Önce Kendine Bak!

Mü’min; din kardeşlerinin değil, kendi hatâ ve kusurlarının derdinde olmalıdır. Başkalarına kızıp tenkit etmenin, kendisini temize çıkarmayacağını bilmelidir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ahmak, herkesin ayıp ve kusurunu, kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamâkatinden dolayı, kendi ayıplarını zerre kadar görmez.”

Mü’min; din kardeşlerinin değil, kendi hatâ ve kusurlarının derdinde olmalıdır. Başkalarına kızıp tenkit etmenin, kendisini temize çıkarmayacağını bilmelidir. Zira kendi hatalarını görmeyip başkalarını suçlamak, kendine iğne bile batıramayıp başkalarına çuvaldızı revâ görmeye denk bir gaflettir.

Esâsen, kendi kusurlarına teksif olan bir mü’minin, başkalarının kusurlarıyla iştigâle mecâli kalmaz. Bir gönle, bu meşgale yeter de artar bile. Zira;

HESABA ÇEKİLMEDEN KENDİNİZİ HESABA ÇEKİN!

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin!” düstûruna lâyıkıyla riâyet eden bir mü’minin yüreği;

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse onu görür; kim de zerre ağırlığınca şer işlemişse onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8) ilâhî fermânının dehşetiyle ürperir. Bu endişeyle kendi kusurlarının derdine düşer.

Nitekim bir bedevî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bu âyet-i kerîmeleri dinleyince büyük bir hayretle:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, zerre ağırlığınca mı?!” diye sordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet.” buyurdu.

Bir anda hâli değişiveren bedevî:

“–Vay benim kusurlarım!..” diye inlemeye başladı. Ve bu sözü defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun ardından:

“–Îman, bu bedevînin kalbine girdi.” buyurdu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 595)

Demek ki bugün mühim görülmeyen zerre kabîlinden kusurların dahî mîzanda hesap edileceği âhiret gününü düşünerek bu kusurlarımızın derdiyle meşgul olmak, hakîkî îmânın bir şâhididir. Bunu unutarak başkalarının şahsî kusurlarını araştırmak ise, îman zaafının bir belirtisidir.

TECESSÜSDE BULUNMAYIN!

Cenâb-ı Hak; “…Tecessüste bulunmayın!..” (el-Hucurât, 12) buyurarak kullarının gizli kalmış şahsî ayıp ve kusurlarını araştırıp ortaya dökmenin, daha büyük bir ayıp olduğunu beyan etmektedir.

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, huzurunda bir din kardeşinin ayıbı veya kusuru dile getirilse, hemen buna mânî olur ve:

“–O söylediğin söze ben daha lâyığım!” derdi.

Böylece hem etrafını gıybetten men eder, hem de başkalarının şahsî kusurlarına değil, kendi noksanlıklarımıza yoğunlaşmamız gerektiğini telkin buyururdu.

Diğer taraftan şunu da unutmayalım ki meydana gelen her zâhirî hâdise, onları tetikleyen bâtınî sebeplere dayanır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti…” (er-Rûm, 41) buyrulmaktadır.

BAŞIMIZA GELEN HADİSELERE NASIL BAKMALIYIZ?

O hâlde başımıza gelen hâdiselere bir de bu gözle bakmamız gerekir:

* Acabâ yaşanan maddî-mânevî felâketlerde bizim ne gibi kusurlarımız var? Toplumun huzur ve sükûneti için nasıl bir kulluk kıvamında olmalıyız?

* İslâm şahsiyetinin ve îman nîmetinin gerektirdiği vazifeleri yeterince yerine getirebiliyor muyuz? Hâl ve davranışlarımız, ne kadar örnek bir müslüman manzarası sergiliyor?

* Kalplerde ne kadar müsbet, ne kadar menfî tesir bırakıyoruz? Söz ve fiillerimizle ne kadar hayra anahtar, şerre kilit olabiliyoruz? Hakkı ve hayrı ne kadar tavsiye edip bâtıl ve şerden ne kadar sakındırabiliyoruz?

* Toplumun gidişâtından gücümüz nisbetinde kendimizin de mes’ûl olduğunu ne kadar tefekkür edebiliyoruz? Yoksa -Allah korusun- “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mı diyoruz?

* Zâhiren aleyhimize de olsa, dâimâ hak ve adâletin yanında olabiliyor muyuz? Yoksa dünyevî menfaatler uğruna hakkâniyetten tâvizlere mi sürükleniyoruz? Günümüzde sıkça yaşanan vicdan-cüzdan çatışmalarında, ne kadar vicdânın sesini dinlemeyi tercih edebiliyoruz? Dünya ile ukbâ arasında tercih mecburiyetinde kaldığımızda; ne kadar “esas hayat âhiret hayatıdır” diyebiliyoruz?

* Hâlimizi lâyıkıyla muhâsebe edebiliyor muyuz? Yoksa muhâsebelerimiz de ayrı bir muhâsebeye mi muhtaç?..

Velhâsıl mü’minler olarak vazifemiz, “muâhezeyi nefsimize, müsâmahayı gayriye” göstermektir. Yani başkalarının şahsî kusurlarının tenkidiyle vakit kaybetmek yerine, kendi hâlimizi ciddiyetle gözden geçirmektir. En gizli hata ve kusurlarımızın bile mîzanda önümüze geleceğini düşünerek, bunların şimdiden farkına varmak ve affı için samimî bir tevbe-istiğfâr ile sâlih amellere gayret etmektir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, sevip râzı olduğu, ihlâsını koruduğu sâlih kulları arasına, lûtf u keremiyle ilhâk eylesin. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Mart 372.Sayı 2017

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.