Osman Nûri Topbaş Hocaefendi Ramazan Bayramı Sohbeti (25 Mayıs 2020)

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Erkam Radyo ve Erkam TV'de yayınlanan 25 Mayıs 2020 tarihli Ramazan Bayramı için yapmış olduğu özel sohbeti istifadenize sunuyoruz...

Ramazan Bayramı Özel Sohbeti (25 Mayıs 2020)

Çok muhterem, kıymetli kardeşlerimiz! Bayram-ı Şerîfiniz mübârek olsun.

Ramazân-ı Şerîf, bir takvâ mektebi; bayram da onun mânevî bir şehâdetnâmesi mâhiyetindedir.

Bayram, senenin herhangi bir gününde verilmiyor. Üç aylık bir takvâ mektebinin ardından, yani Receb, Şâban, Ramazan’ın neticesinde Cenâb-ı Hak bir bayram ihsân ediyor.

Bayramın hakîkî saâdetine erebilmek için, tıpkı Ramazân-ı Şerîf gibi, bayramı da ciddî bir kulluk şuuru içinde ihyâ etmek gerekmektedir.

Bayramlar, bir ibadet vecdi içinde yaşanmalıdır. Nitekim bayram gün ve gecelerinde yapılan hamd, şükür, zikir, tekbir ve bütün ferdî ve ictimâî kulluk tezâhürleri, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ mükâfatlarına nâil olmaya vesîledir.

Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulmaktadır:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibadetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalplerin öldüğü gün- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68/1782)

Böyle güzel bir bayram gecelerinin de ayrı bir mükâfâtını Cenâb-ı Hak ihsân ediyor.

Bayram, üç aylarda idrâk edilen takvâ mektebinden lâyıkıyla geçebilenlerin bir mükâfat, bir tebriknâmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın affına, mağfiretine, rızâ ve muhabbetine nâiliyet ümidinin sevincidir.

Bayram, asla ferdî, nefsânî bir tatil günü değildir. Bilâkis, ictimâî bir ibadet günleridir.

Bir müʼmin tek başına bir bayram namazı kılamaz. Kendi kendine bayramı tebrik edemez. Yani bayram, ferdin değil, umûmun sevincidir. Başkalarını sevindirmekle sevinebilmektir. İkram ve ihsân etmenin mânevî hazzıyla rûhu doyurmaktır.

Bu sevinç günlerinin hakîkatine erebilmek için Ramazan gibi, bilhassa muhtaçların, gariplerin gönüllerini hoşnud etmekle bu sevinç günlerinin hakikatine ermek ise Ramazan gibi, bilhassa muhtaçların, gariplerin gönüllerini hoşnud etmekle mümkündür. Zira gerçek bayram saâdeti­nin seyredilebileceği en berrak ayna, bayram ettirilen kırık gönüllerdir.

Merhamet ede­ne merhamet edilir. Hak rızâsı için sevindireni, Allah da o kişiyi sevindirir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe kim gelse muhakkak bir şey verirdi, ikram ederdi. Öyle bir durum olurdu ki; ganimetler gelirdi, bu ganimetlerin kendisine düşen hissesini tevzî ederdi ve onları tevzî etmekle sevinirdi, huzur bulurdu, saâdete ererdi. En nihâyet bir garip daha gelirdi. Efendimizʼin önünde mahzun mahzun dururdu. Efendimiz bir şey verememesi dolayısıyla bazen üzülürdü, bir tarafa doğru dönerdi. Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresiʼnde “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Yani “hiçbir şey veremiyorsan gönlüne sevinç verecek birkaç tesellî edecek söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Demek ki İslâmʼda red yok. İbâdullâhʼı red yok. Daima onun gönlünü alacaksın. Hiçbir imkânın yoksa onlara güzel telkinatta bulunacaksın.

Bir müʼmin, merhameti kadar kâmilleşir. Merhamet olmayan bir yerde insan da yoktur. Orada merhamet filizi yok olur, çürür. Orası bir matem ülkesi hâline gelir. İşte bugün Suriyeʼnin, Myanmarʼın durumları gibi.

Onun için bayram, belli bir kesimin şımarıkça yaşadığı, israf çılgınlıkları ile dolu bir eğlence, zevk u safâ ve rehâvete dalma günü değildir. Bilâkis bayramlar;

– Sıla-i rahimde bulunmak,

– Geçmişlerin ruhunu şâd etmek, yani onlar için sadaka vermek, Kurʼân-ı Kerîm okumak, Cenâb-ı Hakkʼa duâ etmek.

Diğer bir husus;

– Beşerî olarak dargınlıkları-kırgınlıkları ortadan kaldırmak.

Cenâb-ı Hak soruyor:

“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Cenâb-ı Hakkʼın affına nâil olmak için “afüv” sıfatının tecellîsi altında olabilmek için, bir müʼmin de daima kendisine yapılan birtakım yanlışlıkları affetmesi zarûrî. Bu da bir bayram…

Yine bayram;

– Dostluk, kardeşliği artırmak…

Tabi bu, en mühim, zor zamanlarda. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor; “yedi kişiden biri de, kardeşliği îfâ edenler, kardeşliği yaşayanlar.” (Bkz. Buhârî, Ezân, 36) Tabi bu, zor zamanların kardeşliği. Yani bu zor zamanlarda bir müʼmin, kardeşini kendisine zimmetli olarak telâkkî edecek. Onun eksikliğini telâfî etmeye gayret edecek.

Muzdariplere tebessüm ettirecek, muhtaçların, gariplerin, kimsesizlerin sîmâsını tebessüm ettirecek, onların gönüllerine bayram huzuru tattıracak bayramı hakîkî mahiyetiyle Behlül Dânâ Hazretleri şöyle îzah eder:

“Bayram, güzel ve yeni elbiseler giyenler için değil, ilâhî azaptan emîn olanlar, ebedî hüsrandan kurtulanlar için bayram bayramdır. Zira bayram, güzel güzel binitlere binenler için değil, hatâ ve kusurlarını terk ederek hâlis bir kul hâline gelebilenler içindir...”

Tabi esas bayram, muhakkak, âhiret bayramıdır.

Bir zât Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın yanına geldi. Bir bayram günüydü. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- kuru ekmek yiyordu. Dedi ki:

“–Ali dedi, bayram olduğu hâlde, sen kuru ekmek yiyorsun!?” dedi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- esas bayramın kalbin bayramı olduğunu îzah sadedinde:

“–Bayram o kimse içindir ki; orucu makbul olmuş, gayretleri takdir görmüş, günahları bağışlanmıştır. (Ramazanʼdan çıktığı için Hazret-i Ali.) Bugün bize bayramdır, yarın bize bayramdır, Allâh’a âsî olmadığımız (itaat hâlinde olduğumuz, Cenâb-ı Hakkʼı zikrettiğimiz, Cenâb-ı Hakkʼı unutmadığımız) her an, her gün bize bayramdır.” buyurmuştur.

Velhâsıl esas bayram, lezzetli yemekler yiyip güzel elbiseler giymek değil, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk hâlinde yaşayabilmektir.

Hak âşıkları ve ârif kullar nazarında esas bayram; selîm bir kalp;

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) Müsterih bir vicdan ve yüz akıyla Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna varıldığında tadılacak olan bayramdır.

Ömrünü Ramazan rûhâniyetiyle ihyâ eden sâlih kullara, esas olan âhirette ebedî bayramlar buyrulmaktadır:

Ölüm gelene kadar kullukla geçen bir ömrün sonunda, bir “son nefes” bayramı gelecektir.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun, «وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ» ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyruluyor.

Onun için en büyük, en mühim bayram, dünyada bir takvâ üzerinde yaşadıktan sonra bir son nefes bayramı. Zaten bu dünya bir son nefes bayramına hazırlıktır.

Efendimiz buyuruyor:

“Nasıl (yaşarsanız, öyle) ölürsünüz, öyle haşrolunursunuz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Allah cümlemize nasîb eylesin kıymetli kardeşler.

Diğer bir bayram;

Cenâb-ı Hak melekleri gönderecek o sâlih kullarına. Onlar:

“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennet’lerle sevinin!” (Fussilet, 30) diyecekler, Fussilet Sûresiʼnde. Ve bu müjdeye mazhar olabilmenin bayramı var.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“…Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya -Allah korusun- bir Cehennem çukuru…” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Böyle kabrin bir Cennet bahçesi içinde olabilmenin bayramı.

“Kitabını oku! Bugün sana (hesap sorucu olarak) nefsin kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) denilecek.

Mîzanda hayırların ağır gelmesi bayramı var.

Amel defterini sağ taraftan almanın bir bayramı var.

Efendim; Kur’ân-ı Kerîmʼde “اِقْرَاْ”lar var, yani “oku”. Birincisi;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Bu ilk âyet. Yani ilk ders Cenâb-ı Hakʼtan. Yani her gördüğün şeyde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacaksın, Oʼnu okuyacaksın, zikir hâlinde yaşayacaksın.

İkincisi, yine bir “اِقْرَاْ” geliyor. “…Rabbin kerem sahibidir.” (el-Alak, 3)

Cenâb-ı Hakkʼın sana olan ikramını okuyacaksın. Seni insan olarak yarattı. Her gördüğün mahlûkatta Cenâb-ı Hakkʼın sana verdiği nîmetlerini hatırlayacaksın. “Sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34)

Ve Cenâb-ı Hak âmâde kıldı. “Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için.” (Bkz. el-Câsiye, 13) buyrulmaktadır.

Yine bir hesaba ait bir “اِقْرَاْ” daha geliyor “oku”.

“Oku! Bugün (hesap sorucu olarak) nefsin sana kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) İnsan kendisinin kendisi şahidi olacak.

Fakat bir de müjdeli bir “اِقْرَاْ” var. Müjdeli bir “oku” var. O da Hâkka Sûresiʼnin 19. âyetinde:

“İşte o vakit, kitabı sağından verilen kimse (sevinç hâlinde) der ki: «Gelin, kitabımı okuyun!»” (el-Hâkka, 19)

Yani o şehâdetnâmeyi, o Cennet şehâdetnâmesinin sevinci içindedir. Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.

Diğer bir bayram;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefaatine nâiliyet bayramıdır.

Diğer bir bayram;

Herkes Cehennem üzerinden geçecek, buyruluyor âyet-i kerîmede. (Bkz. Meryem, 71)

Kimisi çok hızlı geçecek, kimisi ağır ağır. Tabi o, büyük bir korku. Kimisi de mücrimler de oradan Cehennemʼe atılacak buyruluyor. (Bkz. Meryem, 72; Buhârî, Ezân 129, Tevhîd 24, Rikāk 51; Müslim, Îmân 302, 326, 329)

Demek ki bir bayram da Sırat köprüsünü geçerek âzâd olabilme bayramı.

Yine, Allâh’ın ve meleklerin selâmına mazhar olarak Cennet’e davet edilebilme bayramı var. Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük Cennet’e sevk edilirler, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: «Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya.» derler.” (ez-Zümer, 73)

En dehşetli bayram da bu olmuş oluyor müʼminlere.

Yine, bundan daha da büyük bir bayram var. Bu da; Cenâb-ı Hakk’ın ebedî rızâsına nâil olmuş hâlde Cemâlullâh’ı temâşâ ederler, bu da Ru’yetullah bayramı oluyor.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Bir dolunayı diyor, seyrettiğiniz gibi Cenâb-ı Hakkʼı öyle seyredeceksiniz…” (Bkz. Buhârî, Mevâkît 16, 26; Tefsîr, 50/1; Tevhîd, 24; Müslim, Mesâcid, 211)

Fakat tabi bu nasıl seyir? Bunun keyfiyetini bilemiyoruz, keyfiyeti meçhul.

Müfessir İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Bizim için (o, icmâlî olarak topluyor) üç bayramımız vardır buyuruyor.

Birincisi Ramazan (ve Kurban) bayramıdır. Bu tabiatın, nefsin bayramıdır. (Bir muvaffakıyetten sonra Cenâb-ı Hakkʼın ihsân ettiği bir bayramdır.)

İkincisi, kâmil bir îmanla göçmek sûretiyle ölüm bayramıdır. (Ölüm bir esâsında bir doğuştur. Ebedî bir âleme doğuştur.) Bu, büyük bir bayramdır (buyuruyor İsmail Hakkı Hazretleri).

Üçüncü ise, en büyük bayram ise, âhirette Allâh’ın tecellîsine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.” (Bursevî, I, 295)

Cenâb-ı Hak lûtf u keremiyle cümlemize ihsân eylesin.

Şimdi Muhafaza Zamanı:

Cenâb-ı Hak; biz kullarına olan sonsuz merhametinden dolayı, ömrümüz boyunca nice Ramazân-ı Şerîfler, Kadir Geceleri ve mübârek günler ve geceler ikram ediyor. Hepsi ayrı ayrı bir lûtuf, tefekkür edersek. Ramazan ayrı bir lûtuf, Cenâb-ı Hakkʼa bir vuslat, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştırıyor. Kadir Gecesi, kâʻbına varılmaz bir bayram. Cenâb-ı Hak melekleri indiriyor. Cebrâil iniyor. Kurʼânʼın indiği bir gece. Demek ki Rasûlullah Efendimizʼi ne kadar Cenâb-ı Hak seviyor ki bu geceyi, Kadir Gecesiʼni yalnız -bilebildiğimiz kadarıyla, diğer peygamberlerde yok. Yine Peygamber Efedimizʼi ne kadar sevindiriyor ki Efendimizʼin ümmetine büyük bir nîmet; 83 senenin ecri, bir gecede ihsân ediliyor.

Lâkin bu ikramların kabulü ve âhiret sermâyesi olması için bir şart var:

Muhafaza edilmesi...

Yani amellerin, amel-i sâlih, “اَحْسَنُ عَمَلًا” olabilmesi. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın bu hususta bir îkazı var:

“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabulüne ve korunmasına gösterin.”

Bir âyet var Mü’minûn Sûresi, 60-61. âyet. Amellerimizin kabulünün bir endişesi bildirilmektedir. Âyet-i kerîme şöyledir:

“Onlar; yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rab’lerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar. (O korkuyla, haşyetiyle, ürpererek yaparlar.) İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (el-Mü’minûn, 60-61)

Bu âyet nâzil olduğunda Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Allah Rasûlü’ne sordu -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Âyette zikredilen (ürperen kalp)ler, (bunlar) zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işlediklerinden mi (bunlar ürperirler? Onun korkusu içinde mi olurlar)?”

Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Hayır ey Sıddîk’ın kızı (Âişe)! Âyette anlatılmak istenilen; namaz kıldığı, oruç tuttuğu, sadaka verdiği (ve diğer amelleri işlediği) hâlde, bu ibadetlerinin kabul olup olmadığının endişesiyle korkanlar.” (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

Demek ki burada amelleri “اَحْسَنُ عَمَلًا” olmasına gayret edilecek. Bir de Cenâb-ı Hakʼtan kabulü için Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edilecek. Hep büyük ruhlar bu endişeyi taşımışlardır.

Meselâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri bir talebesine yazdığı mektupta;

“Oğlum, hiçbir amelime güvenmiyorum, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine sığınıyorum.” buyuruyor.

Demek ki kul, geçirdiğimiz Ramazan, Kadir Geceleri, ibadetler, tâatler, hepsinin kabulü için de Cenâb-ı Hakkʼa duâ edecek. Cenâb-ı Hakkʼın rahmeti tecellî edecek.

Bir misal:

Meselâ Yunus -aleyhisselâm- 40 gün irşâd edecekti. 37. gün, 100.000 kişiden 2 kişi hidayete erdi. Üzüldü çok. 3 gün kala terk etti kavmini, bir hüzünle terk etti. Tabi Cenâb-ı Hak, bu, emre itaatsizlik olduğu için bir noktada, üç gün erken, o da üzülerek, insanlar hidâyete ermediği için, balığın karnına atıldı.

Cenâb-ı Hak âyette:

“Eğer o, zikretmeseydi, istiğfar etmeseydi, onu tâ kıyamete kadar balığın karnında bırakacaktık.” buyuruyor. (Bkz. es-Sâffât, 143-144)

Kalem Sûresiʼnde ise, o zikrinin kabulü var:

“Eğer nimetimiz yetişmeseydi, (yani Allâhʼın onun zikrini, istiğfârını kabul etme durumu olmasaydı, Cenâb-ı Hak kabul etmeseydi) kurak bir yere atardık.” buyuruyor bir peygambere. (Bkz. el-Kalem, 48-49)

Demek ki her müʼmin şu endişe içinde olacak; “Benim yaptığım ameller, rızâ-yı ilâhîye uygun mu, acaba kabule karîn mi?”

Onun için Cenâb-ı Hakkʼa daima ilticâ hâlinde olacak, yaptığı amellerin kabulü için. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu hususta bir îkaz hâlinde.

Muallâ bin Fadl var, -rahmetullâhi aleyh-. Sâlih amellerin kabulü için titizlik göstermenin en güzel numunelerindendir onun bu hâli. Buyuruyor ki:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. (Onlar, Ramazanʼın mâhiyetini idrâk edenler.) Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazan’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

Şimdi demek ki bizlere de düşen, geçirdiğimiz bu Ramazanʼın kabulü için de Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ hâlinde olabilmek.

Hamd ü senâlar olsun, bu sene Ramazân-ı Şerîfʼi idrâk ettik.

İnşâallah, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla, merhametiyle;

  • Oruçlarımızı, takvâya erişme gayesine muvâfık bir kıvamda edâ etmeye çalıştık.
  • Gecelerimizi, bilhassa Kadir Gecesi’ni ihyâ etmenin gayreti içinde olduk.
  • Zekâtlar, fitrelerimiz, hayır-hasenatlarımız, bunu fazlasıyla vermeye gayret ettik. Fakir-fukarâyı tebessüm ettirmeye gayret ettik. Vîrâneye dönmüş o kalplere bir huzur hâli vermeye çalıştık.
  • Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, anlamak, hayatımıza nakşetmek için gayretlerimizi artırdık. Sayısız hatimler indirdik...

İnşâallah, Rabbimiz kabul buyurmuştur.

Âdeta; Rabbimiz’in ikrâmı ile, gönül bahçemizde bir gül fidanı yetişti. Şimdi ise bu gül fidanını muhafaza edebilmek, o fideye su verebilmek, onu zararlardan koruyabilmek, -Allah korusun- onu kurutmamak, soldurmamak...

Buna mukâbil onu muhafaza edersek; yani “اَحْسَنُ عَمَلًا / sâlih amellerle) o gül daha da inkişâf eder, oradan goncalar açar. Yani ibadetlerimizden lezzet almaya devam ederiz. İbadetlerimiz bir lezzet hâline gelir. Namaz bir lezzet, ibadetler bir lezzet, hayır-hasenat ayrı bir lezzet hâline gelir.

Ve Ramazân-ı Şerîf’i bu vesîleyle senenin bütün muhtevasına yaygınlaştırırız -inşâallah-. Zira hadîs-i şerîfte buyruluyor;

“Eğer kullar, Ramazân’ın fazîletlerini bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi...” buyruluyor. (Heysemî, c. III, sf. 141)

Ramazân-ı Şerîf’i ömrümüze yaygınlaştırabilmek, ancak şu hasletleri elde etmekle mümkündür:

  • Bir; hayatın med-cezirleri karşısında; sabırların zorlandığı anlarda, sabır taşını çatlatmamak, bilâkis sabır taşından gül goncaları çıkartabilmek.
  • İkincisi; hassas bir gönle sahip olabilmek, yemekle değil yedirmekle doyabilmek. Peygamberler, velîler, hepsi onların, yedirmekle doyarlardı. Rûhâniyeti bir haz içinde olurdu. O haz, onlara açlığını unuttururdu. Ve bu şekilde ruhlarını safâya erdirirlerdi. Dertlere derman olarak huzur bulurlardı.
  • Üçüncüsü; İlâhî affa nâil olabilmek için affetmenin lezzetine kavuşabilmek. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle! (Yani iyilik yapmakla önle kötülüğe karşı)… Sana candan bir dost olur.” buyruluyor. (Bkz. Fussilet, 34)

Yani âyet-i kerîme tam meâliyle, Fussilet 34. âyet:

“…O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Bunu hep, peygamberlerin hayatında görüyoruz. Yusuf -aleyhisselâm-ʼda görüyoruz. Mekke Fethiʼnde Efendimizʼde görüyoruz.

Diğer bir husûsiyet;

  • Duâ hâlinde yaşayabilmek, aczini idrâk edebilmek, hayatı arz-ı endâm değil, arz-ı hâl üzere yaşayabilmektir.

Onun için dergâhlarda bir levha vardı, hâlâ tek tük görüyoruz; o levhada bir “hiç” yazar. Daima insan hiçliğini unutmayacak. Her şeyin Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu olduğunun idrâki içinde olacak.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İbâdurrahman (Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar...” (el-Furkân, 63)

Yani gösteriş, şâşaa, alâyiş, onların kabul etmediği bir hayat tarzıdır. Allah korusun cümlemizi!

  • Hayatın her safhasında örnek bir müslüman olabilmek. Bu da çok mühim. Bilhassa nezâket, zarâfet, hassâsiyette mesâfe alabilmek.

Bu şekilde hâl ile de tebliğ edebilmek. İşte tasavvufu yaşamak da hâl ile tebliğ etmekle mümkündür. Hep evliyâullâha baktığımız zaman, bilhassa bu Altın Silsileʼye, dâima bir hâl ile daima tebliğ hâlinde yaşarlar.

  • Yani yüreğimizi maddî ve mânevî hizmetlere medâr olacak bir rahmet dergâhı hâline getirebilmek.

Mevlânâ bütün evliyâullâhʼın sözcüsüdür, o mâhiyettedir. Sanki evliyâullâhʼın gönül âlemini bize ifade eder:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

Mücrimlere hitap eder. Gel, der. Fakat “بَازآ بَازآ” geri dön, gel, der.

Mâzideki hâlini bildirir:

Küfürdeysen de, neysen de gel, der.

Gönül âlemini bildirir:

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

Bizim gönül dergâhımız, gönlümüz, dergâhımız, bir ümitsizlik dergâhı değildir.

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel.

Yani ısrarla mücrimleri davet eder. Mevlânâʼnın ve evliyâullâhʼın hayatlarına baktığımız zaman, onların hayatları hep müsterşidi irşad mahiyetindedir. O irşad bekleyenlere daima bir irşad mahiyetindedir. Onlarla birçok mücrim, hidâyet bulmuş ve huzur hâlinde olmuşlardır.

Diğer bir husus; yüreğimizi maddî ve mânevî hizmetlere medâr olacak bir rahmet dergâhı hâline getirebilmek, bahsettiğimiz.

  • İrşad bekleyenleri irşâd edebilmek... Çünkü toplumda irşad bekleyen niceleri, kendilerini irşâd edecek gönüllere muhtaçtır. Yani müsterşid/irşad bekleyenler var. Fakat irşad ediciler, hâliyle, kāliyle irşâd edici olması zarûrî.

İşte bu da bir müʼminin vazifesidir. Zira âyet-i kerîmede:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

diyoruz. Burada bir ictimâî, cemî olarak geliyor. (Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk yaparız, ancak Senʼden yardım isteriz.” (el-Fâtiha, 5)

Demek ki Cenâb-ı Hakʼtan yardımın gelmesi için, bu ictimâî kulluk, zarûrî.

Gönül âlemimiz bir dergâh hâline gelecek, o hâlimizle, kālimizle o gönlümüz bir irşad hâlinde olacak.

Bu vasıfları kazanabilmemiz için şu hakîkati gönlümüze nakşetmemiz lâzım:

Kulluk, bir ömür… Muayyen bir zaman için değil. Bir daimî zikir. Namaz, oruç, zekât, hayır-hasenat, bunların bir zamanı var. Bu, zamanla mukayyed. Fakat Cenâb-ı Hakkʼı zikrin bir zamanı yok. Yani zikri, bütün hayatın her safhasına yaygınlaştırmamız. Yani “Allah” lafza-i celâlini, gözümüzün gördüğü her şeyde kalbe nakşedebilmek, kalbe hazmettirebilmek. Hep misaller verir Cenâb-ı Hak:

Gecenin-gündüzün ard arda gelmesinde, toprak terkibinden çıkanlarda, semâ ile vs. ile, Cenâb-ı Hak bizi daimî bir zikre davet ediyor. Bu, zamanla mukayyed değil, bütün zamanı kaplayacak. Cenâb-ı Hak:

“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken daima bir zikir hâlinde olurlar. (Buyuruyor. Nasıl zikir hâlinde olacak?) Göklerin, yerin yaratılışını (ve onun içindekileri derinden derine) tefekkür edecek…” (Âl-i İmrân, 191)

Yani kâinat, bir mekteb-i âlem. Kâinat, ilâhî bir kitap. Ve bu kitabın sayfalarını çevirecek. Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesini, ilâhî kudret akışlarını, ilâhî azamet tecellîlerini, ilâhî nakışları kalp okuyacak. Daima; “Aman yâ Rabbi, aman yâ Rabbi!” diyecek. Bu şekilde zikir, hayatın her safhasına yaygınlaşacak. Bu da kalbin bir sanatı olmuş olacak. Yani Cenâb-ı Hakkʼa vuslat, Cenâb-ı Hakʼla beraberlik olmuş olacak.

Tabi bu beraberliği temin edenler için de Cenâb-ı Hak:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar (o zor günlerde, zor geçitlerde) korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyurmaktadır.

Hattâ bu zikrin daimî hâle gelmesi için bir mütefekkir şöyle buyuruyor:

“Âkiller için bu âlem seyr-i bedâyî (ilâhî azameti, ilâhî sanatı seyretmek, o şekilde Cenâb-ı Hakkʼı unutmamak), fakat -af edersiniz- ahmaklar için de, yemekle şehvet.” buyuruyor.

Şeytanın vesvesesine, nefsin fısıldadıklarına aldanmamak lâzım.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, başından geçen şöyle bir hâdiseyi naklediyor:

Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ oldu. Bu nur, bütün ufku kapladı. “Bu nedir?” diye bakarken, nurdan bana bir ses geldi:

“–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle hoşnudum ki, bundan sonra böyle sana haramları helâl eyledim!” dedi. O nurdan öyle bir nidâ geldi.

Ancak hitap biter bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım, buyuruyor.

“–Çekil git ey mel‘un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmet ve karanlıktır!” dedim.

Bunun üzerine şeytan dedi ki;

“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarttım.” dedi ve uzaklaştı.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri; şeytanın bu hilesini nasıl anladığını soranlara, şöyle cevap verdi:

“–«Sana haramları helâl kıldım.» demesinden!..”

Zira bir kul; bir müddet işlediği sâlih amelleri ve güzel ahlâkı sebebiyle helâl ve harama riâyet mükellefiyetinden muaf tutulacak olsaydı, evvelâ bundan Rasûlullah Efendimiz muaf tutulurdu. O’na dahî böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye tanınacak değildir. Yani hayatımızın bütün safhalarında şerîatin olması zarûrî.

Nasıl ki Ramazân-ı Şerîf’te oruçla bazı helâllerden bile bir müddet kendimizi alıkoyduk, Ramazân-ı Şerîf’ten sonra da haramlara, kerahatlere karşı gözümüzü, kulağımızı, elimizi, dilimizi, velhâsıl bütün uzuvlarımızı takvâ zırhı ile korumaya devam etmek mecburiyetindeyiz. Zira makbul bir kulluk, son nefese kadar ilâhî tâlimatlara riâyet etmekle olur.

Öyleyse; sadece mübârek zamanlarda ibadetlerle meşgul olup akabinde ihmal ve gevşeklik göstermek, -Allah korusun- o çok sakat olur.

Nahl Sûresiʼnin 92. âyetinde:

“...İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan kişi gibi olmayın!..”

Tefsirlerde uzun bunun şeyi var, îzâhı var. Yani yıkanmış tertemiz olmuş, elbiselerini de temiz hâle getirmiş bir kişi; yeniden sokakların kirli sularına dalarsa, elbette o temizliği ziyân etmiş olur. O temizlik zamanından geriye bir hüsran ve nedâmet bırakır.

Gevşememek… Yani Ramazan kıvâmını muhafaza etmenin sırrı da, araya bir inkıtânın girmemesine, bir boşluk bırakmamak…

İnsan, tıpkı içine girdiği kabın şeklini alan su gibi, girdiği hâlin ve mekânın hissiyâtına bürünür.

İnsan” kelimesi, kök olarak, lügat olarak iki kelimeden, bir beraberliği vardır.

Biri “nisyan”: İnsan unutan bir mahlûk. Onun için kul, Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. Onun için zikri, hayatının her safhasına yaygınlaştıracak. Bu mekteb-i âlemin kitabının sayfalarını çok îtinâlı çevirecek ve kalbiyle okuyacak.

İkincisi; “ünsiyet”tir: İnsan, ünsiyet, aynı kökten gelir. Demek ki insan, bir müʼmin de kiminle ünsiyet ettiğinin farkında olacak.

Gazâlî Hazretleri burada buyuruyor ki:

“Zihnî beraberlik diyor, zamanla diyor, kalbî beraberliğe gelir. O da kalpleri öldürür. Onun için kiminle beraber olduğunu iyi düşün.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) buyuruyor.

İnsan tabiatı, tekerrür eden bazı vazifelerden sıkılabilir. Bunun çaresi kullukta bir fire vermek değil, vazifesinin nev‘ini ve sahasını değiştirmektir.

Nitekim bu hususta Efendimiz, hayırda yarışmayı tavsiye eder, sık sık sorardı;

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bugün bir hasta ziyaretine gittiniz mi Allah rızâsı için?

Bugün bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Bir garibi tebessüm ettirdiniz mi?..

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyuruyor, Müʼminûn Sûresiʼnde:

“Onlar, boş şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Demek ki bu zaman çok mühim. En fecî; zamanın israfıdır, zamanı çılgınca ziyan etmektir. Maalesef günümüzde de öyle. Yani televizyonun, internetin, onların bazı programları, bir zaman çılgınlığına götürmektedir.

Niçin dünyaya geldiğini, kimin mülkünde olduğunu, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye, onun farkında olmamak. Yani bir sellerde akan giden kütükler gibi hangi girdapta yok olacağı, helâk olacağı belli değil, Allah korusun!

Bir arkadaşımızın, Allah rahmet eylesin, güzel bir şeyi vardı, teşbihi. O derdi ki:

“Âhirette giyeceğiniz elbiseyi burada dokuyun.” derdi. Yani Cennet dünyada yaşanır, âhirette tekrarlanır daha fazlasıyla.

Dünyada yaşanır; emr-i ilâhînin muhtevâsında olmak sûretiyle, kalp ayrı bir huzur içinde yaşar, ne ahvâlde olursa olsun. Tabi bu, Cennetʼte de -inşâallah- Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla, fazla fazlasıyla Cenâb-ı Hak lûtfeder.

Cenâb-ı Hak yine buyurur.

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])

Bir hayır işini bitirince diğer hayır işine koş.

Onun için bu zaman çok mühim. Cenâb-ı Hak:

وَالْعَصْرِ buyuruyor, “Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1)

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ

“İnsan zarardadır (ziyandadır, kayıptadır).” (el-Asr, 2) Yani maneviyattan uzaksa, isterse Yusuf -aleyhisselâm- kadar güzel olsun, isterse Süleyman -aleyhisselâm- kadar zengin, tasarruf sahibi olsun. Eğer rûhâniyetten, mâneviyattan uzaksa,

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ

“İnsan hüsrandadır.” (el-Asr, 2)

İnsanın dünyada da huzuru, âhirette de huzuru, iki cihan saâdeti, ancak Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği, Kurʼân ve Sünnetʼin muhtevâsında yaşamakla mümkün.

İmâm Şâfiî Hazretleri ne güzel buyurur:

“Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

Hep büyüklerde ibadet ve hayırlı faaliyetlerin çeşitlerini görürüz:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Medîne sokaklarında, boş vaktinde, sırtına çuval alır, fukaraya gıda tevzî ederdi. Kendisi de anlık gafletinden Cenâb-ı Hakkʼa sığınırdı.

“Dicleʼde bir koyun eğer köprüden düşse yarın adl-i ilâhî onu benden sorar!”

Yani bu nedir? Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakabilme tarzı, kendisini bütün mahlûkattan zimmetli görebilme hâlidir.

Yine bunun bir (misâlini) asr-ı saâdette bir kölede görüyoruz: Bir günlük nafakasını aç kalan bir köpekle paylaşıyor.

Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz büyük bir -halife olunca- mesʼûliyet geldi. Ağır bir vazife sırtına yüklendi. Öyle olduğu hâlde, yine eskiden olduğu gibi gidip yetim kızların, kimsesiz, garip kızların hayvanlarının sütlerini sağıyordu.

Yani bir boşluk olmayacak. Allâhʼın emirlerine karşı bir mâzeret de olmayacak, mâzeret uydurmak da olmayacak.

Meselâ Tebük Seferiʼnde, kalbinde nifak alâmeti olanlar;

“‒Bu sıcakta tâ şeye kadar, Tebükʼe kadar sefer mi olur?” dediler. “Bin km. gideceksin dediler o çöl iklimi içinde.”

Ve gitmekten vazgeçtiler kalbinde nifak alâmeti olanlar.

Cenâb-ı Hak da onlar için âyette, Tevbe Sûresiʼnde;

“Cehennem daha sıcaktır.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 81)

Demek ki zorluklar karşısında bir müʼmin, daima Cehennemʼin daha sıcak olduğunu, o zorluklarla da büyük bir mükâfat kazanacağını… Cenâb-ı Hak “قَرْضًا حَسَنًا” (güzel borç) buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11, 18; el-Mâide, 12; el-Müzzemmil, 20; et-Teğâbün, 17)

Ömrü Ramazan kılmak:

Kelâm-ı kibarda buyruluyor: “Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil.” Yani kalbimiz daima bir hassasiyet içinde olacak. Bu hassâsiyet, ömür boyu değişmeyecek, kalbimizde sâbitlenecek. O zaman bütün ömür, Ramazan rûhâniyetini kazanır. Böyle bir ömrün son nefesi, ebedî bir bayram müjdesi olarak gelir -inşâallah-.

Unutmamak lâzım ki müslümanlık, Ramazan’a mahsus ve muayyen günlere ait bir merâsim değil, son nefese kadar yaşanacak bir takvâ hayatıdır. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı her an tecellî hâlindedir. Mühim olan, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını talep hâlinde bulunabilmek.

Bazen Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı ufak, bazen orta, bazen büyük (bir şeyde tecellî eder.) Onun için en ufak bir şeyi ihmâl etmemek gerekir.

Allâhʼın azâbı, o da bazen en ufak, bazen orta, bazen büyük (bir şeyde tecellî eder.) Onun için Allâhʼın men ettiği şeylere karşı kalbin hassâsiyet kazanması, rikkat kazanması. Cenâb-ı Hakkʼın tavsiye ettiği her şeyde bir rikkat ile bir kalbî hassâsiyet ile îfâ edebilmek. Cenâb-ı Hak, o zor günde en ufak şeyler bile tartıya gelecek.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ . وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ .

(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Yani son nefese kadar yaşanan bir takvâ hayatı olacak hayatımız.

Nasıl ki karantina şartlarının hafifletilip normal hayata dönme adımların atıldığı şu günlerde, bir taraftan da;

“–Aman rehâvete kapılmayın!” deniliyor. “Tedbirlere devam edelim!” deniliyor. “Ciddiyeti elden bırakmayalım!” deniliyor. Ramazan’dan sonra da kulluk hayatımızı da, aynı bu şekilde gevşetmekten, rehâvete kapılmaktan sakınmalıyız…

Bu sebeple, Ramazan ayında kazandığımız mânevî kıymetleri Ramazanʼdan sonra da kaybetmemeliyiz.

Neler vardı Ramazanʼda? Oruç vardı.

Demek ki oruç, bir rûhun disiplinidir. Merhametin artmasına vesîledir. Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkür etmeye vesîledir.

Eğer -sıhhati olanlar için, işleri müsâit olanlar için- yine Sünnet-i Seniyye olan bazı günler vardır. Pazartesi, Perşembe, eyyâm-ı biyz vardır. Bu günlerde de, kandil geceleri vardır, eğer gücü-kuvveti olanlar için tutulabilirse ne mutlu!

İkincisi, Allah yolundaki hizmet ve gayretlere devam etmek. Bunlar da zaruret hâlinde nâfile ibadetlerin önüne geçiyor.

Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, bu hakikati ne güzel ifade ediyor:

Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Rasûlullah Efendimiz ve ashâbı, uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı nâfile oruç tutuyordu. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya dalıyorlardı. Oruçlu olmayanlar ise, abdest suyu taşıyorlardı, gölgelenecek çadırlar kuruyorlardı. Ancak iftar vakti geldiğinde, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 100-101)

Demek ki burada hizmet, bir nâfile ibadetin önüne geçtiğini görüyoruz.

Yine, Mescid-i Nebevîʼyi temizleyen siyâhî bir kadın vardı. Efendimiz o hanımı göremedi:

“‒Nerede bu hanım?” dedi.

“‒Efendim dedi, vefât etti, biz de defnettik.”

“‒Niye haber vermediniz?” buyurdu. “O zaman bana kabrini gösterin.” buyurdu. Kabrine gitti, duâ etti. Hattâ yanındakilerin de o duâdan istifâde ettiğini Efendimiz buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 67)

Yine bir sahâbî -Abdullah ibn-i Mesʼûd naklediyor- bir su arkı olan, yeşillik bir yerden, bir vahadan geçerken, şöyle vahayı güzelce seyretti. Dedi;

“–Ben ömrümün sonuna kadar burada ibadetle geçireyim, tefekkürle geçireyim. Fakat bunu Allah Rasûlüʼne sormam lâzım. Sormadan kendi kendime bir iş yapamam.” dedi.

Efendimizʼe gitti sordu.

“–Yok dedi. Yok.” dedi Efendimiz. “Senin dedi, orada şu kadar şu kadar ibadet etmenden, senin yaşaman, tebliğ etmen, çok daha faziletlidir.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

Yani; nâfile ibadetler, farz olan hizmetlere engel olmamalıdır. Yani zamanın îcâbı ve zarureti ne ise onunla meşgul olmak zarûrîdir.

Bugün, kardeşler, îmanların zaafa uğradığı bir devirdeyiz. Ateizm, deizm, kapitalizm, liberalizm vs. mânevî hayatı zaafa uğratmaktadır. Ramazan bereketi, şunu gördük ki, dünyada bu virüs coşarken, memleketimizde asgarîye doğru gitmeye başladı -elhamdü lillâh-. Bu da bir, tarihte baktığımız zaman, bize tarih çok ibret levhaları sevk eder:

Bir Ebrehe ordusunu görürüz. Kâbeʼyi yıkmaya gelir. Cenâb-ı Hak onlara ufacık bir kuşlar, onun içine bir nohut tanesi kadar taşlar konur. O taşlar, o fil ordusunun üzerine atılır. Filin sırtından girer, karnından çıkar, fili yere serer bir nohut tanesi kadar. Ve bir fil mezarlığına döner Mekkeʼnin önü.

Bu, Kâbeʼyi yıkmaya gelenlere bir îkaz, bir cezadır, ağır bir cezadır. Hattâ Ebrehe de orada ölmez; gururla, kibirle çıktığı Yemenʼden, bir rezil şekilde döner, orada ölür. Bir ibret levhası.

Diğer bir ibret levhası:

Nemrut; “ben tanrıyım” dedi. Onu kabul edenlere hediyeler veriyordu. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ile mücadeleye girdi. Ve toz kadar bir topal sinekle hayatına son verildi. Ne şekilde? Bir esirine, o sineğin verdiği ıztırapla alnına “Vur, vur!” diyordu. En nihâyet öyle bir vurdu ki; düştü, orada geberdi gitti.

Baktığımız zaman, o azap inen kavimler var: Âd Kavmi, Semud Kavmi, emsali kavimler, Lût Kavmi vs… Hep bunlara baktığımız zaman bir isyanlar… Âhireti unutmaktan, peygambere karşı gelmekten helâk oluyor. Cenâb-ı Hak bir azap kamçısı indiriyor.

Yine maddî hayata bakıyoruz; bir Titanic vardı. “Bu gemiyi hiç kimse batıramaz!” denildi. Sümme hâşâ, “Allah bile batıramaz!” dediler. İlk seferinde bir buz dağına çarparak ağır ağır gömüldü gitti.

Bir füze yapıldı, bu füzenin adına “meydan okuyan” denildi. Uçuruldu, birkaç dakika sonra havada infilâk etti.

Demek ki burada davet ediliyor. Azap kamçısı davet ediliyor. Davet edildiği zaman, azap kamçısı geliyor, vazifesini îfâ ediyor.

Bugün de dünyada virüs davet edildi. Virüs kendiliğinden gelmedi. Sebepsiz hiçbir şey yoktur. Maalesef, sebebe bakılıyor, Müsebbib unutuluyor. Bu virüsü kim gönderdi? Kim gönderdi? Kim davet etti virüsü? Mazlumların sessiz feryatları, âhları davet etti.

İbrettir bugün, dünyanın çok yerinde, çirkinlik, ahlâksızlık, edepsizlik, âhiretin unutulduğu yerlerde virüs coştukça coşuyor. Baktığımız zaman, Afrikaʼda ise gayet az durumda. Yine baktığımız zaman, bu, Suriyeʼnin huduttaki o çadırlarda hiçbir tek virüsten hasta olan bir tek kişi yok.

Demek ki mazlumların âhı davet etti. Oraya virüs uğramıyor, mazlumlara uğramıyor.

Yine, kim davet etti? “Yâ Rabbi! Üç gündür açım. Ben sizleri Allâhʼa şikâyet edeceğim.” diyen zavallı bir mâsum davet etti belki.

Ahlâksızlık, iğrenç şekilde yaşanan bir hayat davet etti. Âhiret unutuldu. Velhâsıl neticede virüs bu davetle geldi.

Sanal zekâ, bir işe yaramadı. Petrol sıfırlandı. Küresel güçler, bir acziyet içinde kaldı.

Gelelim Türkiyemizʼe. Elhamdü lillâh, burada Ramazân-ı Şerîfʼin berekâtıyla, okunan hatm-i şerîfler, ilticâlar, istiğfarlar, duâlarla -elhamdü lillâh- iyice asgarîye doğru gidiyor. İnşâallah, kısa zamanda yine biz -inşâallah- istiğfarlara devam edelim, amel-i sâlihlere devam edelim. Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edelim. Maddî çarelerin yanında mânevî çarelere de istinâd edelim. İnşâallah kısa zamanda memleketimizden kaybolur gider -inşâallah-.

Yine ayrı bir hizmetin ehemmiyeti:

İbn-i Abbâs. Yani Efendimizʼin amcasının oğlu, İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- Mescid-i Nebevî’de îtikâfa girmişti. Yanına bir kişi geldi. Mahzun mahzun, mağmum/gamlı şekilde oturdu yanında. Tabi hassas bir kalp, bir röntgen gibidir. Cenâb-ı Hak âyette; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- döndü:

“–Kardeşim, senin bir derdin var dedi, sen mağmumsun dedi, nedir derdin?” dedi.

“–Evet dedi, ey Allah Rasûlüʼnün amcasının oğlu, ey Rasûlullahʼın amcasının oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde bir hakkı var, ben ona borçluyum, borcumu ödeyecek tâkatim de yok.”

İbn-i Abbas dedi ki:

“–Sana ben yardım edeyim mi?” dedi.

“–Memnun olurum.” dedi.

Beraber, Ravzaʼdan çıkarken, o kişi dedi ki -o da sâlih bir kişi borçlu:

“‒Efendim, siz îtikâftasınız, îtikâftan dışarı çıkıyorsunuz.” dedi.

İbn-i Abbâs Efendimizʼin kabrine döndü:

“‒Aramızdan yeni ayrılmış olan Fahr-i Kâinat buyurdu ki:

«Bir kişi,  bir müʼmin kardeşinin zarûrî olan bir ihtiyacını telâfî ederse o şu kadar şu kadar îtikâftan efdaldir.” buyurdu.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Demek ki daima şunu görüyoruz:

Farz ibadet hizmet, yerine göre nâfile ibadetin daha ötesine geçiyor.

Tabi bunu yaparken de nâfile ibadeti terk etmek, o da doğru değil. Çünkü nâfile ibadetler de bizi Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştırır. Zira hadîs-i kudsîde buyruluyor:

Kul, farzları hakkıyla îfâ eder, nâfileleri de icrâ eder, onları ihmâl etmez, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşır. Cenâb-ı Hak diyor; “Ben onun gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

Diğer bir husus:

Yine Ramazanʼda tuttuğumuz orucun telkin ettiği merhamet, şefkat, diğergâmlık, cömertlik ve fedakârlığı, Ramazan’dan sonra da bir tabiat-i asliye hâline getirmemiz zarûrî.

Yani hayır-hasenatta bulunmak sadece Ramazan’a mahsus bir ibadet değildir. Müslüman, müslümana her mevsimde bir emânettir. Îmânın ilk meyvesi olan merhamet, mü’minin her zaman fârik bir vasfı olmalıdır.

Zira buyruluyor:

“Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olandır.” buyruluyor. (Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 218; Ahmed, VI, 61)

Bilhassa bu sene salgından korunma tedbirleriyle ictîmâî vazifelerimizden bir kısmını bizzat yerine getiremedik. Bir mücbir sebeple. Sofralar açamadık, sıla-i rahim ve benzeri vazifelerde bulunamadık. Veyahut da bunları çok mahdut bir şekilde îfâ ettik.

İnşâallah, bu tedbirlerin kalkmasından sonra, bunları da kazâ etme niyetiyle gayret etmemiz gerekir. Yani bunların bir kazâsını yapmamız. Tabi bu, nâfile olarak, sünnet-i seniyye olarak. Tedbirler devam ettiği müddetçe de, bu hizmetleri bizim vekâletimizle yerine getiren vakıf ve müesseselere de mânevî destek olmaya devam etmeliyiz. Çünkü bunu da gördük ki zor zamanlarda hakikaten vakıflar, cemiyetler, büyük bir hizmetin içine girdiler.

Yine Ramazân-ı Şerîf’te kazandığımız sahur alışkanlığını, ömürlük bir seher ve teheccüd disiplinine döndürmeliyiz:

Bu teheccüd disiplini de çok mühim. Çöl yolculuğunda bile teheccüd, Efendimizʼin terk etmediği bir namazdı. Bilhassa bu, birçok müjdeleri var, bunlardan biri de kabrin zulmetine karşı büyük bir -elhamdü lillâh- bir ferahlama îfâ edecek.

Cenâb-ı Hak -bu seherler çok mühim-:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

buyuruyor. “…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak seherlerde istiğfar kapılarını açıp kullarını davet ediyor. Seherlerde, birçok mahlûkatla da îkaz ediyor. Meselâ horozlar ötmeye başlıyor. Sanki bir çalar saat. Bazı kelpler ulumaya başlıyor, o da bir îkaz. Atmosfere baktığımız zaman, atmosfer tertemiz hâlde. Çiçeklerin renkleri, kokuları daha güzel şekilde aksediyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bu seher vakitlerinde kullarını birçok vâsıtalarla da bir îkaz hâlinde. Bu şekilde o seherleri îfâ ile gündüzleri de o feyizle kurtaracak menfîliklerden, günahlardan, gafletten bizi uzakta durdurur. Çünkü o zaman gönül âlemi feyz ve rûhâniyetle dolacak seherlerde. Gündüzün nefsânî arzulara karşı bir mukâvemet meydana gelecek. Gündüz de öyle bir rûhâniyetle girecek. O da bir geceye hazırlık olacak. Sanki geceyle gündüz, bir vardiya değiştirecek rûhâniyetle.

İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne bir kişi;

“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir çare öğretir misin?” diye sordu. O da:

“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur.” buyurdu.

Abdullah bin Selâm vardı. Bu, yahudilerin hahambaşıydı. Sonra Efendimiz onun ismini Abdullah koydu. O diyor ki:

Rasûlullah Medîneʼye teşrif ettiğinde insanlar koşarak Oʼnun etrafını sardılar. “Rasûlullah geldi, Rasûlullah geldi, Rasûlullah geldi!” diye davet ediyorlardı. Ben de o zaman bir hahambaşıydım. Fakat şöyle bir seyrettim, dedim, “bu yüz yalan söylemez” dedim ve îmân ettim.

Orada Rasûlullah Efendimizʼden dinlediğim ilk söz şunlardı orada:

“Ey insanlar! Selâmı yayınız…”

Selâm ne? Duâdır. Es-Selâmu Aleyküm! Allâhʼın selâmı, rahmeti üzerine olsun diyorsun. O da sana bir duâ ediyor.

Efendimiz buyuruyor:

“…Ey insanlar! Selâmı yayınız. Yemek yediriniz…”

Yani yedirmekle doymak, rûhâniyeti doyurmak.

“…Akrabalarınızla ilginizi ve onlara yardımınızı devam ettiriniz…”

İctimâîleşme. Bir de çok mühim bir şey var:

“…İnsanlar uyurken, siz geceleri namaz kılınız. Bu sayede selâmetle Cennetʼe girersiniz.” buyuruyor. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 42)

Yani bu, Ramazanʼda alıştığımız bu sahur alışkanlığını, ömürlük bir seher ve teheccüd disiplinine döndürmek.

Yine, Ramazan’da okuduğumuz mukâbeleler, hatimler, Kur’ân ile ünsiyetimiz, her günümüze teşmil etmeye gayret göstermeliyiz.

Ramazân-ı Şerîfʼte Kur’ân-ı Kerîm indi, 11 ayın sultanı oldu. Kadir Gecesi’nde indi; o gece, bin aydan daha hayırlı oldu. Bütün gecelerin en hayırlısı ve en fazîletlisi oldu.

Şunu unutmamak lâzım ki Kur’ân-ı Kerîm, onun ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla kâmil olanlara kıyâmet günü şefaatçi olacaktır. Fakat bunun aksine, onu ihmâl edenlerden de şikâyetçi olacaktır.

Yine bir, ibretli bir hâtıra:

Umreye gittiğim bir sene, oraya devamlı Cennetüʼl-Bakîʼye mevtâlar geliyor, gömülüyor. Bir hadîs-i şerîf var; “Ehl-i Kurʼânʼın, onun cesedi çürümez.” (Bkz. Deylemî, I, 284/1112; Ali el-Müttakî, I, 555/2488)

Orada ben sordum:

“‒Siz buranın yerlisisiniz, burada hiç canlı mezar çıkıyor mu? Yani bedeniyle duran bir mevtâ çıkıyor mu?”

“‒Çıkıyor.” dediler.

“‒Ne yapıyorlar?” dedim.

“‒O çıktığı zaman hemen o mezarı kapatıyorlar, oraya işaret koyuyorlar, onun üzerine gömmüyorlar.”

Bu da bir, Kurʼânʼla yaşamanın bir müjdesi olmuş oluyor. Tabi bunun daha evvelki sohbetlerde birkaç hâtırayı da nakletmiştim.

Efendim; müfessir Fahreddin Râzî, Ramazan’da değil, her hâlükârda yapılan yüksek kulluk vecdi içinde bulunmanın lüzûmunu şöyle îzah ediyor:

“Hak Teâlâ, rızâsının hangi ibadette olduğunu gizlemiştir, bütün ibadetlere rağbet edilsin.

Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın.

İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet gösterilsin.

Kabul ettiği duâyı gizlemiştir ki bütün duâlara îtibâr edilsin.

İsimleri arasında ism-i âzamını gizlemiştir ki bütün isimlerine tâzîm edilsin…”

Dolayısıyla takvâ üzere bir kulluğu Ramazan’dan sonra da, hayatın her ânında yaşamamız lâzım ki son nefese bir hazırlık olsun.

Zira tekrarlarsak, ibadetler; belli zamanlar içinde yapılıp bitirilir; lâkin ubûdiyet, yani kulluk dâimîdir. Yani ibadetin zamanı vardır, kulluğun bir zamanı yoktur.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (el-Hicr, 99) buyruluyor.

Son nefesi îmanla verebilmek için bir garantimiz de yok. Bu yüzden vazifemiz; son nefese kadar Rabbimiz’e sadâkatle kullukta bulunabilmektir.

Burası da çok mühim;

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri:

“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında gördü ve ona:

«–Üstad! Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sordu. Hâce Hazretleri de şu cevâbı verdi:

«–Son nefeste ne ile meşgul olmak gerekirse onunla meşgul olun!»” (Reşahat, s. 130)

Son nefes selâmeti için, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼne neler buyruluyor:

Bir; ilim ve amel:

İlim nedir?

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye. [İbn-i Kesîr, IV, 255])

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

Allâhʼı kalpte tanıyabilmek. Allahʼa güzel bir kul olabilmek, bu şekilde bunu takviye için de “عَمَلًا صَالِحًا”, “اَحْسَنُ عَمَلًا” amellerin en güzelini îfâ edebilmek.

İkincisi; son nefes selâmeti için; istikâmet:

Cenâb-ı Hak:

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

Buyuruyor. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol...” (Hûd, 112)

Efendimiz bu âyet indiği zaman saçında sakalında beyazlar başladı. Bu nereden başladı? Kendisi istikâmet üzerindeydi. Yâsînʼde, “Sen istikâmet üzeresin.” (Yâsîn, 4) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Fakat ümmetin karşılaşacağı iptilâlar karşısında Efendimizʼin ümmetine olan muhabbeti dolayısıyla saçına-sakalına beyazlar düştü.

Diğer bir husus, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼnin son nefes selâmeti için;

Sünnet-i Seniyyeʼye ittibâ:

Bu da;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Her ânımızı Allah Rasûlüʼnün hâliyle mîzan etmemiz lâzım; “Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı, benim bu hâlime tebessüm eder miydi?..”

Diğer bir husus;

Sâlih ve sâdıklarla beraberlik:

Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bir kelbi misal veriyor. “O kelp sâlihlerle, ashâb-ı kehf ile beraber olduğu için Kurʼânî bir ifade kazandı.” buyuruyor Mevlânâ Hazretleri.

Yine çok mühim;

Helâl gıdâ:

İbadette huşûu artırır. Rûha feyz/müsbet enerji verir. Bahâüddîn Nakşibend helâl gıdaya o kadar ehemmiyet verirdi ki pek çok âlim kişi, onun helâl yemeğinden teberrüken yemek için sohbetlerine iştirâk ederlerdi. Ve gelirlerdi; “hastamız var” derlerdi, hastalarına oradan yemek alırlardı, o yemek şifa olsun diye.

Diğer bir husus, yani son nefes selâmeti için;

Cömertlik ve hizmet:

Kendini Allâh’ın mahlûkâtından mes’ûl görebilmek. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ne baktığımızda, birincisi; hastalara bakıyor, kendisine zimmetli olarak görüyor, müʼmin kardeşliği bakımından. O kardeşim bana zimmetlidir, diyor. Hastaların tedavisine, hastaların hizmetine kendisini tahsis ediyor.

İkincisi; Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı. Allah bütün mahlûkâtı bizim için yarattı. Bizim de vazifemiz, bu mahlûkâta hizmettir. Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakmaktır. Yaralı hayvanlara hizmet ediyor.

Yolları temizliyor.

خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسِ

(“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” [Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 128])

Velhâsıl, en büyük dereceleri bu hizmette aldım, buyuruyor.

Yine;

Tevâzu ve hiçlik, tavsiye ettiği:

Kendinden misal vererek:

Âlem buğday ben saman

Herkes yahşi ben yaman

buyuruyor. Yani daima mütevâzı bir insan olabilmek.

Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahman, tevâzu hâlinde olurlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Mütevâzı insan merhametlidir, hizmet ehlidir, diğergâmdır, fedakârdır.

Zikir buyuruyor:

Zikir de tabi, lâfızla beraber kalbin de iştirâk etmesi. Gözün gördüğü her şeyde kalbin Cenâb-ı Hakkʼı hatırlaması, Cenâb-ı Hakkʼa bir istiğfar hâlinde olabilmesi.

Diğer bir taraftan, Ramazân-ı Şerîf’imizin kabûlünün delili, Ramazan’dan sonraki hâlimizin, öncekilerden daha iyi olması…

Ramazân-ı Şerîfʼte girilen yoğun ibadet iklimi, müstesnâ kulluk kıvâmı, ekilen bir toprak gibi. Bu tohumun tutup tutmadığı, yılın diğer aylarında filizlenecek, çiçeklenerek meyve vermesi ile kendini gösterecek.

Yine Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri buyuruyor:

“Ramazân-ı Şerîf, zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”

Merhum pederim Mûsâ Efendi şu nasihatte bulunurdu bizlere:

“Evlâdım, mutlakâ riyâzat hâlinde (yani iktisâda riâyet ederek) yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin (tevzî edin)! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus kalmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın!..”

Velhâsıl Ramazan’ın gönül feyzini, ibadet vecdini, hayatımız boyunca devam ettireceğiz ki, son nefesimiz, ebedî bir bayramın sabahı olsun -inşâallah-.

Rabbimiz’e hamdolsun, bu senenin Ramazân-ı Şerîfʼine kavuşturdu. Lâkin gelecek senenin Ramazanʼına da erecek miyiz, eremeyecek miyiz, meçhul… Geçen sene Ramazan’da olup bu sene olmayanlar, yakınlarımız var. Biz de gelecek Ramazanʼda olacağız mı, olmayacağız mı? Onun için hayatımızı bir Ramazan hâlinde geçirebilmek. Hem gelecek Ramazanʼa Allah ömür verirse mülâkî olabilmek, hem de bu Ramazanʼın hayatımız boyunca devam ettirerek yine bu Ramazanʼın feyz ve rûhâniyet ikliminden istifade edebilmek…

Hayat senedimizin vâdesi meçhul. Ömrümüz ne kadar, takvimimizde kaç yaprak kaldı, bilmiyoruz. Ömür nîmeti bir defaya mahsus; ne tekrarı var, ne de telâfisi var.

Ömrün sonu, yani ecel vakti meçhul, herkes için farklı. Önünde uzun bir ömür olduğunu zanneden kişi, bir mezarlığa gitse; akranı, hattâ kendinden genç nice insanın ömür defterini kapatıp, kabir âlemine intikal etmiş olduğunu görecektir.

“–Nasıl olsa tevbe ederim, Ramazan ve kandil gecelerinde...” Allah korusun, bu çok hatâlı bir şey. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“…Şeytan, sizi Allâhʼın affıyla kandırmasın.” (Lokmân, 33) buyuruyor.

Affolması için de samimî bir niyet ve istikâmet olmak da zarûrî.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- naklediyor:

“Rasûlullâhʼın sağlığında Kudâa Kabîlesiʼnin Beliyy boyuna mensup iki zât, birlikte İslâmʼa girmişlerdi. Bunların birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene sonra yaşayıp öyle vefat etmişti. Talha bin Ubeydullah;

«–Rüyamda, bir sene sonra vefat eden şahsı, şehid düşenden daha önce Cennetʼe girdiğini gördüm ve hayret ettim.» dedi.

Sabah olunca Talhaʼnın bu rüyâsı Efendimizʼe anlatıldı. Rüyayı dinleyen Allah Rasûlü, başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerin mükâfâtını gösteren şu cevabı verdi:

«‒O, şehid olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı? Bir sene altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O hâlde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak.)” (Ahmed, II, 333)

Demek ki şehidlik çok yüksek bir mertebe. Fakat bir kulun bir sıddîk olması, Cenâb-ı Hakkʼa bir kulluk hâlinde yaşaması, demek ki şehidliğin de önüne geçmektedir.

Cenâb-ı Hak yine âyette “…Onlar ne güzel arkadaşlardır.” (en-Nisâ, 69) buyuruyor. Sırayla gidildiği zaman; nebîler buyruluyor, arkadan sıddıklar, şehidler, ondan sonra sâlihler buyruluyor. (Bkz. en-Nisâ, 69)

Demek ki -inşâallah- sıddıklardan olabilmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Buna benzer birkaç rivâyet daha var diğer şahıslarda. Meselâ bir rivâyet daha var:

Üç kişiden biri şehid olmuş, ikincisi şehid olmuş, üçüncüsü uzun ömür yaşamış, ibadetle. Bu uzun ömür yaşayan daha, tabi takvâ üzere, o daha önde gözüküyor. Çünkü onun ömrü daha uzun. Cenâb-ı Hakkʼa kulluk ediyor. (Bkz. Ahmed, I, 163)

Demek ki ömrümüz uzadıkça, yaşlandıkça bunu bir nîmet bilmeli, ibadetlerimizi, tâatlerimizi daha çok artırmaya gayret etmeliyiz ki Cenâb-ı Hak -inşâallah- bizlere de sadâkatimizle sıddıklık makamından Cenâb-ı Hak bir hisse nasîb eylesin.

İbrahim -aleyhisselâm-ʼa indirilen on suhuf’tan şunlar nakledilmiştir:

“Akıl sahibinin belli saatleri olmalıdır (bir vakit disiplini):

–Vaktinin bir kısmını, Rabbine duâ ve münâcâtta,

–Bir kısmını, Yüce Allâh’ın sanat ve kudretini tefekkür etmekte, (neye baksa kalp, azamet-i ilâhiyye ile dehşet hâlinde kalacak; «Aman yâ Rabbi!» diyecek.)

–Bir kısmını da, geçmişte işlediklerini muhâsebe ederek gelecekte yapacaklarını plânlama, (niyetlerini ona göre… «اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ» (“Ameller niyetlere göredir.” [Buhârî, Îman, 41; Müslim, İmâre, 155])

–Bir kısmını da, helâlinden maîşetini kazanmaya ayıracak.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 167; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 124)

Yani kazancının bir kısmını da, onu infâka ayıracak. Âyet-i kerîmede buyruluyor, Münâfikûn Sûresi, 10-11. âyet:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (buyuruyor). Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimsenin (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 10-11)

Son nefeste artık kulluk imtihanı bitmiştir. Kabirde bir kulluk imtihanı yok, âhirette de yok. Burada iki şey buyruluyor. Birincisi, sadaka vermek. Sadaka; bir tebessüm sadakadır, bir müʼmin kardeşinin derdiyle dertlenmen sadakadır, Allâhʼın bütün mahlûkâtına yaptığın merhamet, gösterdiğin merhamet bir sadakadır. Velhâsıl sadaka…

Demek ki insan, bir müʼmin, sadakayı “keşke daha verseydim” diye hayıflanacak. Yani İslâmʼın bütün muhtevâsında yaşamak bir sadakadır. İkinci de, onu teʼyid mâhiyetinde, “sâlihlerden olsam”. Hattâ Efendimiz buyuruyor:

“Sâlihler dahî kendilerini az görecek, keşke daha öteye gitseydim diye.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.”

Tekrarlıyorum kardeşler:

“Bugün amel işleme günüdür, bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. (Bu dünyada hesap sorulmuyor.) Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı da yoktur.” Bitti…

Buna benzer âyet de var, Fâtır 37:

Mücrimler diyecek;

“–Yâ Rabbi, bizi çıkar, biz bu kötü amellerimizi hayra tebdil edelim.”

Cenâb-ı Hak iki şey soracak:

“–Size bir ömür vermedik mi, düşünecek kadar bir zaman vermedik mi? Bir peygamber gelip sizi îkaz etmedi mi? O zaman azâbı tadın!” buyuracak. (Bkz. Fâtır, 37)

Rabbimiz; ömür sermayemizin kalan kısmını, geçen kısmından daha hayırlı olacak şekilde sâlih amellerle ihyâ edebilmeyi, cümlemize nasîb eylesin.

Şu mübârek günler hürmetine, ümmet-i Muham­med’i kazâlardan, belâlardan, âfetlerden, musîbetlerden, bilinmeyen hastalıklardan muhafaza buyursun. Ehl-i İslâm başta olmak üzere bütün dünyayı, maddî ve mânevî salgınlardan muhafaza buyursun, bertaraf olmasını Cenâb-ı Hak nasîb eylesin -inşâallah-.

Çokça duâ edelim ki; “Rabbimiz! Önümüzdeki Ra­mazân-ı Şerîf’e de sıhhat ve âfiyetle mülâkî olalım -inşâallah-.”

Bütün kardeşlerimizin Ramazan Bayramı’nı tebrik ediyoruz.

İbadet ve duâlarımızın kabulü, Ramazân-ı Şerîf’i­mizin de makbul olması niyazıyla. Cenâb-ı Hakkʼa daima ilticâ hâlindeyiz; ibadetlerimizin, duâlarımızın kabul, Ramazân-ı Şerîfʼimizin de makbul olması niyazıyla, devamlı ilticâ hâlinde olmalıyız.

Yine, hulâsaten, kardeşlerimizin de selâmeti için duâ edelim:

Cenâb-ı Hak hastalarımıza şifâ, dertlilere derman, borçlulara edâ, nâmurâd olanları bermurâd, nâşâd olanları karîben handân u şâdân eylesin.

Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.