Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 30 Kasım 2020 Sohbeti

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Peygamber Efendimiz'den bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 30 Kasım 2020 tarihli sohbeti...

30 Kasım 2020 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin, cümle geçmişlerimizin rûh-i şeriflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine,

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanımayı, O’nun üsve-i hasenesinden hisse alabilmeyi Cenâb-ı Hakk’ın nasîb eylemesi niyaz/duâsıyla bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Mevzûmuz; Efendimiz, Efendimiz’in hususiyetleri, O’nunla beraber olabilmek, Allâh’ın rızâsını tahsil edebilmek. Efendimiz’in hâliyle hâllenebilmek.

Efendimiz mâlum, 124 bin peygamberin en zirvesi olmuş oluyor. Bir fâniden ders almadı. Cenâb-ı Hakk’ın talebesi oldu. Ve cihânın muallimi olarak da Cenâb-ı Hak lûtfetti, ihsan etti, ikram etti.

Rabbimiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanımayı nasîb eylesin -inşâallah-.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Tabi dünyada ne kadar seviyorsak, ne kadar amellerimiz beraberse, ne kadar duygularımız/hissiyâtımız beraberse, âhirette de o kadar beraberliğimiz olacak.

İşte ashâb-ı kirâm bunun derdindeydi. Yani insandan bir âbide gördü, bir karakter gördü, bir şahsiyet gördü; hayran oldu. Bütün gayesi; “Acaba ben âhirette de beraber olabilecek miyim?” Derdi bu oldu ashâb-ı kirâmın. Bizim de derdimiz bu olur -inşâallah-. Ashâb-ı kirâmın derdiyle dertlenebilmek. Aynı derdi yaşayabilmek.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“An­dol­sun ki, si­zin için; Al­lâh’a ve âhi­ret gü­nü­ne ka­vu­şmayı umanlar ve Al­lâh’ı çok çok zik­re­denler için, Ra­sû­lul­lah (-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de bir) üs­ve-i ha­se­ne (örnek şahsiyet, örnek karakter) var­dır.” (el-Ahzâb, 21)

Demek ki burada üç şart var, yani Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilmek için. Birincisi;

“Allâh’a kavuşmayı umanlar.” Yani mârifetullah’tan nasip alabilme. Her hâlimizi; “Ben Allah rızâsında mıyım?”

İkincisi:

“Âhirete kavuşmayı umanlar.”

Dâimâ bir âhiret önümüzde olacak. Çünkü her şeyin hesabı verilecek. Zerrelerin hesabı verilecek, hayır ve şer. Âhiret endişesi unutulmayacak.

Üçüncüsü:

“Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikretmek.”

Yani gözümüzün gördüğü her şeyde “Aman yâ Rabbi!” kalbimizin diyebilmesi. Çok çok zikredebilmek. Yani zikri, hayatın her safhasına intikal ettirebilmek.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Cenâb-ı Hak istemiyor kendisini unutmamızı. O’nun nîmetleriyle perverde durumdayız.

“…Göklerin, yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen Sübhan’sın» derler…” (Âl-i İmrân, 191)

Sen sonsuz azamet sahibisin derler.

“…Boş yere yaratmadın derler…” (Âl-i İmrân, 191)

Bu kâinâtı, insanı, bu mahlûkâtı…

“…«Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki zikrin, bütün hayatın her tarafına yayılması. Bu tabi kalbin sanatı olmuş oluyor. Yani zihnî bilgiler vardır. O zihnî bilgiler kâfî değil. Kalbin de devreye girmesi lâzım. Tezkiye lâzım. Tezkiye neticesinde kalbin duyarlı olabilmesi. Birçok menfîlikten kalbin kurtulması, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının mazharı hâline gelebilmesi…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti, yani örnek şahsiyeti, hâli ve ahlâkı, âdeta bir deryâ. Diğer peygamberlerin sîreti ise, oraya dökülen nehir­ler mesâbesinde.

Rasûlullah Efendimiz, kendisinden evvel gelmiş 124 bin küsur peygamberin fârik vasıflarının daha ötesinde. Güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesi…

Meselâ Âdem -aleyhisselâm-’ı tevbe ve istiğfarda görüyoruz. Zelle işlediler. Yasak meyveye yaklaştılar. Cenâb-ı Hak onları dünyaya indirdi ve kırk sene tevbe ve istiğfar ettiler. Fakat tevbe-istiğfârın kabulü için de Rasûlullah Efendimiz’i vâsıta kıldılar.

Efendimiz buyuruyor:

“Ben günde yüz kere tevbe ederim.” buyuruyor.

“Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyin. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 42)

Şimdi; Rasûlullah Efendimiz’in günahı mı var? Zelle işlerse zaten hemen te’yîd-i ilâhî geliyor. Demek ki Rasûlullah Efendimiz bir an gafletinden korkuyor. “Göz açıp kapayıncaya kadar yâ Rabbi, gafletimden Sana sığınırım.” buyuruyor. (Bkz. Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)

Böyle bir teyakkuz hâlinde Efendimiz.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak Âdem -aleyhisselâm-’ın Havvâ Vâlidemiz’in tevbesini Rasûlullah Efendimiz’in vesîlesiyle affetti.

Havvâ Vâlidemiz’le Âdem -aleyhisselâm-’ın nikâhı kıyıldı. Nikâhta da üç sefer mihir olarak salevât-ı şerîfe getirildi.

İdris ve Îsâ -aleyhisselâm-, bu, semâvî peygamberlerdendir. Semâya ref edilmiştir. Cenâb-ı Hak:

“Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık!” (Meryem, 57) buyuruyor İdris -aleyhisselâm-’a, Îsâ -aleyhisselâm- da semâya kaldırıldı.

Rasûlullah Efendimiz daha ötesi “Mîraç” gibi hiçbir kula, hiçbir peygambere nasîb olmayan büyük mertebe, Rasûlullah Efendimiz’e nasîb oldu. Yani semâvîliğin daha ötesinde.

Nûh -aleyhisselâm- 950 sene ümmetini hidâyete dâvet etti. Sonunda tükendi yapılan eziyetler karşısında:

اَنِّى مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ

Dedi. “Yâ Rabbi, artık benim gücüm-kuvvetim kalmadı. Yardım et yâ Rabbi! İntikâmını al!” dedi. Cenâb-ı Hakk’a o şekilde ilticâ etti.

“…Ben mağlûp oldum, bana yardım et (yâ Rabbi)!” (el-Kamer, 10)

Efendimiz ise sabrı tükenmedi. Nice çetin imtihanlarda yoğrulduğu hâlde:

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Hem onu yaşıyordu, hem de onu telkin ediyordu.

Mûsâ -aleyhisselâm-;

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِی

Diyordu. “Yâ Rabbi! Kalbime (gönlüme bir) ferahlık ver.” (Tâhâ, 25) diyordu.

Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz için:

اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ

Buyurdu. “Biz Sen’in göğsünü genişletmedik mi?” (el-İnşirâh, 1)

Hep, Efendimiz’e iltifatlar. Çünkü bütün kâinâta peygamber olacak, cihâna peygamber olacak.

Yusuf -aleyhisselâm- kuyuya atıldı. Başından binbir türlü sıkıntılar geçti. Öz kardeşlerinden bu cefâyı gördü. Fakat onlara güzel bir ders verdi:

“Bugün size başa kakmak ve ayıplamak yok; Allah sizi affetsin! (Dedi.) O, merhametlilerin en merhametlisidir (buyurdu).” (Yûsuf, 92)

Kardeşlerini hidâyete davet etti.

Rasûlullah Efendimiz ise büyük bir af okyanusu…

Mekke Fethi günü, senelerce kendisine her türlü zulmü irtikâb etmiş olan bütün müşrikleri affetti.

Mûsâ -aleyhisselâm- yine (Cenâb-ı Hakk’a) hitâben;

“Rabbim! Bana (kendini) göster; Sen’i göreyim!” dedi. Cenâb-ı Hak:

“  لَنْ تَرٰينِى” buyurdu. “Ben’i göremezsin!” (el-A’râf, 143) buyurdu.

Fakat Rasûlullah Efendimiz’e; قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى buyurdu. “İki yay miktarı kadar” keyfiyeti bizce meçhul bir görüşme oldu Cenâb-ı Hak’la. (Bkz. en-Necm, 9)

Yani bunlar bize, Efendimiz’i yakından tanımak için birer vesîle.

Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a kutsal vâdî Tuvâ’da, geldiği zaman, Cenâb-ı Hak buyurdu -Tâhâ, 12-:

“Muhakkak ki (Ben), evet Ben, senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ’dasın!” buyruldu.

Rasûlullah Efendimiz ise Mîraç’ta böyle bir emirle karşılaşmadı.

Envâru’l-Âşıkîn’de şöyle geçiyor:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Arş’a varınca nalinlerini çıkarmak istedi. Fakat o sırada bir ses işitti:

“–Nalinini çıkarma ki, Arş ve Kürsî Sen’nin nalininin altında olmakla şereflensin.”

Efendimiz buyurdu ki:

“–Ey Rabbim! Kardeşim Mûsâ’ya «Pabuçlarını çıkar!» demiştin.”

Hak Teâlâ da buyurdu ki:

“–Ben’im yanımda sen, Mûsâ gibi değilsin. Mûsâ kelîmimdir, fakat Sen ise gerçekten Ben’im Habîbimsin.” (Envârü’l-Âşıkîn, s. 275-276)

Yani Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük nîmeti, ihsân-ı ilâhî… Her peygamberin bir sıfatı vardı. Efendimiz’in sıfatı da Habîbullah/Allâh’ın Sevgilisi.

Dâvud -aleyhisselâm- da, mâlum “savm-ı Dâvud”u var, ibadetleri var. Fakat Efendimiz ise seherleri, geceden uyanık, ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Secde yerini gözyaşları ile ıslatıyordu. Âişe Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadar kendini yıpratma, üzme; Allah Sen’in geçmiş-gelecek her şeyini affetti.” deyince;

“–Yâ Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuruyordu. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Hep bize dersler bunlar…

Süleyman -aleyhisselâm-’da öyle. Hiçbir kula verilmeyen bir servet verildi. Fakat Rasûlullah Efendimiz daha önündeydi. Ganimetler gelirdi, ev dolup taşardı. Fakat Rasûlullah Efendimiz bunları tevzî ederdi. Tevzî ettiği kimsenin sevinciyle haz duyardı, onunla doyardı.

Yine Yunus -aleyhisselâm- 40 gün tebliğ edecekti. 37. gün üzüldü çok, kavmini terk etti. Balığın karnına atıldı. Cenâb-ı Hakk’ın onun duâsını kabul etmesiyle kurtulmuş oldu.

Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hicret emri gelinceye kadar Mekke’den ayrılmadı.

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden bahsedilen peygamberlere;

“Ey Âdem! Ey Nûh! Ey İbrahim! Ey Mûsâ! Ey Dâvûd! Ey Îsâ!..” diye hitaplar var. Fakat “Yâ Muhammed!” diye bir hitap yok Kur’ân-ı Kerîm’de. Yani:

“Yâ Rasûl! Yâ Nebî!” diye, “Ey örtünen peygamber!” diye sesleniyor. Burada Efendimiz’in ismiyle değil, sıfatlarıyla…

Yine, Efendimiz taşlandı. Kan aktı ayaklarından. Çok müşkül durumda kaldı. Melek geldi:

“–İki dağı çarpalım, Tâif halkı helâk olsun!” dediler.

Efendimiz:

“–Yok.” dedi, döndü Tâif’e duâ etti.

“İnşâallah bunların soylarından mü’min, mü’mine kullar gelir.” diye duâ etti. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Yani nasıl bir yürek!..

Yine kendine izâfe etti o yorgunluğunu:

“Allâh’ım! (Dedi.) Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum (buyurdu).

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim belâlara aldırmam!

İlâhî! Kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar çünkü.

Sen râzı oluncaya kadar, affını diliyorum...” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Yine Mekke’den indi, perişan vaziyette, zayıflamış, yorgun vs. Fuar vardı, fuardakilere dedi ki:

“–Alın beni götürün memleketinize (orada Tâif’te olduğu gibi taşlanacak mı, taşlanmayacak mı belli değil), size birçok şeyler söylemek istiyorum. Fakat mümkün değil, terör var burada.”

Yani nasıl Efendimiz bir canhıraş şekilde, bir kişiyi bile kurtarabilmek.

Bir yahudi çocuğu hidâyet buldu, sevindi.

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

(“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit.” [en-Nasr, 1-2]) Fevç fevç cemaatler îmâna girdi.

Demek ki fedakârlık istiyor, sabır istiyor.

Efendimiz’in hususiyetleri var:

–Habîbullah’tır, yani bütün peygamberlerden efdaldir, O, insanlığın en şereflisidir. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616; Dârimî, Mukaddime, 8; Ahmed, VI, 241; Heysemî, IX, 29)

İnsanlara insanlığı öğretmiştir.

–Rasûlü’s-sekaleyn’dir. Cinlerin ve insin peygamberidir.

–Getirdiği dîn, kıyâmete kadar devam edecektir. Bir harfi bile değişmeden…

–Hâtemü’l-enbiyâ’dır. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 5, 6)

–Makâm-ı Mahmûd, şefaat-i uzmâ kendisine lûtfedilmiştir. (Bkz. Buhârî, Tevhîd, 36; Buhârî, Teyemmüm, 1)

Bir aylık mesâfeden düşmanın kalbine korku salmakla kendisine yardım olunmuştur.

O’na, ümmetine yeryüzü mescid kılınmıştır.

–Daha önce peygamberlere helâl kılınmayan ganimetler, Efendimiz ve ümmetine helâl kılınmıştır.

–Yeryüzü hazinelerinin anahtarları kendisinin önüne konmuştur. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 5, 6)

Fakat o, “ben kral peygamber değil, saltanat peygamberi değil”, bir kul peygamber olarak yaşamasını arzu etmiştir. (Bkz. Heysemî, IX, 192)

Yani tevâzuun da zirvesi.

Her peygamber kendi toplumuna gelmiştir. Efendimiz:

وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])

Âlemlere rahmet… Ne kadar âlem varsa. Her şeye rahmet…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Demek ki biz ne kadar Rasûlullah Efendimiz’le dünyada beraberiz; o kadar da âhirette beraberiz.

Daima her hâlimizde; “Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı, benim ibadetimden, tâatimden, muâmelâtımdan, muâşeretimden Efendimiz râzı olur muydu, tebessüm eder miydi?..”

Demek ki daima mü’min, bu endişe içinde olacak orada beraber olmak için. Ashâb-ı kirâmın endişesi buydu. Dünyada bir âbide gördü. Zengin, nasıl zengin olarak yaşayacağını O’ndan öğrendi. Fakir nasıl fakir olarak yaşayacağını O’ndan öğrendi. Hasta nasıl bir sabredeceğini O’ndan öğrendi. Cihâda giden bir mü’min nasıl bir aşk, vecde girdi, yorulmadı, zor gelmedi… Demek ki ashâb-ı kirâmın hep gönlünde Rasûlullah vardı. O’nu her yere taşıyordu ashâb-ı kirâm. Çin’e giderken Rasûlullâh’ı taşıyordu gönlünde, Semerkand’a taşıyordu, Afrika’ya girerken taşıyordu.

Efendimiz, “Sirâc-ı Münîr”, yani karanlıkları aydınlatan bir ebediyet kandili olarak Cenâb-ı Hak bildiriyor:

“Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (el-Ahzâb, 46) buyuruyor.

Yani O, ilâhî kudretin insanlıkta tecellî eden bir sanat hârikası Efendimiz... Bütün karakterlere misal. Tabi bize de Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir rahmeti. Biz kendimizle ümmet-i Muhammed olmadık. Diğer peygamberlerden birine gelebilirdik. Yahut gâfil olabilirdik. En büyük nîmet.

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün (verdiğimiz) nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmamız. Ve tabi, onun da bedelini ödememiz lâzım.

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyruluyor. (Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 8)

Şunu düşünmek lâzım: Câhiliye dediğimiz o Mekke devri, Medîne’nin o müşriklerin hâlleri, yarı vahşî insanlar… Rasûlullah Efendimiz onlarla nasıl bir fazîletler medeniyeti inşâ etti. Onlara hazine dağıtmadı. Jandarma da yoktu, boyunlarına kılıç da saplanmadı. Ne gördüler? İnsanlıkta bir âbide gördüler, hayran oldular. “Aman dediler, âhirette de beraber olalım…”

Yine buyruluyor:

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de ne güzel etti.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Cenâb-ı Hak da; insanlık bu terbiyeyi görsün ve bu terbiye ile terbiyelensin, Cennet’e girecek bir vize kazansın…

Yani Rasûlullah Efendimiz’i gerçek mânâda tanıyabilmek, kitap satırlarıyla mümkün değil. O’nu tanıyabilmek, ancak hâliyle hâllenmekle gerçekleşir.

Sahâbî Efendilerimiz, hâliyle hâllendi, böylece O’nu daha yakından tanıdı. Dünyanın en büyük lezzet ve saâdetine erdiler. Kıyâmette de beraber olmanın gayreti ve heyecanı içinde yaşadılar.

Hattâ sahâbe öyle bir hâle geldi ki; Efendimiz’in saçını-sakalını berber kestiği zaman kapışıyorlardı. Hattâ tâbiînden bir zât diyor ki;

“–Bana diyor, dünyayı verseler bir tarafa, sakal-ı şerîfi verseler bir tarafa!” diyor.

Bütün velîler, evliyâullah, Efendimiz’i kitaptan okuyarak değil, bir gölgenin sahibine olan ittibâsı gibi Efendimiz’in hâliyle hâllenerek Allâh’ın velî kulları oldu. Yani bir gölgenin sahibine sadâkatiyle. Nasıl insan gölgeden, gölge kendi kendinden ayrılamaz, işte Allâh’ın velî kulları da O’nun gölgesi gibi oldular, her hâliyle…

Demek ki bir kimse, Efendimiz’in terbiyesi altına girdiğinde, Allâh’ın terbiyesi altına girmiş olur.

Âişe Vâlidemiz:

“Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” buyuruyor. (Müslim, Müsâfirîn, 139)

O’nun hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîridir.

Âyet-i kerîmede -Şuarâ-:

“…(Rasûlüm! Kur’ân-ı Kerîm’i) îkaz (ve irşâd) edici olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (Bkz. eş-Şuarâ, 193-195)

Yani Kur’ân-ı Kerîm Rasûlullah Efendimiz’in kalbinden tevzî edildi.

Efendimiz’in 23 senelik hayatı, yani

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])’dan başlayarak

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ

(“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3])’e kadar, son âyet olduğu ihtimâli var, oraya kadar olan nebevî hayat, canlı bir Kur’ân tefsiri. Âyetlere âşinâ olabilmek, o da Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmaya bir vesîledir. Çünkü, Efendimiz tefsiri mâhiyetindeydi.

Efendimiz, doğruluk ve dürüstlük şâhikasıydı.

25 yaşına geldiğinde, Mekke’de sadece O’na “el-Emîn, es-Sâdık” deniyordu. Bazen ismini bile zikretmiyordu halk; “El-Emîn geldi, es-Sâdık geldi, en doğru insan geldi.” diyorlardı.

Efendimiz’i inkâr edenler dahî, Oʼnun hiçbir zaman yalan söylemediğini tasdik ettiler.

Mektup gönderdiği zaman Efendimiz, Herakliyus:

“–Çağırın dedi, bir Arap varsa Mekkeli, gelsin.” dedi.

Herakliyus şunları sordu, ilk defa bir karakter tahlili yaptı:

“–Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” dedi.

Ebû Süfyan müşrikti o zaman;

“–Hayır! O, verdiği her sözü tutar!” dedi.

Ebû Cehil ve arkadaşları günün birinde şöyle demişlerdi:

“–Ey Muhammed, vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; bizim nazarımızda en doğru insan Senʼsin. Ancak biz, Senʼi değil, Sen’in getirmiş olduğunu istemiyoruz.”

Rabbimiz de bunu En’âm Sûresi 33. âyetinde şöyle bildiriyor:

“Onların söylediği sözlerin Sen’i hakîkaten üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 33)

Tabi bu ashâb-ı kirâmın durumu, bilhassa Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“Bir âyet indiği zaman, gökten bir sofra indiğini kabullenirdik.” diyor. Hemen aramızda toplanırdık; “Bu âyette Allâhʼın murâdı nedir?” derdik. “Allâhʼın nasıl rızâsına kavuşabiliriz?” derlerdi. Âyeti müzâkere ederlerdi tatbik etmek için.

Hanımları da, beyleri eve geldiği zaman ilk sordukları soru şu olurdu:

“–Bugün hangi âyet indi? Allah Rasûlü’nün mübârek ağzından ne gibi hadîs-i şerîfler vârid oldu?”

Sen bize onları söyle Efendi, derlerdi. Yani ne kâfileler gelmiş, kâfileler gitmiş, pazarda ne var, fuarlarda ne var, onu sormazlardı.

Beylerini de sabahleyin yolcu ederken;

“–Sakın bizlere haram lokma getirmeyin! Biz açlığa dayanırız ama, Cehennem azâbına dayanamayız!” derlerdi.

Yine Efendimiz’in hakkı tevzî etmesi:

Hayber Savaşı’nın devam ettiği zamanda, Yesâr isimli bir çoban Efendimiz’e geldi. Bir süre Efendimiz’in sohbetini dinledikten sonra:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben artık mü’minim dedi. Müslüman olarak Siz’in safınıza katılmak arzu ediyorum.” dedi.

Fakat Efendimiz buyuruyor ki:

“–Bak dedi, bu koyunlar senin değil dedi. Bu koyunlar emânet dedi. Git dedi bu koyunları sahibine iade et. Ondan sonra gel, kâfilemize katıl.” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebî, Daru’l-Fikr, III, 397-398)

Yani demek ki bir kul, hakkı tevzî etmeyi unutmayacak.

Yine Efendimiz şefkat ve merhamet peygamberiydi. Tabi bizde ne kadar var?

Buyruluyor Tevbe Sûresi’nin 128. âyetinde:

“Andolsun ki size kendi içinizden öyle bir izzetli Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir…”

Yani bir annenin-babanın şefkatinden daha şefkatli. Bir de ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in önünde dövülüyordu, öldürülüyordu, her türlü cefaya katlandırılıyordu. Yani bir anne-baba olarak düşünsek bizim durumumuz ne olabilir?

Yani Efendimiz’in merhameti ise anne-babanın merhametinden çok daha ötedeydi.

Yine âyet-i kerîme:

“…O, size çok düşkündür. Müslümanlara karşı raûf ve rahîm (çok merhametli ve çok şefkatli)dir.” (et-Tevbe, 128)

Bizde ne kadar var, beraber olmak için?..

Âişe Vâlidemiz, “Bir hayvana bile, bir deveye bile şöyle vurduğu mümkün değildi.” diyordu. (Bkz. Müslim, Fedâil, 79)

İbrahim -aleyhisselâm-;

“Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldu. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir.” (İbrâhim, 36)

Îsâ -aleyhisselâm- ise;

“Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sahibisin.” (el-Mâide, 118) Mâide Sûresi.

Efendimiz ise bu âyeti okudu iki âyeti. Sonra ellerini kaldırdı;

“–Yâ Rabbi! Ümmetimi koru dedi, ümmetime merhamet et!” diye yalvardı ve ağlamaya başladı.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak;

“–Ey Cebrâil dedi! -Rabbin her şeyi daha iyi bilir ya- git, Muhammed’e niçin ağladığını sor!” dedi.

Cebrâil geldi. Rasûlullah Efendimiz ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. Cebrâil dönüp durumu haber vermesi üzerine Allah Teâlâ;

“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git -sallâllâhu aleyhi ve sellem- O’na; «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz, Sen’i asla üzmeyeceğiz.» diye bir müjde verdi!” (Bkz. Müslim, Îmân, 346)

Tabi bir şey de, Cehennem’e giren mü’minlerden, onlar bile Rasûlullah Efendimiz’in şefaatiyle Cehennem’den çıkacaklar.

Tabi bize de Efendimiz’in izini tâkip etmek. Bilhassa bugün çok mühim bazı hadîs-i şerîfler. Meselâ Efendimiz buyuruyor ki:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Bugün toplum aydınlanıyor mu, aydınlanmıyor mu? Bakın dükkânlarda bile İngilizce yazıyor, diğer dilde yazıyor, vs. yazıyor. Tabi bu bir, aşağılık duygusu, kötü bir şey bu. Efendimiz; “Aydınlanmayın!” buyuruyor, değil isim, onların şeylerini yazmak… Çünkü İslâm, mü’mine büyük bir karakter ve şahsiyet veriyor. Mükemmel. Daha aşağısına tenezzül etmeyecek. O karakter, o şahsiyeti yaşayacak.

Efendimiz’in şöyle bir duâsı var, bu da çok mühim:

“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsıkın bir yardımını, bir nimetini bana nasîb etme (yâ Rabbi)!.. Çünkü ben bana vahyettiğin (Kur’ân’ın) içinde şunu bulmaktayım:

«Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplum -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk etmez…» (Bkz. el-Mücâdele, 22) (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mücâdele, 22)

Bunlar, îmânın çok kritik tarafları.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7])

Dalâlettekilerden uzak kalmak.

Mâide Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, 55. âyet:

“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Peygamber’dir, bir de Allâh’ın emrine boyun eğerek namazı dos­doğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.”

Gazâlî’de de aynı duâyı naklediyor:

“Allâh’ım! Bana bir fâcirin yardımını nasîb eyleme ki, kalbim onu sevmesin / kalbim ona meyletmesin.” (Bkz. Deylemî, Firdevs, I, 393 [2011])

Rasûlullah Efendimiz ne kadar düşkün ümmetine? Her ferdin Cennetʼte kendisiyle beraber olmasını arzu ediyor. Nasıl bir anne-baba arzu eder, O daha fazla istiyor. Bunun için herkesi kendi seviyesine göre Efendimiz îkaz ediyor, bu tebliğ metodunda.

Meselâ bir bedevî geliyor, bedevî’nin seviyesine göre tebliğ ediyor. Havas’tan bir sahâbî geliyor, ona göre; havâssü’l-havâs’tan geliyor, ona göre.

Yani Efendimiz o kadar bir titizlik içinde ki, bütün ümmetinin Cennet’te beraber olmasını arzu ediyor.

Yine şöyle buyurdu Efendimiz:

“Yavrucuğum, hiç kimse için gönlünde bir hile taşımadan (hiçbir mü’mine, içinde en ufak bir kin ve soğukluk duymadan) sabahlayabilir, akşamlayabilirsen, öyle yap!

Yavrucuğum, bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi ihyâ ederse elbette beni sevmiştir. Kim de beni severse, benimle birlikte Cennetʼte olacaktır.” (Tirmizî, İlim, 16/2678)

Yani Efendimiz’in irşad halkası, insanlığın bütün tabakalarını kucaklayan bir külliye hâlinde idi. Orada hak ve adâlet bakımından, köleyle efendi vardı, zayıfla güçlü vardı, zengin ile fakir vardı, hiçbirinin Efendimiz’in nazarında bir farkı yoktu…

Aşiret reisleri vardı îmâna gelen. Necâşî vardı. Diğer taraftan köleler vardı; Bilâl, Yâsir, Suheyb, Habbâb, Ammâr gibi. Bir taraftan âciz hanımlar vardı; Sümeyye, Lübeyne, Zinnîre, Nehdiye, Ümmü Âbis gibi, himâyeye muhtaç kadınlar... Efendimiz’in, bir kralla zayıf insan, hiç farkı yoktu. Hepsi Allâh’ın kulu. Cenâb-ı Hak onu krallıkla imtihan ediyor, öbürünü yoklukta imtihan ediyor. Kim daha öne geçecek; o âhirette belli olacak.

O’nun cömertliği, fakirlikten korkmayan kimsenin ikram edişinden daha ileri idi.

Mudar Kabîlesi geldi. Perişan bir kabileydi. Böyle, başlarını kumaşın ortasından geçirmiş, açmışlar, şeyleri perişan… Efendimiz onları şöyle bir seyretti;

“–Bilâl, ezan oku!” dedi.

Bilâl ezan okudu -radıyallâhu anh-. Cemaat toplandı. İki rekât namaz kıldırdı Efendimiz:

“–Kimde ne varsa getirsin!” dedi. Zekât değil yani, kimde ne varsa getirsin dedi. Kiminde elinde az bir şey hurma vardı, bir avuç hurma getirdi. Kiminde çoktu, bir çuvala doldurarak getirdi. Ashâb-ı kirâmın bu ikrâmını görünce, Efendimiz’in yüzü pembeleşti, tebessüm etti. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Fakat Efendimiz’e burada da tebessüm ettirmek mümkün.

“…Ben diyor, kabrimde diyor, «ümmetî, ümmetî» diyeceğim…” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

“…Sizin hâlleriniz bana gelir, güzel hâllerinizi görürüm, sevinirim diyor. Menfî hâlleriniz gelir, üzülürüm, istiğfar ederim buyuruyor sizin için.” (Bkz. Heysemî, IX, 24)

Vedâ Haccı’nda:

“…Sakın (günah işleyerek) benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Hazret-i Câbir diyor:

“Kendisinden bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vâkî değildir.” (Müslim, Fedâil, 56)

Zaten âyette de öyle; Cenâb-ı Hak قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Efendimiz’in, gelen ganimetler, geldiği gibi giderdi. Ev bir istasyon gibiydi tâbir câizse. Sonra birisi daha gelirdi, hiçbir şey yok Efendimiz’in, bir şey veremediği için utanırdı. Biraz hafifçe öbür tarafa doğru dönerdi. Cenâb-ı Hak âyette:

“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Eğer hiçbir şey veremiyorsan, onun gönlüne sevinç verecek birkaç sözle tesellî et. Yani bir mü’min mü’mine zimmetli. Bir mü’minin bir mü’mini reddetmesi aslâ yok. Muhakkak onu hiçbir şeyi yoksa tesellî edecek.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmazdı hiç.

“–Yâ Rasûlâllah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle Sen’i mükellef kılmamıştır.” dedi.

Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadı Efendimiz. Belli oldu sîmâlarından. Zâten ashâb-ı kirâm da sîmâsından tanırdı.

Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât şöyle Efendimiz’e baktı:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah dedi! Ver dedi! Arş’ın Sahibi azaltır diye korkma!” dedi.

Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ettiler:

“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Bkz. Heysemî, X, 242)

Yani vermenin hazzını duyabilmek. Bu da tabi kalbin sanatı. Yani verdiği zaman azaldı, diye üzülmemek. Vermesiyle bir mü’min kardeşini sevindirerek onun bir hâcetini giderdiği için, oradan bir haz duyabilmek…

Hep peygamberlerin vasfı, ashâb-ı kirâm, evliyâullâh’ın vasfı…

Yine, mâlum, Efendimiz bir koyun kesti.

“–Âişe! Dağıt.” dedi.

“–Ne kaldı Âişe?” dedi akşamleyin.

“–Bir kürek kemiği kaldı.” dedi.

“–Ne mutlu dedi, elhamdülillâh bütün dağıttıkların bizim oldu, bir kürek kemiği bizim olmadı!” dedi. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Efendimiz’de yani red yoktu.

Bir çocuk geldi:

“–Annem dedi, yâ Rasûlâllah Siz’in bir gömleğinizi istiyor.” dedi.

“–Biraz sonra gel vereyim.” dedi. Tabi, baktı verecek bir şey de yok, biraz sonra geldi, üzerinden gömleği çıkardı, verdi. (Bkz. Vâhidî, s. 294-295)

Sadece, buna benzer, tersi bir hâdise var; Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne mesciddeyken birisi geldi;

“–Ben açım, beni doyur.” dedi.

O da:

“–Bekle dedi, eve gideyim.” dedi. Eve gitti, unuttu. Sabahleyin bir baktı sabah namazında, kenarda vefat etmiş.

Çok üzüldü. Açlıktan vefat etmiş. Hemen bir kefen aldı. Onu defne kadar gitti. Ertesi gün tekrar sabah namazında mescide girdi. Orada, mihrapta:

“–Al kefenini, Allah verdiğin şeyi kabul etmedi!”

Demek ki bir mü’min, bir mü’minin hâcetini o anda görmeli. Göremiyor o anda, onu tesellî etmeli.

Yine buna benzer çok şey var Efendimiz’de.

“–Ebû Zer diyor, Uhud Dağı benim olsa diyor, altın gümüş olsa diyor, onu Allah yolunda harcarım. Öldüğüm günde ondan bir kırat bile kalmasını istemem.” diyor.

Ben de dedim ki:

“–Yâ Rasûlâllah dedim! Kırat mı, kantar mı?” dedim.

“–Ebû Zer dedi! Ben dedi, aza indiriyorum, sen çoğa çıkartıyorsun. Ben âhireti istiyorum, sen ise dünyayı! Bir kırat bırakmazdım diye, bir kırat, bir kırat!” dedim diyor. (Bkz. Heysemî, X, 239)

Zaten vefât ederken de az bir kıratlar vardı. Bunu hemen beş âileye, beş ev halkına dağıttırdı. “Şimdi rahatladım.” dedi vefat etmeden evvel. (Bkz. Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238)

Tabi bu, yıldızlardaki ölçü. Tabi bu bizi aşan bir ölçü ama Efendimiz’in bu ölçülerini de unutmamak lâzım ki nasıl bir İslâm kardeşliği yaşanacak…

Yine burada ibretli bir şey var; Efendimiz buyuruyor:

“Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamberler gördüm, yanında kiminde üç beş kişilik küçük bir grup vardı (îmân eden).

Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Yine peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu (ferd-i vâhid. Peygamber ama ümmeti yok).

Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim zannettim. Bana;

«–Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir.» dendi. Sonra bana;

«–Ufka bak!» denildi.

Baktım ufka, çok büyük bir kalabalık gördüm.

«–İşte bunlar Sen’in ümmetindir. İçlerinden hesapsız ve azapsız Cennet’e gireceklerden yetmiş bin kişi vardır.» dediler.” (Bkz. Müslim, Îmân, 374; Buhârî, Rikāk, 50)

Ya rakamdır yahut da kesretten kinâye…

Efendimiz’in nezâket, zarâfeti bambaşka. Meselâ yanlış bir şey gördüğü zaman “Niye böyle yaptın?” demiyor; “Bana ne oluyor ki ben böyle böyle görüyorum?” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)

Yani galat-ı ru’yeti kendine izâfe ediyor. Yahut:

“Filân, filân, filân niçin böyle böyle yapıyor?” Uzağa atıyor.

Bir mü’minin ayıplanmasına mânî olurdu.

Tam namaza duracaklar, af edersiniz bir kişi yellendi orada. Ona; “Git abdest al.” dese utanacak o.

“–Deve eti yiyenler, hepsi yeni baştan abdest alsın.” buyurdu.

Yine Efendimiz Ravza’ya girdi. Mihrâbın yanına kadar gelince, tam mihrâbın önünde bir tükürük gördü. Gül cemâli birdenbire değişiverdi. Sahâbe hemen anladı, tükürüğü kapattılar, ondan sonra Efendimiz’in rengi yerine geldi. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)

Demek ki bir müslüman, çer-çöp vs. şu-bu hiçbirini açıkta bırakmayacak. Hattâ Fâtih devrinde yollarda kireç ve kömür tozu ki bir hayvan pisliği vs. şu bu, tükürük görünce hemen kapatırlardı.

Yani bir müslümanın gönül âlemi zedelenmeyecek.

Ebû Kursâfe diyor, Efendimiz’in hitâbı:

“Ben, annem ve teyzem, Allah Rasûlü’nün huzûruna gittik. O’na bey’at etti annem ve teyzem. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımız zaman, annem ve teyzem bana:

«–Yavrucuğum, biz bu Zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz, sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz şimdiye kadar. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu (konuşurken).»” (Heysemî, VIII, 279-280)

Abdullah bin Selâm, hicrette bakıyor, şöyle bir seyrediyor, “gösterin” diyor, şöyle bir seyrediyor:

“–Bu yüz diyor, yalan söylemez!” diyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâme, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 451)

Çünkü dâimâ sîret sûrete akseder.

Âişe Vâlidemiz diyor, gece karanlıkta diyor, iğneye ipliği diyor, Rasûlullah Efendimiz’in sîmâsına yaklaşarak geçirirdim, diyor. (Bkz. Sehâvî, el-Kavlü’l-Bedî’, Beyrut 2002, s. 302)

Buyuruyor Âişe Vâlidemiz:

“Mısır ahâlisi diyor, Rasûlullah Efendimiz’in yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı, Yûsuf’un o câzip güzelliği kendilerine bir değer ifade etmezdi.

Züleyhâ’yı kötüleyen kadınlar, Rasûl-i Ekrem’in nur gibi parlayan alnını görselerdi, elleri yerine kalplerini keserlerdi.”

Rasûlullah Efendimiz, kısa zamanda dünyada hiçbir kralın ulaşamayacağı derecede imkânlara kavuştu. O, ideal bir rehber olarak kalpleri fethetti. Yani ayaklarının altına serilen dünya nîmetlerinin hiçbirine iltifat etmedi.

Eski mütevâzı yaşayışına devam etti. Önceki gibi, kerpiçten bir odada sâde ve zâhidâne bir hayat yaşadı. Hurma yaprağıyla doldurulmuş bir şilte üzerinde uyudu. Basit elbiseler giydi. En zayıf insanın hayat tarzının bile altında yaşadı. Bazen de yiyecek hiçbir şey bulamadığı hâlde, Rabbine şükredip açlığını bastırmak için karnına taş bağladı.

Vefât ettiğinde diyor, Hazret-i Âişe Vâlidemiz, üzerindeki elbisede yamalar vardı, buyuruyor. (Bkz. Müslim, Libâs, 35; Tirmizî, Libâs, 10)

Enes rivâyet ediyor Fâtıma Vâlidemiz’den bir ekmek geldi diyor.

“–Bu nedir?” diye sordu.

Fâtıma Vâlidemiz:

“–Pişirdiğim çörektir baba dedi. Sana getirmeden canım çekmedi.” dedi.

Fahr-i Âlem:

“–Kızım dedi, üç gündür babanın ağzına giren ilk lokma budur!” dedi. (İbn-i Sa‘d, I, 400; Heysemî, X, 312)

Tabi bu bizlerle kıyas olmaz. O zirve… Fakat bizim de ders almamız lâzım.

Ebû Hüreyre, çok acıktım diyor. Yiyecek bir şey bulamadığım için karnıma taş bağladım diyor. Kapıya çıktım diyor, Ebû Bekir geldi diyor -radıyallâhu anh-. Belki o doyurur diye, ona bir âyet okudum diyor. Ebû Bekir ise, o da bana âyet okuyarak sorumu cevaplandırdı diyor, sonra da yoluna devam etti diyor.

Ömer çıkageldi diyor. Ona da aynı şekilde davrandı. O da geçti diyor.

Ondan sonra Allah Rasûlü geldi diyor. Ben bir şey söylemeden:

“–Ebû Hüreyre, gel.” dedi diyor. Onu eve davet etti.

Evde bir bakraç süt vardı. Ebû Hüreyre sütü görünce sevindi. Bu beni ancak doyurur dedi, bu süt dedi. Fakat Peygamber Efendimiz:

“–Ebû Hüreyre, git dedi Ashâb-ı Suffe’yi çağır gelsinler.” dedi.

Ebû Hüreyre’nin pek hoşuna gitmedi. “Bu, Suffe ehline de yetmez.” dedi içinden. Fakat Allah Rasûlü’nün emrine itaat ederek gidip Ashâb-ı Suffe’yi çağırdı.

Peygamber Efendimiz, Ebû Hüreyre’ye, bakracı verdi, sütü tek tek bütün Ashâb-ı Suffe’ye ikram etmesini söyledi.

Süt kabını alan her sahâbî, kanıncaya kadar içip kabı iâde etti. Bütün Ashâb-ı Suffe içtikten sonra Ebû Hüreyre kabı Rasûlullah Efendimiz’e uzattı. Efendimiz de aldı, kabı Ebû Hüreyre’ye vererek:

“–Otur ve iç!” dedi. Oturdu, uzun müddet, kanıncaya kadar içti. Efendimiz’e verecek oldu.

“–Yok, tekrar iç!” dedi.

Ebû Hüreyre dedi:

“–Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek hiç yerim kalmadı, artık dışarı çıkacak.” dedi.

Nihâyet Efendimiz kabı aldı, Allâh’a hamd etti, besmele çekti ve sütü içti.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 17)

Yani bir annenin-babanın merhametinden daha öteye bir merhamet. İşte;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Nasıl beraber olacağız, belli değil yani…

Yine, Âişe Vâlidemiz:

Rasûlullah Efendimiz diyor, yaşlı bir kadın geldi diyor, aralarında çok sıcak, samimî bir sohbet geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok alâka gösterdiniz. Kim olduğunu merak ettim.” dedi.

“–Bu dedi, Hatice hayattayken dedi, bize gelip giderdi…” dedi. (Bkz. Hâkim, I, 62/40)

Vefâ… İstanbul’da bir semtin adı olarak kaldı.

Yine tavsiyeleri… Meselâ bir genç geldi.

“–Yâ Rasûlâllah! Ben müslüman oldum dedi, tamam dedi. İslâm’ı da seviyorum dedi. Fakat bana bir şeyde müsâade et.” dedi. İffet zaafı vardı.

“–Yok dedi. Bunu annenin yapmasını ister misin?” dedi.

“–Yok yâ Rasûlâllah! Kurbanın olayım, istemem!” dedi.

“–Kız kardeşinin ister misin, halanın ister misin?..”

“–Yâ Rasûlâllah dedi, vazgeçtim dedi, Allah râzı olsun Siz’den.” dedi. (Bkz. Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

Yani latîf, güzellikle, kızmadan husûsî bir tavırla îkaz ederdi.

Yine, Rasûlullah Efendimiz’in arkasında namaz kılarken, Muâviye bin Hakem anlatıyor:

Cemaatten biri aksırdı. Ben de öbür tarafa “yerhamukellâh” dedim. Cemaat bana dik dik baktı. Konuşmaya başladım:

“–Vay benim başıma gelenler! Yâhu bana niye öyle bakıyorsunuz?” dedim. Onlarla namazın içinde konuşmaya başladım.

Anam-babam Rasûlullâh’a fedâ olsun. Ne önden ne de sonradan bana kızmadı, bir muallim olarak bana:

“–Bak dedi, bu ibadetin adı namazdır dedi. Namaz kılarken dünyâ kelâmı konuşulmaz dedi. Çünkü namaz; tesbîh, tekbîr ve Kur’ân okumaktan ibarettir.” dedi.

Ondan sonra dedim ki

“–Yâ Rasûlâllah! Ben şimdi yeni müslüman oldum…” (Bkz. Müslim, Mesâcid, 33)

Mahlûkat ayrı… Beni yaratan Allah, mahlûkâtı yaratan Allah. Ashâb-ı kirâmda böyle bir duygu gelişti. Hâlbuki eskiden yoktu. Bir koyun yiyecek; koyunu bacağından keserlerdi, bıçağı vururlardı, çıkartırlardı. Yani vahşiyâne bir şey olurdu. Efendimiz orada hayvan haklarını şey yaptı.

Bir karınca yuvası gördü:

“Allâh’ın verdiği cana kıymaya kimin hakkı olabilir dedi. Hangi vicdan yakabilir?” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Eskiden Anadolu’da yakıyorlardı. Bir sürü karınca yanıyordu, kaplumbağa yanıyordu.

Mekke Fethi’ne giderken, bir köpek, yavrularını emziriyordu. “Öbür taraftan geçin!” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 804)

Hep bir nezâket, temiz bir vicdan…

“Hayvanlarınıza, onları yormadan binin, (kullanmadığınız zaman da) onları istirahat ettirin buyurdu...

Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır, Allah Teâlâ’yı o daha çok zikretmektedir.” (Bkz. Ahmed, III, 439)

Tabi, biz hayvanatın, cemâdâtın zikrini bilemiyoruz. Tabi bunu ecdad da Süleymâniye Câmiini yaparken Kânûnî Sultan Süleyman hayvanlara da, taş filân taşıyorlardı. “Aman dedi, yorgun hayvana taşıttırmayın. Aç hayvana taşıttırmayın. Hayvanların hukukuna dikkat edin…”

Sevâde bin Rebî:

“Huzûra çıktım dedi. Bana (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Eve döndüğüm zaman, hâne halkına şöyle söyle dedi bana Efendimiz:

«–Hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzel versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanların sütlerini sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Yani buraya kadar…

Koyun sağan bir kişi gördü:

“–Bak dedi, hepsini sağma dedi, yavrusu var, yavrusuna da bırak!” dedi. (Bkz. Heysemî, VIII, 196)

Tevâzusu öyle Efendimiz’in.

“–Ben dedi, senin dedi, Mekke’de dedi, kuru et yiyen komşunun ben yetimiyim dedi. Onun için benim yanımda böyle heyecanlanma dedi. Ben bir kral değilim!..” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 64)

Ebû Ümâme anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri Kur’ân’dı. Çok zikreder, hutbelerini kısa tutardı. Namazlarını (cemaate göre) kılardı. (Yani hasta varsa, çocuk varsa, ihtiyar varsa, yolcu varsa, kısa okurdu. Fakat geceleri teheccüdde çok uzun okurdu. Ayakları şişerdi buyuruyor.) Bir yoksulun, bir bîçârenin işini görmek için onunla birlikte ihtiyacı görülünceye kadar yürümekten çekinmez ve büyüklenmezdi.” (Bkz. Heysemî, IX, 20. Ayrıca bkz. Nesâî, Cuma, 31)

Ashâbının arasında otururdu. Bu sebeple, bir yabancı geldiğinde, hangisinin Efendimiz olduğunu sormadan bilemezdi. (Bkz. Nesâî, Îmân, 6)

Peygamber Efendimiz’in dört kişinin taşıyabileceği Garrâ adlı bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip duhâ namazı kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler.

Ashâb-ı kirâm da etrafına toplandı. Sahâbîler toplanınca Efendimiz diz çöktü. Bunu gören bedevî:

“–Bu nasıl oturuş?” dedi. Yani Efendimiz’in o güzel, edepli oturuşuna hayran oldu. Dedi ki Efendimiz:

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” Tevâzu... Yine, âdab telkin etti:

“–Yemek kabının kenarlarından başlayarak yiyin. Ortasından yemeyin ki, yemek bereketli olsun!” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773)

Kanaati ayrı…

Hazret-i Ömer, Efendimiz’in bir evini gördü. Ağlamaya başladı.

“–Niye ağlıyorsun Ömer?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah dedi! Kayserler, Kisrâlar, krallar böyle böyle saraylarında, Siz ise bir hasırın üzerinde!..”

“–Ömer dedi, ağlama dedi! Dünyanın bütün nîmetleri, zevkleriyle onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, X, 162)

Hazret-i Ömer zamanında bir Rum elçisi geldi. Hazret-i Ömer’in sarayını sordu.

“–Nerede dedi, sarayı?” dedi.

Şöyle, dolaştı Medîne sokaklarında. Kadın, orada dedi ki:

“–Git dedi, şuradaki ağacın altındaki Zıllullâh’ı gör dedi. Allâh’ın gölgesini gör dedi, şu ağacın altında yatan.” dedi. (Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, 1413. Beyit)

Tabi bu hâdise, Âl-i İmrân’ın 196-197. âyetleri. Ashâb-ı kirâm Mekke devrinde müşriklerin zulüm ve ambargosu altında çok cefâ çekiyorlardı. Kendi aralarında dediler ki bir gün:

“–Bizler, Rabbimiz’e kul olabilmek için her türlü cefaya katlanıyoruz. Allâh’a isyan eden kâfirler ise dünyada rahat rahat dolaşıyorlar. Dünya menfaatlerini istedikleri gibi kullanıyorlar.” diye konuştular.

Bunun üzerine Rabbimiz mü’minlere, dünyadan çok daha hayırlı olan ukbâyı tercih etmelerini emretti. Buyurdu ki:

“İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Beşeriyet adâleti ondan öğrendi.

“Nihayet ben de insanım dedi. Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçer. (Efendimiz bazen kendine izâfe ederdi.)

Kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım dedi, (attı üzerinden şeyi). Kimin malını aldımsa işte malım gelsin alsın.” dedi. (Ahmed, III, 400)

Hattâ Lafayet var, bu, Fransız ihtilâlcilerinden, feylesof. O diyor ki bir şeyinde:

“–Ey diyor, büyük insan diyor (Peygamber Efendimiz’e), Sen’in dünyada tevzî ettiğin hak, hukuku, adâleti, şimdiye kadar kimse tevzî edemedi.” diyor.

Bunun gibi çok gayr-i müslim de takdir hâlindeydi.

Muhataba göre Efendimiz konuşurdu.

“Bana şu altı şey hakkında söz verin, ben de size Cennet’e kefîl olayım:

Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!

(Yalanı Efendimiz hiç sevmezdi. Âyette de Cenâb-ı Hak “Onların hastalıkları artar buyuruyor, yalan söyleyenlerin.” [Bkz. el-Bakara, 10])

Vaatte bulunduğunuz zaman vaadi yerine getirin!

Emânet hususunda güvenilir olun!

İffetinizi koruyun!

Gözlerinizi haramdan muhafaza edin!

Ellerinizi haramdan uzak tutun!” (Ahmed, V, 323)

Savaşta da rahmetti. Bir gün evvel, Bedir’den evvel geldi su istediler, Efendimiz onlara su verdirdi. Sahâbe vermek istemedi. “Yok, verin.” dedi. Niye? Orada müslümanın bir şeyini görecek, merhametini görecek.

Dâimâ Efendimiz, bir rızâ hâlindeydi. Hayatı boyunca çeşitli cefâlar başından geçti. En çok çile çemberinden geçen peygamber benim buyurdu:

“...Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım.” buyuruyor. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

–Yedi evlâdının altısını sağlığında kaybetti.

–Tâif’te hakaret gördü ve taşlandı.

–İlk müslümanların çektiği ıztırap ve cefâlar yüreğini dağladı. Hep Efendimiz’in önünde bunlar yapılıyordu.

–Uhud’da sevgili Hazret-i Hamza, Mus’ab ve benzer sahâbîleri şehîd oldu.

–Bi’r-i Maûne ve Recî vak’asında en kıymetli Ashâb-ı Suffe talebeleri şehîd edildi.

Ve bu, çektiği bu çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini ve kalbî dengesini bozmadı. Bütün bunları büyük bir olgunluk ve rızâ hâliyle yaşadı. Rabbinin rızâsı uğrunda, hiçbir fânî çileye aldırmadı.

Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman, asık bir yüzle, çatık kaşla, abus bir çehreyle görmedi.

Hak Teâlâ’nın huzuru içinde, beraberliğin…

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ

(“…Nerede olsanız O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4])

Dâimâ tebessüm hâlinde yaşadı, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirdi.

Bir gün Efendimiz, bu, zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Koyunların başında, ücretli çalışan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz, çobanın yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen onu çağırdı:

“‒Bizim için kaç gün çalıştın dedi, bizde ne kadar alacağın var!?” dedi.

Efendimizʼin bu suâli üzerine, işine son verileceğini anladı çoban:

“‒Niçin yâ Rasûlâllah? (Dedi.) Yoksa hayvanların bakımını, gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü ise:

“‒Hayır, ondan değil! Lâkin ben, aramızda çalışan insanların… Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum!(Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Bir de bugüne kıyaslayalım…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâlinden hâllenmeyi, Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımayı…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Kıyâmet günü, o zor günde, O’nunla beraber olabilmeyi, ölüm ânımızın hayatımızın en güzel ânı olmasını, hayatımızın da bu tarzda olmasını, bu istikâmette olmasını, bu niyaz, bu duâ ile;

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İslam ve İhsan

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.