Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 21 Eylül 2020 Sohbeti

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Musa Aleyhisselam ve HızırAleyhisselam kısslarından bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 21 Eylül 2020 tarihli sohbeti...

21 Eylül 2020 Sohbeti

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Sohbetimizin bereketli olması için, üç İhlâs, bir Fâtiha;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine,

Hastalarımıza şifâ, dertlilerimize deva, borçlularımıza edâ,

Diğer taraftan, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine,

Bu ilticâ ile, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Mûsâ -aleyhisselâm-’a devam ediyoruz.

Firavun, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

“–O, büyük sihirbazdır.” dedi. Bir şûrâ topladı. Şûrâda dediler ki:

“–Biz dediler, Mısır’ın sihirbazlarını toplayalım. Onlar Mûsâ’yı yenerler. Senin de tanrılığın devam eder Firavun dediler, merak etme.” dediler.

Mısır’ın meşhur sihirbazlarını topladılar. Bir bayram sabahı, bir tarafta Mûsâ -aleyhisselâm- bir tarafta sihirbazlar, böyle bir müsâbaka başlamasını istediler. Halk da toplandı. Velhâsıl müsabaka başladı. Müsâbaka neticesinde sihirbazlar dediler ki:

“–Biz bu deliller karşısında Mûsâ’nın ve Hârun’un Rabbine secde ediyoruz.” dediler.

Firavun kızdı, sinirlendi:

“–Siz dedi, Mûsâ’nın Rabbine kul olmanız için, îman etmeniz için benden izin aldınız mı dedi, bana sordunuz mu?” dedi.

Onlar da dediler ki:

“–Biz bu kadar net bir hâdise karşısında artık size sormaya lüzum yok.” dediler.

O zaman Firavun da daha çok hiddetlendi:

“–Azâbın en çetinini size tatbik edeceğim.” dedi.

Onlar da dediler ki:

“–Firavun, sen fiilinde serbestsin dediler. Biz nasıl olsa Rabbimiz’e döndürüleceğiz. Senin bütün yapacağın zulüm, dünyaya aittir dediler. Daha öteye geçmez dediler. Onun için sen fiilinde serbestsin.” dediler.

Firavun da kolları-bacakları kestirmeye başladı. Çok acı bir manzara; ortalık kan gölüne döndü. Geride kalanlar dediler ki:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

dediler. “Yâ Rabbi! Üzerimize bizim sabır yağdır (sabır dök), bizim müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) dediler. Yani Firavun’a bir taviz vermekten; “Bırak biz gidelim, sen yine tanrılığına devam et.” demediler. Bir taviz vermekten korktular. Bu şekilde bir dua ettiler Cenâb-ı Hakk’a.

Burada Mevlânâ diyor ki:

“Bu diyor, sihirbazlar diyor, rûhun asıl (esas) olduğunu, bedenin de bir gölge olduğunu anladılar diyor. Ve bir an önce bu gölgeyi feda edip asıllarına ulaşmanın gayreti içinde oldular. Yani fenâ fillâh makamına erdiler.” diyor Mevlânâ da.

Firavun üzüldü. Çünkü tanrılığı suya düşüyordu. Diğer taraftan Firavun’un en yakınlarından, hanımı olan Âsiye Vâlidemiz, Mâşıta Hâtun ve sihirbazlar ve birçok kimse de Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tarafına geçtiler.

Bunun üzerine Firavun, veziri Hâmân’a:

“–Bana bir kule yap.” dedi. (Bkz. el-Mü’min, 36-37)

“Kule dedi, çok dedi, ihtişamlı olacak dedi. Ben kulenin en yukarısına atla çıkacağım dedi. Orada dedi, Mûsâ’nın Rabbi ile görüşeceğim dedi. Onun bir pazarlığını yapacağım dedi. Eğer dedi, Mûsâ’nın Rabbini orada ben göremezsem dedi, demek ki Mûsâ sizi kandırıyor diyeceğim.” dedi.

Böyle bir kule yaptı Hâmân da. Fakat Cebrâil gelip bir vurdu, üçe bölündü, kule târumâr oldu. Bundan sonra zulmü daha çok arttı. Yani Kıptîlerin, Firavun cemaatinin Sıptîlere, yani Benî İsrâil’e zulmü daha da arttı.

Benî İsrâil de, bu durumu Mûsâ -aleyhisselâm-’a şikâyet etti. Mûsâ -aleyhisselâm- da onlara dedi ki âyet-i kerîmede:

“…Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz ki yeryüzü Allâh’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Netice, (Allah’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.” (el-A‘râf, 128) dedi.

Onlar da cevaben yine dediler ki:

“–Sen dediler Mûsâ dediler, peygamber olarak gelmeden önce de bize aynı işkence yapılıyordu, şimdi de aynı işkence yapılıyor.” dediler.

Mûsâ -aleyhisselâm- da cevaben dedi ki:

“–Beklenir ki dedi, Rabbiniz dedi, düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar. Sizin durumunuza bakar, takvâ üzere mi yaşayacaksınız, yoksa bir gâfilâne mi yaşayacaksınız? Allah sizin durumunuza bakar.” dedi. (Bkz. el-A‘râf, 129)

Burada da Cenâb-ı Hak, istikbâlin, takvâ sahiplerinin olacağını bildiriyor.

Velhâsıl Kıptîlerin zulümleri devam etti. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, bu zulmün sona ermesi için duâ etti Cenâb-ı Hakk’a. Peş peşe alâmetler gelmeye başladı. Yani Kıptîlerin kavmi üzerine belâlar yağmaya başladı.

Baktığımız zaman geçmiş peygamberlerin hayatlarında da, zulüm kemâle erdiği zaman cezâlar gelmeye başlar.

Baştan kuraklık oldu. Mahsul kıtlığı geldi.

“Onlar (bolluk gelince) iyilik gelince:

«–Bu bizim hakkımızdır.» diyorlardı. Eğer kendilerine bir fenâlık gelirse, «–Bunların uğursuzluğu sizdendir Mûsâ diyorlardı. Ve sana tâbî olanlardandır.» diyorlardı. Onlara gelen uğursuzluk, Allah katındandır. (Mûsâ -aleyhisselâm- o şekilde bir îkaz hâlindeydi.) Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (Bkz el-A‘râf, 131) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Onlar, yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a dediler ki:

“–Bize bir mûcize getirirsen de sana biz inanacak değiliz!” dediler.

Onun üzerine Cenâb-ı Hak ayrı ayrı, musibetler gönderdi. Bir tufan gönderdi. Her şey allak bullak oldu. Çekirge istilâ etti. Her tarafı çekirgeler kapladı. Haşere geldi. Kurbağalar geldi. Tencerenin kapağını açıyordu, oradan, tencerenin içinden kurbağalar çıkıyordu. En son bir kan geldi. Yine onlar büyüklük tasladılar, onlar günahkâr bir kavim oldular. (Bkz. el-A‘râf, 132-133)

Mûsâ -aleyhisselâm-’a geliyorlardı:

“–Ey âlim diyorlardı. Şu işi bertaraf et, biz sana tâbî olacağız.” diyorlardı.

Mûsâ -aleyhisselâm- duâ ediyordu, gidiyordu musibet. Diyorlardı:

“–Mûsâ! Zaten bu gidecekti, senin bir rolün yok burada.” diyorlardı.

Cenâb-ı Hak çekirgeyi gönderdi. Haşere, kurbağalar vs… Her gelişte:

“–Mûsâ diyorlardı, bu zâten gelecekti, bu bir tabiat hâdisesidir…”

Bugün de aynı. Zaten bu mikrop gelecekti, dünyaya yayıldı… Fakat gelmesinin bir sebebi var. Hiçbir şey boşuna değil. Her şey ilâhî takdir ile. Cenâb-ı Hak buyuruyor Kur’ân-ı Kerîm’de:

“…Bir yaprak düşmez Allâh’ın izni olmadan…” (Bkz. el-En‘âm, 59)

Velhâsıl insan, olan hâdiselerden ders alması lâzım.

Ondan sonra en mühim, bir kan oldu. Kıptîler, bu Nil’den bir su alıyorlardı. Tam içecekleri zaman kan rengine dönüyordu, kan oluyordu. Sıptîler, Benî İsrâil su aldığı zaman su berrak renkte oluyordu. Hattâ bir Kıptî dedi ki:

“–Ben dedi, bak seninle aramız iyi dedi. Sen şu Nil’den bir su al dedi. Ben dedi, kan içmekten iğrendim artık dedi. Senin elinden bir su içeyim.” dedi.

Aldı Sıptî, Kıptîye verdi. Yine Kıptî tam içerken kan hâline geldi.

Velhâsıl yine bu düşmanlıklarına “bu bir sihirdir” diyerek devam ettiler. Hâlbuki bu gelen bu musibetler karşısında Benî İsrâil’e bu zulümden vazgeçmesi lâzımdı.

Bugün de baktığımız zaman birtakım, Cenâb-ı Hak tarafından gelen mesajlar var.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu, kıyamete yakın gelecek hâdiseleri bildiriyor. Bugün, geçmiş kavimlerin insanları var aynı şekilde. Yani kahrolan kavimlerin insanları var. Âd Kavmi, Semud Kavmi, Lût Kavmi, Keldânî Kavmi vs... Fakat iş, bunlardan ibret alabilmek için de kulun takvâ sahibi olabilmesi lâzım. Yani kulda tefekkür inkişâf etmesi lâzım.

Neticede bu talimatlara kulak vermeyen, gönül vermeyen, peygamberlerini dinlemeyen toplumlar, neticede hüsrana uğrar. Bunların kalp gözleri körelmiş, idrâki paslanmış, basîreti dumûra uğramış kimselerdir.

Asr-ı saâdette de böyleydi. Meselâ Velid bin Muğîre vardı. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğunu idrak etti.

“–Evet dedi, ben dedi, sihri bilirim dedi, şiiri bilirim dedi, şiirle konuşurum dedi. Bu şiir de değildir, kehânet de değildir, şiir de değildir dedi. Fakat dedi, bu dedi, bana gelmeliydi dedi. Ben peygamber olmalıydım.” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 385. Krş. ez-Zuhruf, 31)

Velhâsıl gâfillerin durumu bu.

Tabi bunun da kibir, felâkete götürüyor, en büyük hâdise kibir.

“(Hazret-i) Mûsâ (aleyhisselâm) da:

«–Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a sığındım!» dedi.” (el-Mü’min, 27)

Kibir, -Allah korusun- insanı felâkete götüren en büyük bir musibet.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan, Cennet’e giremez.” buyuruyor. (Müslim, Îmân, 147)

Velhâsıl tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok.

Cenâb-ı Hak Furkan Sûresi’nde:

“İbâdurrahmân (Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) mütevâzı olarak yürürler…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan gelen bu büyük mûcizeler karşısında bir acze düştü. Halkın tevhid dînine gireceğinden korktu, endişe etti. Nil’in kenarında bir otağ kurdu. Gelip geçenlere:

“…«–Ey kavmim! Mısır mülkü (benim değil mi) ve ırmak da benim değil mi? (dedi.) Hâlâ bunu siz görmüyor musunuz? (dedi. Yani tanrılığını güçlendirmeye çalışıyordu. Sonra Mûsâ -aleyhisselâm-’ı itham etti:)

Yoksa (dedi) ben, zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim? (Dedi.) (Bkz. ez-Zuhruf, 51-52)

Yine ona, eğer peygamberliğine şâhit olması için bir alâmet bildirdi:

“Ona (dedi) altından bilezikler mi verildi dedi. Onun yanında yardımcı melekler mi geldi, dedi.” (Bkz. ez-Zuhruf, 53)

Velhâsıl Firavun böyle halkı yine kendine toplamaya çalışıyordu. Böylece, âyet-i kerîmede:

“Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler. Onlar fâsık bir kavimdir.” (ez-Zuhruf, 54) buyruluyor.

Mûsâ -aleyhisselâm- da yapılan bu zulümler karşısında:

“…Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et; kalplerine sıkıntı ver (ki Sana dönsünler, îman etsinler).»” (Yûnus, 88) diye duâ etti Mûsâ -aleyhisselâm- da.

Bundan sonra Kıptî halkında cilt hastalığı başladı. Kuraklık oldu. Her Kıptî âilesine ayrı ayrı musîbetler geldi. Firavun bu belâlarla meşgulken, Cenâb-ı Hak’tan Mûsâ -aleyhisselâm-’a şöyle bir emir geldi:

“…Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın, (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç!..” (Tâhâ, 77)

Mûsâ -aleyhisselâm- topladı hepsini, bir yola çıktılar. Tam denize geldiler, Kızıldeniz’e. Arkadan, Firavun da etrafını toplayarak geldi. İyice yaklaştı. Çok yakın bir mesafe oldu. Mûsâ -aleyhisselâm- asâsını vurdu, on iki tane yol açıldı. O on iki yoldan Benî İsrâil kavmi geçmeye başladı. Firavun da öbür taraftan, dedi halkına, askerlerine:

“–Bakın dedi, benim şiddetimden, benim celâdetimden dedi, deniz dedi, yol hâline geldi dedi. Haydi dedi, yürüyün.” dedi.

Yani Firavun istidrac sahibiydi. Kendi istidrâcıyla böyle yollar olduğunu zannetti.

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bütün kavmi geçtikten sonra yine yollar kalktı. Fakat şey de o yola girmiş oldu, Firavun da. Firavun, velhâsıl, orada helâk oldu, boğuldu.

Firavun dedi ki:

“–Evet dedi, ben gerçekten İsrâiloğulları’nın Rabbini kabul ettim dedi. Ben de müslümanlardanım!” dedi. (Bkz. Yûnus, 90)

Fakat artık ilâhî azametler tecellî ettiği zaman, îmân etmenin bir kıymeti yok. Cenâb-ı Hak da Firavun’a şöyle hitâb ediyor âyet-i kerîmede:

“Şimdi mi (sen îman ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel (ömrün boyunca) isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun!” (Yûnus, 91)

Yani belâ gelince uslanmış, sâlim kalınca tekrar eski isyânına devam etmiştin! Şimdi böyle yapacağın için artık senin îmâna dönmen geçersizdir.

“Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere) atacağız, arkandan geleceklere bir ibret olsun! (Bununla beraber) insanlardan birçoğu Biz’im âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)

Müfessir Zemahşerî diyor ki:

“Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir hâlde, çıplak olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak göstereceğiz.”

Nitekim bugün İngiltere’de bir müzede Firavun’un cesedi böyle secde eder gibi, aynı, noksansız olarak durmakta. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî bir mûcizesi.

Tabi sırf bu değil. Çok ibretler var bugün mûcize. Sodom-Gomore var, Pompei var, yani ahlâksızlık şehirleri…

Firavun’un helâkinden almamız gereken hisse nedir?

–Bu, kibrin felâketi. Kibir, ahmaklaştırıyor. Kalbine kibir, bir perde indiriyor.

–Madde, insanın gönül dünyasına göre şekil alır. Burada görüyoruz, deniz bir selâmet deryası oldu. Firavun ehline de bir felâket oldu.

Firavun’un kahrolmasından sonra Kızıldeniz’de, halk toplandı. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- da onlara fasih ve beliğ öğütler vermeye başladı. Burası da çok mühim. Bir kişi kalktı dedi ki:

“–Mûsâ dedi, en âlim sen misin dedi, senden büyük âlim var mı dünyada?” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- da ya sükût etti, yani zımnen “ben” der gibi oldu. Veyahut da Mûsâ -aleyhisselâm- da “benim” dedi.

Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-’a bir sefer başlatıyor Cenâb-ı Hak. Ve burada Mûsâ -aleyhisselâm- “ben” demesi dolayısıyla veyahut da sükût etmekle zımnen “ben” demesi dolayısıyla bir Mûsâ -aleyhisselâm-’a Cenâb-ı Hak acziyetini hatırlatacaktı. Kendinden daha aşağı bir kişi, Mûsâ -aleyhisselâm-’a ders verecekti.

Mûsâ -aleyhisselâm- bir şerîat vaz etti, tam bir şerîat. Toplumda her bakımdan bir düzen/intizam meydana geldi. Fakat şimdi Cenâb-ı Hak onu bir yolculuğa çıkarıyor, o yolculukta Mûsâ -aleyhisselâm- aczini görecek.

Kendisine işaret edilen zât, Hızır -aleyhisselâm-. Hazret-i Mûsâ:

“–O zâtı ben bulabilir miyim yâ Rabbi?” dedi.

Cenâb-ı Hak da:

“–Bir zenbile ölü bir balık koy dedi. Bu balık dedi, denize atladığı yerde sen o kişiyi bulursun.” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- kız kardeşini oğlu Yûşâ bin Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhâl sefere çıktı. Bu Yûşâ, -Allâhu a‘lem- bu, Beykoz’daki yatan zât.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Bir vakit Mûsâ, genç adamına demişti ki:

«–Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim.»” (el-Kehf, 60)

Mevlânâ da diyor ki:

“Ey diyor, kerîm olan kimse diyor. Bu mânevî iştiyâkı sen, «Kelîmullah» olan Hazret-i Mûsâ’da gör diyor. Bak kelîm olan Mûsâ diyor ki:

«–Bunca makâma sahip olduğum hâlde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rûhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.»

Mûsâ -aleyhisselâm- Hızır’ı aramaya karar verdiği zaman kavmi dedi ki:

«–Yâ Mûsâ dedi, sen kavmini bırakmışsın, senden daha aşağı merhalede bulunan bir zâtın peşine düşüyorsun dedi.

Hâlbuki sen, «havf» ve «recâ»dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne zaman ve kimi arayacaksın dediler.

Aradığın sende dediler... Bunu sen de bilirsin. Ey semâ kadar yüksek peygamber! Zeminde daha ne kadar dolaşacaksın?»

Mûsâ -aleyhisselâm- kavmine dedi ki:

«–Ne olur, Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyin! Ben peygamberlik hilâliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yani benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makâmındadır.»

Mûsâ -aleyhisselâm- devamla:

«–Ben zamanın sultânı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum.

Hakîkat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; ona kavuşacağım.

Hikmet ve azim kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar da ne demek, binlerce yıl gitsem, yine onu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmaya değmez mi?» dedi.”

Velhâsıl mânevî yolda ilerlemek isteyen kimse de, azimli olmalı, takvâ sahibi olmalı; Allah ona bilmediğini öğretsin.

Velhâsıl Mûsâ -aleyhisselâm- Yûşâ bin Nûn ile yola çıktılar. Tabi burada şu ibretli hâdise var. Demek ki teklik Cenâb-ı Hakk’a ait. Efendimiz hicrette de Ebû Bekir Efendimiz’le beraber çıkıyor. Burada da Yûşâ bin Nûn ile Mûsâ -aleyhisselâm- yolculuğa çıkıyor.

En nihayet… Yolculuğa çıktılar, epey gittiler. En nihâyet bir yerde yoruldular, uyudular.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Yûşâ dedi, kalk dedi, daha çok yolumuz var!..” dedi.

Kalktılar, beraber yine devam ettiler. Yine bir müddet sonra:

“–Yûşâ dedi, şu rızık, aç dedi sepeti, acıktık dedi, yiyelim dedi. Epeyce yorulduk.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 62)

Mûsâ -aleyhisselâm- Tûr Dağı’nda hiç ara vermeden savm-ı visâl olarak otuz gün oruç tuttu. Ne acıktı, ne de susadı! Fakat Hızır’la buluşmak üzere sefer etmesi emredildiğinde, henüz yarım gün geçmeden sabrı kesildi ve acıktı ve arkadaşına:

“–Yiyeceğimizi getir, yiyelim!” dedi.

Yani mahlûkun yolundaki seferde yarım günde acıktı. Fakat Tûr’da bulunması, Allah Teâlâ ile sohbet mâhiyetinde olduğundan, bulunduğu yerin heybeti, ona yemeyi ve içmeyi unutturdu. Kendisini Allah’tan başka her şeyden alıkoydu.

Yûşâ bin Nûn, birden hatırladı:

“–Evet dedi, balığın denize atladığı yerde o erzaklarımızı unuttuk!” dedi.

(Genç adam:)

«–Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitti (o balık).» dedi.

Mûsâ:

«İşte (dedi) aradığımız bizim mekân o (balığın gittiği) mekândı.» dedi.

Hemen izlerinden geriye döndüler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (el-Kehf, 63-65)

Yani o, Hızır’dı.

Tasavvuftaki bu, “Ledünnî İlim”, ismini bu âyetten almıştır.

Tasavvuf bilgisi, bir kısım ehil zevâta mahsustur. Onun özü zühddür, takvâdır, ihsan duygusuna vâsıl olabilmektir. Yani bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir.

Bu ledünnî ilim, tasavvuf içinde mânevî eğitim sonucu Cenâb-ı Hakk’ın vergisi / vehbî bir ilimdir. Zâhirî bilgi ile bu ledünnî ilmi elde etmek mümkün değildir. Bu, kalbin gücünün neticesindedir. Cenâb-ı Hak bu ilmi dilediğine ihsan eder.

Hızır için, Cenâb-ı Hak:

“…Biz ona ilim öğrettik!” (el-Kehf, 65) buyuruyor. Yani vehbî ilim. Okumakla öğrenilecek bir ilim değil bu vehbî ilim.

Yine Bakara Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“…Allah’tan ittikā edin, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyuruyor.

Demek ki bu takvâ sahiplerine Cenâb-ı Hak bu ledünnî ilminden Cenâb-ı Hak dilediği zaman bir hisse ihsan ediyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan şöyle bir rivâyet vardır:

“Kalp ilmi, Allah’ın esrârından bir sır ve hikmetlerinden birtakım hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 52)

Velhâsıl geriye döndüler. Bu, kayanın üzerine oturmuş, yeşil bir cübbe içinde bir zât gördüler. Mûsâ -aleyhisselâm- yanına gitti:

“–Ben Mûsâ’yım!” dedi. Hızır -aleyhisselâm-:

“–Benî İsrâil kavminin peygamberi olan Mûsâ sensin demek!” dedi.

“–Evet benim dedi. Ben dedi, Allâh’ın sana bildirdiği ilimden bir ilim almaya geldim.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 66)

O da cevaben dedi ki:

“–Mûsâ dedi, sen bu ilmi almaya sabredemezsin.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 67)

Çünkü büyük bir zâhirî olarak bir sistem kurmuştu Mûsâ -aleyhisselâm-. Bu tamamen başka bir ilimdi.

“–Sen dedi, sabredemezsin.” dedi.

“–Sabrederim.” dedi.

“–Peki sen, iç yüzünü bilmediğin bir bilgiye sen nasıl sahip olacaksın dedi. İşin iç yüzünü bilmiyorsun.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 68)

Hızır, bu sözleriyle Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu hakkında bir keşif yapıyor, ona bir bakıma kendini anlatmış oluyor. Yani hâl lisânı ile Hızır diyor ki:

“–Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun diyor. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir.” diyor.

Hazret-i Mûsâ’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“«–İnşâallah, beni sabredenlerden bulacaksın dedi. Senin emrine aslâ karşı gelmem!» dedi.” (el-Kehf, 69)

Hızır da cevaben o zaman:

“«–Eğer bana tâbî olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana bir şey sormayacaksın!» dedi.” (el-Kehf, 70)

Yani tartışma şöyle dursun; sorup anlamak bile yok burada. Tâbî olacaksın!

Ve meşhur yolculuğa çıktılar. Kur’ân-ı Kerîm bu yolculuğu ibretli olarak şöyle anlatıyor:

Ve yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, baştan o gemi sahipleri, baktı iki tane sâlih kişi, onlardan ücret almadı, bir bereket olsun diye, bir rahmet olsun diye. O iki kişiden, yani Hızır ve Mûsâ -aleyhisselâm-’dan ücret almadı gemi sahipleri. O sırada gemi de sahilden ayrıldı. Hızır, geminin altına indi. Geminin dibini delmeye başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- şaşırdı. Cenâb-ı Hak işaret etti Hızır’a. Fakat Hızır’ın yaptığı iş, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kurduğu şerîate göre zıt bir hâldi bu. Geminin dibini delmeye başladı.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bu geminin içindeki halkı boğmak mı istiyorsun dedi. Gerçekten sen dedi, çok kötü bir iş yapıyorsun!” dedi.

Hızır da dedi ki:

“–Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- cevaben dedi ki:

“–Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme; işimde bana güçlük çıkarma!» dedi.” (Bkz. el-Kehf, 71-73)

“Böylece Hazret-i Mûsâ’dan ilk unutma vâkî oldu.

Bu sırada bir serçe kuşu geldi. Geminin kenarına kondu. Ardından su içmek için denize daldı. Gagasına bir damla su aldı. Bunun üzerine Hızır, Mûsâ -aleyhisselâm-’a dedi ki:

«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, (Mûsâ, senin ilmin dedi, yani sen en çok âlim sen misin deyince, evet dedi ya Mûsâ -aleyhisselâm- burada bak dedi Hızır, Mûsâ dedi) şu kuşun gagasındaki (bir damla su, senin ilmin dedi, artı benim ilmim dedi, artı ne kadar mahlûkat varsa, melek, cin vs. bilip bilmediğimiz mahlûkat, hepsinin ilminin toplamı, şu kuşun gagasındaki bir damla) su kadardır.» dedi.” (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)

“–Allâh’ın ilmi ise bu deryadır dedi. Şimdi sen, şu deryaya bak, kendi ilmini ölç!” dedi.

O öyle kaldı, gemiyi deldi. En nihâyet oradan gemiden indiler. Beraber yürümeye başladılar.

Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır hemen onun başını vurdu, öldürdü. Mûsâ -aleyhisselâm- yine şaşırdı:

“–Sen dedi, bu temiz kandan ne istedin dedi. Niye ona kıydın dedi. Sen çok fenâ bir şey yaptın dedi. Ancak bunu bir mukâbil olarak, bir kısas olarak öldürmek lâzımdı dedi. Sen ise bunu yapmadın dedi. Günahı yokken bu çocuğu öldürdün.” dedi.

Yine Hızır dedi ki:

“–Sabredemezsin demedim mi ben sana?” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki o zaman:

“–Bundan sonra sana bir şey sorarsam dedi, sana arkadaşlık etmem dedi. Fakat dedi sana söz veriyorum, bundan sonra hiçbir şey sormayacağım.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 74-76)

Yine yürüdüler. Nihayet bir köye girdiler. İkisi de acıkmışlardı. Bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Hattâ sert davrandı onlara, kovar gibi.

Orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. Hızır orada durdu, hemen o duvarı yeniden düzeltti.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bunu bir ücret karşılığı yapman lâzım dedi. Buradan yani biz buradan hem kovulduk, hem de bu köyün duvarını yapıyorsun.” dedi.

Hızır dedi ki:

“–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır dedi. Artık ayrılma zamanımız geldi dedi. Şimdi ben, sabredemediğin üç şeyin iç yüzünü haber vereceğim!” dedi. (Bkz. el-Kehf, 77-78)

Hattâ orada, hadîs-i şerîfte:

“…Eğer Mûsâ sabretseydi, ona Hızır daha çok acâyip, garâip şeyler söyleyecekti ve gösterecekti…” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)

Fakat Mûsâ üç hâdisede tahammül edemedi. Tahammül edemeyince orada yolculukları bitti. Ondan sonra Hızır -aleyhisselâm- açıklamaya başladı:

“–Gemi var ya dedi, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu ben kusurlu hâle getirdim, sağlamlığını kaybetmek için. Zira zâlim bir kral vardı. O, sağlam gemileri gasp ediyordu. Ben orada ufak bir delik açmakla, bu şekilde onun bir gasp edilmekten gemiyi kurtardım.

Bu fakirler de bu gemiyi, orayı tamir edecekler, yine hayatlarını devam ettirecekler. Ben bu geminin dibini delmekle az bir şey, bunları ben korudum, muhafaza ettim, geminin gasp olmasından korudum.”

Tabi bunlar ibret. Demek ki burada da bazı şeyler vardır ki bu bizim için hayırdır, biz şer görürüz.

Yine ehl-i tasavvuf der ki, bu âyet-i kerîmeden:

“Bir insan kendisini kusurlu olarak daima görecek. Eğer kusursuz görürse, o zaman gururdan, kibirden bir hisse gelir kendisine. Daimâ bir acziyet içinde telâkkî edecek; «Aman yâ Rabbi!» diyecek.”

“–İkincisine gelince:

O çocuğu ben öldürdüm. Sen de hayret ettin. «Bu çocuğu niye öldürdün dedin. Ne istedin bundan dedin. Bu temiz kandan ne istedin?»

Bu çocuğun sâlih ve sâliha anne-babası vardı. Kendisi de zâlim olacaktı. Ben bunu almak sûretiyle üçünü de kurtarmış oldum. Anne-baba ve üçü yine Cennet’te -inşâallah- buluşacaklar. Ve bunları, böyle bir kötü bir âkıbetten, babalarının-annelerinin sâlih olması sebebiyle korudum.” (Bkz. el-Kehf, 79-81)

Tabi bu her çocukta böyle mi? Yani şimdi bakıyoruz; çok ufak yaşta ölen evlâtlar var, orta yaşta ölenler var, ihtiyar ölenler var. Fakat bu, kaderin sırrıdır bu, Cenâb-ı Hak onu gizliyor.

Yani burada çocukların hangi sebepten öldüğü… Biz, dünyevî… Mikrop kaptı diyoruz, şöyle oldu, böyle düştü diyoruz, beyni kanadı diyoruz vs. diyoruz. Fakat bunun sırrî tarafını bilmiyoruz. Sırrî tarafı kader-i ilâhî.

Anne-babanın tahammülü nasıl olacak? Anne-baba isyan mı edecek? “Yâ Rabbi! Sen verdin, Sen aldın!” mı diyecek.

Velhâsıl bunun hangi sebepten ufak yavruların vefat ettiğini bilmiyoruz. Gaybı bilen, yalnız Cenâb-ı Hak. Onun için, kuldan istenen, tevekkül ve teslîmiyettir.

Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nde, o sâlih kimselerin hâlini bildiriyor:

“…Onlar, «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpleri titrer (buyuruyor) Allah anıldığı zaman...” (el-Enfâl, 2)

Demek ki o kadar mü’min havf ve recâ arasında olacak.

İkincisi:

“…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)

Üçüncüsü:

“…(Değişen şartlar altında bir) teslimiyet hâlinde olurlar.” (Bkz. el-Enfâl, 2)

Demek ki burada da bir anne-babanın bir teslîmiyeti. Yani takdîre rızâ… Hiçbir şey hikmetsiz değil kâinatta. Olan her vâkıanın karşısında insanın kendi kendini muhasebe etmesi.

Cenâb-ı Hak kullarına meselâ bir mal verir, zenginlik verir, kul daima düşünecek:

“Cenâb-ı Hak bana bu malı niye verdi? Benim bu işte vazifem nedir?..”

Vermedi Cenâb-ı Hak:

“Demek ki vermemesi hayırdır. Çünkü belki verse, ben Kârun gibi olacaktım.”

En mühim, takdîre rızâ ve Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyet.

Hızır’ın duvarı yapmasına gelince:

Şehirde iki tane yetim çocuk var idi. Babaları genç yaşta vefat etti. Onlara bir hazine, toprağın altına koydu. “Bunlar dedi, yarın büyür dedi, bir duvar yaptı, bu duvar yıkılır dedi, altından dedi, altınları alır dedi. Hayatlarını devam ettirirler.” dedi.

Tabi Hızır gördü ki duvar yıkılmış durumda. Hazine ortaya çıkacak. Bu köy halkı da gelip onları gasp edecek.

“–Burada dedi, ben dedi, Mûsâ dedi, bu iki mâsumun hakkını korudum.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 82)

Tabi hikmetle baktığımız zaman burada da demek ki bu babanın ne kadar helâlmiş ki kazancı, Cenâb-ı Hak onun bıraktığı hazineyi korumuş oluyor.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- bu duvar altındaki hazineyle alâkalı, Rasûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:

“Allah Teâlâ’nın kitabında zikrettiği «kenz: yani hazine» altından yapılmış düz, pürüzsüz bir levhaydı. Orada şunlar yazılıydı:

«Kadere inandığı hâlde üzüntü ve bitkinlik içinde olana şaşarım.

(Diğer bir yazı; Allah) Cehennem’i hatırlattığı hâlde gülen kişiye, niçin güldüğüne şaşarım.

(Üçüncüsü;) ölümü andığı hâlde gaflete düşene şaşarım.

Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Rasûlullah.»” (Bkz. İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 424)

Velhâsıl bu, İbn-i Kesîr’de böyle bir rivâyet var.

Bu, ülü’l-azm bir peygamberi, yani Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Hızır’a göndermesi de dehşetli bir hâdisedir, câlib-i dikkattir. Demek ki Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, kendinden aşağı seviyede bulunan bir zâta gönderiyor ki Mûsâ -aleyhisselâm- orada acziyetini hatırlasın.

Yani Hazret-i Mûsâ’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığını anlatmış oluyor. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği kadar biliyor. Yine Allâh’ın ilminden kendisine verilmeyen daha nice çok ilimler var.

Burada bir Mûsâ’nın ilmini görüyoruz; şerîat ikāme etti. Hızır’ın ilmini görüyoruz. Birtakım işin hikmetleri tarafından… Tabi bunun dışında da daha Cenâb-ı Hakk’ın bildirmediği ne kadar çok ilimler var.

Rasûlullah Efendimiz:

“…Benim bildiğimi bilseydiniz, (yemezdiniz, içmezdiniz) sahrâlara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19; bkz. Müslim, Fezâil, 134)

Sebepler ve bahâneler kaldırılınca, akıl, bir acziyet içinde kalıyor ve hikmeti kavrayamıyor.

Öte yandan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şerîat sahibi bir peygamberdir, onu tatbik ile mükelleftir. Hızır da, Allâh’ın kendisine vermiş olduğu ledünnî ilimle hareket etmektedir.

Mûsâ’nın -aleyhisselâm- Hızır’a olan karşı çıkması, şer’î hudutları gözetme hassâsiyetinden kaynaklanmaktadır. (Dibini deldi, çocuğu öldürdü, duvarı yaptı…) Zira Mûsâ -aleyhisselâm- zâhirle mükellefti. Yani hâdiselerin zâhirine göre muhâkeme ediyordu.

Hızır ise, ledünnî ilme sahipti. İstikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ’ya kader tecellîsini seyrettiriyordu. Yani burada Hızır, bir ledünnî ilme sahipti. İstikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ -aleyhisselâm-’a bir kader tecellîsini seyrettiriyordu.

Dolayısıyla; Hızır’ın davranışlarıyla, ona îtirâz eden Mûsâ -aleyhisselâm-’ın davranışları, ilm-i ilâhîde herhangi bir tenâkuz arz etmemektedir. Hızır, sadece aklın muhâkeme şartlarını aşan bir ilmin îcaplarına göre hareket ediyordu.

Yani bu hâdiseler gösteriyor ki, kâinatta aklın hudutları dâhilinde kavranamayacak hakîkatler de, daha birçok hakikatler vardır ki bunları aklın muhtevâsı içinde kavramak mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak niye aklı verdi? Şerîatin içinde aklı kullanmak için verdi. Fakat feylesofların yaptığı gibi aklı ilâhî vahyin dışına çıkarıldığı zaman, akıl kendisini idlâl ediyor, toplumu da idlâl ediyor.

 Hızır kıssasındaki hâdiseler, akılla tahlil edilirse, yani akla istinâd ile bir tahlil yapılırsa;

–Geminin delinmesi, zâhiren sahiplerine karşı haksızlık ve zulümdür. Hakîkatte ise fukarânın geçim vâsıtası olan geminin zâlimler tarafından gasbından korumaktır.

–Zâhiren, gencin öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, sâlih ve sâliha olan ebeveynin, hattâ öldürülen gencin âhiret hayatının korunmasıdır.

–Yine, kovuldukları bu köydeki yıkılmak üzere duvarın tâmir edilmesi, zâhiren mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetimin olan emânetin muhafazasıdır.

İşte bu hâllerin sırları, ancak ledünnî, kalbî bir ilimle ortaya çıkmakta. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi tam olarak kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir.

Hattâ bu hususta merhum Sâmi Efendi Hazretleri şunu buyururlardı:

“Bu kader sırrı, ancak Cennet ehlinin az bir kısmına keşfolacak, az bir kısmına.”

Cenâb-ı Hak bu Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kıssasından, bu Hızır kıssasından ibretler devşirmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Yani bunun neticesi şu:

Değişen şartlar karşısında tevekkül ve teslîmiyeti artırabilmek.

İslâm; “seleme” teslim kelimesinden gelir, teslîmiyettir. Onun için Mevlânâ diyor ki:

“Akıl diyor, Mustafa’ya kurban olsun.” diyor.

Yani akıl şerîatin içinde kullanılacak. O şekilde aklın hususiyeti yerine gelmiş olacak.

Allah cümlemizi -inşâallah- takvâ hayatıyla müzeyyen kılsın -inşâallah-. Olan, değişen hâdiseler karşısında Cenâb-ı Hak teslîmiyet nasîb eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.