüs’e girdiğinde, teslim olan insanları dahi öldürmüşler, kadın, erkek, çocuk yaşlı demeden 70.000 Müslümanı hunharca şehit etmiş, Yahudileri de havralarda yakmışlardır.[7] Haçlılara riyaset eden ve Kudüs kralı olan Godefroy de Bouillon, Papa’ya gönderdiği mektupta:

“Eğer Kudüs’te bulunan düşmanlara ne yapıldığını bilmek isterseniz mâlumunuz olsun ki, Mabed-i Süleyman’ın dehlizinde ve Temple’de (Mescid-i Aksâ’da) bizimkiler Arapların kanları içinde atla geziyorlardı ve kan, atların diz kapaklarına kadar çıkmış bulunuyordu” demiştir.[8]

SELAHADDİN EYYUBİ’NİN MERHAMETİ

Hâlbuki Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri, 1187’de Kudüs’ü tekrar fethettiğinde, hristiyan ordusundan tek bir esiri bile öldürmeye insâfı ve vicdânı elvermemiş, yağmayı da tamamen yasaklamıştır. Esirleri katletmek şöyle dursun, çoğunu tek kuruş bile fidye almadan serbest bırakmıştır.[9]

Biraz daha yakına geldiğimizde medenî olduğunu iddiâ eden milletlerin başlattığı ve 4 sene devam eden I. Dünya Savaşı’nda yaralanan 21.000.000 kişiden 7 milyonu ölmüştür.

Mr. B. H. Tawansend, 31 Ocak 1943 senesinde Hindistan’da yayımlanan günlük bir İngilizce gazetede neşrettiği makalesinde II. Dünya Savaşı’nda yaralananların 37.513.886 kişiden az olmadığını, ölenlerin ise 8.543.515 olduğunu kaydetmiştir.

Hiroşima Belediye Başkanı’nın 20 Ağustos 1949 tarihinde radyoda yaptığı konuşmaya göre, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da tek bir bombayla ölen Japonların sayısı 210.000 - 240.000 arasındadır.

ASLOLAN SULHTUR

Peygamber Efendimiz’in 23 senelik peygamberlik hayatında ölen insan sayısıyla bu rakamlar yan yana getirildiğinde, kimin Allah’ın kullarına daha büyük bir merhamet ve muhabbetle yaklaştığı açıkça görülür.

Peygamber Efendimiz’in bir âdeti de gece baskın yapmayıp sabahı beklemesidir. (Buhârî, Ezân, 6; Müslim, Salât, 9)

Yine Rasûlullah (s.a.v), savaşa ilk başlayan olmaz, düşman başlarsa o zaman hücûm ederdi. Meselâ, Mekke’ye giren askerlerine:

“Size karşı herhangi bir saldırı vâkî olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz!” emrini vermiştir. (İbn-i Hişâm, IV, 28)

Bütün bunlar Peygamber Efendimiz’in, savaş ve anlaşmazlıktan ne kadar nefret ettiğini, sulh ve sükûnetin temini için ne büyük gayretler sarfettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Sulh arayışı ise bir insanın ne kadar sağlam bir karaktere ve büyük bir rûhî muvâzeneye sahip olduğunu gösterir.

Daha sonra gelen Müslümanlar da Allah Rasûlü’nün sünnetini devam ettirmiş, karşı tarafa sulh teklif edip mühlet vermişlerdir. (Tirmizî, Siyer, 1/1548)

[1] İbn-i Sa’d, II, 134.

[2] Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 264-265.

[3] Buhârî, Cihâd, 102.

[4] Nebî Bozkurt, DİA, “Mekke” md. XXVIII, 557. Çünkü Mekke’ye gitmek isteyenlerin orada ihrâma girmesi gerekir.

[5] Bkz. Prof. Dr. M. Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, İstanbul 1991; Dr. Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları İtibâriyle Hazret-i Peygamber’in Savaşları, İstanbul 2005.

[6] Bu hususta tafsilat için bkz. Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları İtibâriyle Hz. Peygamber’in Savaşları, İstanbul 2005.

[7] Gibbon, Historie de la décadence et de la chute de l’Empire romain, II, 670; Prof. Dr. A. Reşid Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, s. 196.

[8] Prof. Dr. A. Reşid Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, s. 196.

[9] Turnagil, a.g.e., s. 196-197, 201.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.