Ölünün Ardından Yapılan Yanlışlar

Ölen kişinin ardından yapılan yanlışlar neler? Ölen kimsenin ardından yapılan hatalar...

Mü’minlerin bu fânî dünya hayatında birbirlerine karşı vazifelerinin sonuncusu; vefât eden din kardeşlerinin cenâzesine iştirak etmek, namazını kılmak ve onu kabrine defnetmektir. Bu, mevtâya karşı son vazife olduğu gibi, arkada kalan yakınlarına karşı da bir kadirşinaslıktır.

Müslümana yakışan, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zamanlarında da din kardeşlerinin yanında olabilmektir. İşte cenâze, bu kederli anların en acı ve ibretli olanıdır. Cenâze merasimlerinde gönüller, derin bir tefekkür, ayrılık acısı ve hüzün ikliminde rakikleşir. Vefât eden din kardeşlerinden ibret alabilenler, ömürlerinin kalan kısmını Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine daha büyük bir hassâsiyetle riâyet noktasında nefislerini muhâsebe imkânı bulurlar.

ÖLEN KİŞİNİN ARDINDAN YAPILAN YANLIŞLAR

Hâl böyleyken, günümüzde cenâzenin bu ulvî muhtevâsıyla tezat teşkil eden ve İslâmî âdâba uymayan birtakım hâl ve davranışlarla karşılaşılmaktadır. Kimi cehâletten, kimi gafletten, kimi menfaatperestlikten, kimiyse bâtıl din ve kültürlerin tesirinde kalmaktan kaynaklanan bu bid’at ve yanlışlıkların başlıcalarını maddeler hâlinde sıralayacak olursak:

1. Cenâzeye çelenk göndermek.

2. Cenâzenin katafalka konularak saygı duruşunda bulunulması.

3. Cenâzenin hayattayken vazife yaptığı yerlere götürülerek başında nutuk çekilmesi.

4. Bando vb. çalgılar eşliğinde teşyî edilmesi.

  • Ölüler Neden Hemen Gömülmeli?

5. Cenâzenin -zarûret olmadığı hâlde- morgda veya soğuk depolarda bekletilmesi.

Zira İslâm’da cenâzeyi bekletmeyip bir an önce defnetmek esastır. Resûlullah Efendimiz’in bu hususta pek çok îkâzı bulunmaktadır. Nitekim Talha ibni’l-Berâ hastalandığında Peygamber Efendimiz onu ziyarete gitmiş, yanından çıkınca da orada bulunanlara şöyle buyurmuştur:

“Talha’ya ölümün yaklaştığını görüyorum. Ölecek olursa bana haber verin. Techîz ve tekfîn işlerinde elinizi çabuk tutun. Çünkü bir Müslümanın cesedini ailesinin yanında bekletmek uygun değildir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34)

Yine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali’ye de şöyle buyurmuşlardır:

“Üç şeyi geciktirme! Vakti giren namazı, hazırlanan cenâzeyi ve (evlendirmek için) dengini bulduğun kocasız kadını.” (Tirmizî, Salât, 13/171)

  • Cenaze Neden Ilık Suyla Yıkanır?

6. Cenâzeyi kaynar veya soğuk su ile yıkamak da yanlıştır. Zira diriye gösterilen şefkat ve hassâsiyetin cenâzeye de gösterilip ılık suyla yıkanması îcâb eder.

Ümmü Kays bint-i Mihsan anlatıyor:

“Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye teessürle:

«–Oğlumu soğuk su ile yıkama, onu öldüreceksin!» dedim.

Ukkâşe hemen Resûlullah’a gidip benim söylediklerimi haber verdi. Allah Resûlü tebessüm ettiler ve:

«–Böyle mi söylüyor! Öyleyse onun ömrü uzadı.» buyurdular.”

Hadîsin râvîsi; “Biz, bu kadın kadar uzun yaşayan başka bir kimse bilmiyoruz.” demiştir. (Nesâî, Cenâiz, 29)

  • Cenaze Nereye Defnedilmeli?

7. Cenâzeyi bulunduğu yerden başka bir yere götürüp orada defnetmek de günümüzde sıkça karşılaşılan yanlışlıklardan biridir. Cenâze ancak, öldüğü beldede bir Müslüman mezarlığı yoksa başka bir yerde defnedilebilir. Bu da mühim bir hassâsiyettir. Zira hayattayken sâlihlerle beraber olmaya dikkat edildiği gibi, vefât eden mü’minleri de sâlihlerin arasına defnetmeye îtinâ gösterilmelidir.

  • Cenaze Uğurlanırken Ne Yapılmaz?

8. Cenâze hizmetlerinin yaşayanlara yönelik gâyelerinden biri, ölümü hatırlamak, âhiret âlemini düşünmek ve ibret almaktır. Hattâ bu maksadı ihlâl edebileceği endişesiyle cenâzeyi teşyî ederken yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm okumak, tekbir getirmek ve zikir çekmek bile bazı âlimler tarafından hoş karşılanmamıştır. Bundan dolayı; tevâzu, hiçlik, sâdelik ve samimiyetin hâkim olması gereken cenâze hizmetlerinde, gösteriş ve israfa sebep olan merasimlerin icrâ edilmesi doğru değildir.

Nitekim sahâbe-i kirâmdan Üseyd bin Hudayr fazîletli kişilerden biriydi. Sık sık şöyle derdi:

“Eğer şu üç hâlden biri üzere devamlı durabilseydim, hiç şüphesiz Cennetliklerden olurdum:

1. Kur’ân’ı okuduğum veya okunan Kur’ân’ı dinlediğim zamanki hâlet-i rûhiyemi koruyabilseydim,

2. Nebî Efendimiz’in sohbetlerini dinlediğimde büründüğüm ruh hâlimi sürdürebilseydim,

3. Bir cenâze teşyîinde duyduğum hisleri devam ettirebilseydim. Evet, ne zaman bir cenâzede bulunsam kendi kendime; «Acaba bu cenâzeye neler yapılacak, hâli nice olacak ve sonunda nereye gönderilecek?!» diye düşünürüm.” (Bkz. Ahmed, IV, 351; Hâkim, III, 326/5260)

  • Cenaze Namazı Ve Defin Sırasında Kadınlar Ve Erkekler Bir Arada Olabilir Mi?

9. Kadınların cenâze namazında erkeklerin arasına karışması ve mecburiyet yokken kabre gitmeleri doğru değildir.

Erkekler için büyük bir fazîlet olarak teşvik edilen cenâze namazı ve kabre defin vazifesi, kadınlar için hoş karşılanmamış, “tenzîhen mekruh”[1] kabul edilmiştir. Çünkü fıtraten şefkat ve merhamet hissiyâtı yüksek olan kadınların böylesine acı ve hüzünlü durumlarda uygun olmayan davranışlarda bulunmaları kuvvetle muhtemeldir.

Nitekim hanım sahâbîlerden Ümmü Atıyye şöyle demiştir:

“Biz hanımlar, cenâzeye iştirâk etmekten men edildik. Fakat cenâze teşyîi bize kesin olarak haram kılınmadı.” (Buhârî, Cenâiz 29, İ‘tisam 27; Müslim, Cenâiz, 34-35)

Kadınlar, erkeklerin arasına karışmasalar bile cenâze namazı için gidip saf tutmaları mekruhtur. Hattâ cemaatle namaza gitmeleri de birtakım şartlara bağlanmıştır. Bilhassa kadın-erkek ihtilâtından sakınmak, en mühim şarttır. Nitekim bu maksatla Peygamber Efendimiz Mescid-i Nebevî’nin bir kapısı hakkında:

“Bu kapıyı kadınlara ayırsak.” buyurmuş ve erkek sahâbîler bir daha orayı kullanmamışlardır. (Ebû Dâvûd, Salât, 53/571)

Namazdan sonra da erkeklerle kadınların birbirine karışmaması için Efendimiz bir miktar bekler, kadınlar evlerine dağıldıktan sonra kalkar, erkekler de O’nu takip ederlerdi. Bilhassa sabah namazı, hava tam aydınlanmadan kılınır, kadınlar selâm verir vermez hemen kalkıp elbiselerine iyice bürünerek evlerine giderler, kimse onları tanımadığı gibi, bâzen onlar da birbirlerini tanıyamazlardı.[2]

Peygamber Efendimiz bir gün câmiden çıkarken, erkeklerle kadınların birbirine karıştığını görünce, kadınlara seslenerek:

“–Çekilin! Yolun ortasından yürümeyin, yolun kenarlarından yürüyün!” buyurmuştu. Bunun üzerine kadınlar duvara yakın yürümeye başladılar. Öyle ki elbiseleri duvara takılıyordu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 167-168/5272)

Hazret-i Âişe, Emevîler döneminde kadınlarla erkeklerin birbirine karıştığını görünce şöyle demiştir:

“Resûlullah kadınların böyle yaptığını görseydi, tıpkı İsrâiloğulları kadınlarının câmiden men edildiği gibi, onları da câmiden men ederdi.” (Buhârî, Ezân, 163)

İslâm, namazı cemaatle kılmaya son derece ehemmiyet verdiği hâlde, erkek ve kadın ihtilâtını önlemek için kadınları bundan muaf tutmuş ve onlar için evde namaz kılmanın, câmide kılmaktan daha fazîletli olduğunu bildirmiştir. Nitekim Allah Resûlü Efendimiz:

“Kadınların en hayırlı mescitleri, evlerinin köşesidir.” buyurmuştur. (Ahmed, VI, 297)

Bu itibarla bilhassa fitne zamanlarında, kadınların namazlarını evlerinde kılmaları îcâb eder. Ancak herhangi bir fitnenin söz konusu olmadığı zamanlarda hanımlar namaz için mescide çıkmak isterlerse, süslenmeden ve koku sürünmeden gidebilirler.

Harameyn-i Şerîfeyn’de (Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’de) ise, mekânın fazîleti sebebiyle, zaten ibadet maksadıyla gelmiş olan hacılar veya umreciler, orada cenâze namazı dâhil, bütün namazları mescitte cemaatle kılabilirler. Fakat süslenmemek, koku sürünmemek, kadın-erkek ihtilâtından sakınmak ve herhangi bir fitneye sebebiyet vermemek şartlarına her zaman riâyet etmeleri gerekir.

  • Ölünün Arkasından Ağlamak Caiz Midir?

10. Ölünün ardından feryâd ü figān ederek ağlamak da doğru değildir.

Hazret-i Enes’ten rivâyet edildiğine göre, Resûlullah, çocuğunun mezarı başında feryâd ederek ağlayan bir kadının yanından geçmişlerdi. Ona:

“–Allah’tan kork ve sabret!” buyurdular.

Kadın:

“–Çekil git başımdan; zira benim başıma gelen felâket, Sen’in başına gelmemiştir!” dedi.

Kadın, Resûlullah Efendimiz’i tanıyamamıştı. Kendisine, O’nun Allah Resûlü olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için, doğrudan Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıktı ve:

“–Yâ Resûlâllah! Siz’i tanıyamadım.” diyerek özür diledi.

Allah Resûlü büyük bir merhametle o kadına şu nasihatte bulundular:

“–Hakikî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” (Buhârî, Cenâiz, 32)

Yine Resûlullah Efendimiz:

“Cenâze, (mâtem) sesiyle de, ateşle de takip edilmez!” buyurmuşlardır. (Muvatta’, Cenâiz, 13; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 46/3171)

11. Mâtemi aşırıya götürmek, haftalarca, aylarca yas tutmak, hayata küsmek, müslümanca bir davranış değildir.

12. Ölünün ardından kötü konuşmak, geçmişlere vefâsızlık etmek ve onları unutmak da doğru değildir.

13. Kabre doğru namaz kılmak veya kabir üzerine mescit inşâ etmek de yanlıştır.

  • Müslümanın Kabri Nasıl Olmalı?

14. Şatafatlı mezarlar yapmak ve mezar taşlarına aşırı iltifatlarla dolu ifâdeler yazmak, İslâm ahlâkına da kulluk âdâbına da uygun değildir. Ölen kişi ne kadar fazilet sahibi biri olursa olsun, onun Cennetlik olacağını biliyormuş gibi teminat verircesine kat’î ifâdelerde bulunmaktan sakınmak gerekir. Şu ibretli hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Zühd ve takvâsıyla bilinen Osman bin Maz’ûn, Medîne’de Ensârî kardeşinin evinde vefât etmişti. Evin hanımı Ümmü’l-Alâ:

“–Ey Osman! Şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikram etmektedir.” dedi.

Resûlullah Efendimiz müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdular.

Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince de Allah Resûlü şöyle buyurdular:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini tam olarak) bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ der ki:

“‒Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim, (sadece Rabbimden hayır ümîd ettim).” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Sâlih kulların yüreklerini titreten en mühim hususlardan biri de, kendilerine yapılan aşırı iltifatlar sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın huzûrunda hesâba çekilme endişesidir. Nitekim bu endişe sebebiyle, ilim ve irfanda “Güneşler Güneşi” diye anılan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, mezar taşına övgü ve iltifat ifâdeleri yazılmamasını vasiyet etmiştir.

  • Ölü İçin Para karşılığı Kur’an Okumak Caiz Midir?

15. Defin sırasında veya daha sonra, ölü için “para karşılığında” Kur’ân okutmak, hatim indirtmek, yine ölü için muhtelif gün ve yıl dönümlerinde “ücret mukâbili” mevlid okutmak, ziyafet vermek, bid’at sayılmıştır. Ölüm münâsebetiyle Kur’ân okunmasının, okuyan için sevâba vesîle olacağı gibi ölene de fayda sağlayacağı ümîd edilir. Lâkin bunun başkasına ücret mukâbili yaptırılması ve Kur’ân okuyanların Allah rızâsını değil de alacakları para veya hediyeyi gâye edinmesi, bu fiilin bütün fazîlet ve ecrinin zâyî olmasına sebebiyet verir.

  • Devir Adeti Caiz Mi?

16. Cenâzenin defninden sonra uygulanan “devir” âdeti de bid’at hâline getirilen işlerdendir. Mevtâyı ibadet borçlarından kurtarmak niyetiyle yapılan “iskāt”ı, bir “hîle-i şerʼiyye”ye çevirmemek îcâb eder.

İmam Muhammed’in, zarûretler sebebiyle tutulamayan ve kazâ etmeye de güç yetirilemeyen oruçların yerine fidye verilmesine kıyas ederek, kılınamamış namazların da affedilmesi ümîdiyle, “iskāt-ı salât” tâbir olunan bir ictihâdı mevcuttur. Buna göre, kılınamamış her vakit namaz için, bir fakirin bir günlük yiyecek ihtiyacının karşılanması veya buna tekâbül eden belli bir meblâğın infâk edilmesi gerekmektedir. Ancak yapılacak olan bu infak, miktar bakımından hiçbir değişikliğe uğramadan, aynen muhtaca intikâl ettirilmelidir.

İmam Muhammed Hazretlerinin bu ictihâdından üç mühim fayda mülâhaza edilmektedir:

1. İnfâka teşvik ve infâk edenin ecre nâil olması,

2. Muhtaçların sevinip mevtâ için duâ etmeleri,

3. Mevtâ için Cenâb-ı Hakk’ın af ve rahmetinin ümîd edilmesi.

Mevtânın hayrına yapılmakta olan “iskāt” muâmelesi, -maalesef- günümüzde kimileri tarafından “devir[3] yapılmak sûretiyle asıl gâyesinden uzaklaştırılarak İslâm’ın rûhuna zıt bir mâhiyete büründürülmüştür.

“Devir” adı verilen bu uygulama, bir nevî hîleye dönüştürülmüştür. Bu tür yanlış bir uygulama ile, îfâ edilmemiş bir ibadet, hakîkatte infâk edilmemiş sadaka görünümlü bir davranışla telâfî edilmeye çalışılmaktadır.

Şöyle ki; âhirete intikâl etmiş bir kimsenin, üzerinde bulunabilecek muhtemel namaz borçlarından[4] kurtulması maksadıyla, ortaya bir miktar para konulmakta ve bunun hâlis bir niyetle ihtiyaç sahiplerine intikâl ettirilmesi gerekirken, -maalesef- çoğu kere birkaç kişi arasında قَبِلْتُ aldım, kabul ettim; وَهَبْتُ hibe ettim” ifâdeleriyle elden ele devredilmekte, bununla da güyâ infâk edilen meblâğın miktarı -fiilen değilse de hükmen- çoğaltılmış olmaktadır.

Az bir parayı bir insana -niyet unsuru baştan belli olan bir hareketle- önce verip sonra geri almak, daha sonra bir başkasına verip tekrar geri almak ve bu sûretle hazır bulunanlar sayısınca bu meblâğın çoğalmış olduğuna ve hayrın arttığına inanmak, bunu yapanların ancak kendilerini kandırabildikleri çirkin bir bid’attir.

Bilhassa varlıklı kişilerin böyle bir yola tevessül etmeleri ve bundan bir netice ummaları, çok daha hayret vericidir. Üstelik bu durum, İslâm’a karşı menfî bir şartlanma ve tenkit nazarıyla bakanların, büyük bir mantıksızlık olarak telâkkî edebileceği ve -hâşâ- Allâh’ı aldatmaya çalışmak gibi görebileceği, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

  • Miras Paylaşımında Anlaşmazlığa Düşmek Caiz Mi?

17. Mal hırsına ve nefsânî arzulara kapılarak, mîras yüzünden akraba ile düşman hâline gelmek de son derece yanlış bir durumdur. Mü’minler, mîrâsı Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde taksim etmeli, akrabalık bağlarını zayıflatacak bir davranışa mahal vermemelidir.

Maalesef bugün, îman ve İslâm ile irtibatları zayıflamış bulunan niceleri, Allâh’ın takdir ve taksîmine rızâ göstermeyerek akraba arasına öfke ve dargınlık ateşi düşürmektedirler.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki emirlerine uymayanlar için, çok ağır tehditler vârid olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok mevzu ana hatlarıyla anlatılırken, mîrâsın nasıl taksim edileceği hususu, tafsilâtıyla ve en açık ifâdelerle net bir şekilde beyân edilmiş,[5] sonra da şöyle buyrulmuştur:

“İşte bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Resûl’üne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 13)

“Kim de Allâh’a ve Rasûl’üne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

  • Ölünün Yedisi, Kırkı ve Elli İkisi Var Mıdır?

18. Ölünün ardından; yedisi, kırkı veya elli ikisi gibi belli gün ve gecelerde mevlid veya hatim gibi merasimler tertib etmek hususunda da Kur’ân-ı Kerîm’e veya hadîs-i şerîflere dayanan herhangi bir bilgi veya tavsiyeye rastlanmamıştır.

Vefât eden mü’min için her zaman istiğfâr etmek, onun adına sadakalar vermek ve Kur’ân-ı Kerîm okumak lâzımdır. Bunu yapmayı belli günlere hasretmek, vefât edenleri diğer günlerde unutmaya, dolayısıyla daha az hatırlamaya sebep olur. Diğer taraftan, bilmeyen kimseler, belli günlerde yapılan bu nevî merasimleri, İslâmî bir emir ve kâide zannetmeye başlayabilirler.

Ölünün ardından; yedisi, kırkı ve elli ikisi gibi günlerde mevlid veya hatim okuyup okutma geleneğinin ancak, bu vesîleler de olmasa ölünün büsbütün unutulması mahzurunu ortadan kaldırmak için ihdâs edilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak böyle bir gelenek zarûreti de olmasa unutulup gitmek, bir bakıma ölen kimsenin gönüllerde yeteri kadar kıymetli hâtıralar bırakamadığının da acı bir delili olur.

Bu hâle düşmemek için Hazret-i Ali şu îkazda bulunur:

“Sâlih ve sâdıklarla beraber ol. Onlarla ünsiyet kur (ki onların şahsiyet ve karakteri sana sirâyet etsin). Öyle kâmil bir hayat yaşa ki; insanlar hayattayken seni özlesinler, vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!..”

Şâir de âdeta bu mânâyı ifâde edercesine şöyle seslenir:

Seni annen doğurup attığı gün dünyaya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda,

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…

Ardında hayırlı nesiller, güzel hâtıralar, faydalı eserler ve hayır duâlar bırakarak Allah yolunda dolu dolu bir “hizmet ömrü” yaşayan sâlih zâtların cisimleri toprak altına girse de, isimleri asırlar boyunca gönüllerde yaşamaya devam eder. Nitekim Mevlânâ Hazretleri bir rubâîsinde şöyle buyurur:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”

Gönüllere silinmez bir muhabbet imzası atarak gök kubbede hoş bir sadâ bırakabilen sâlih kullara ne mutlu!..

Dipnotlar:

[1] Mekruh; dînen haram olmamakla beraber, ancak zarûrî hâlde câiz olan ve normal hâllerde terk edilmesi gereken şeylerdir. Tenzîhen mekruh ise, helâle yakın mekruhtur.

[2] Bkz. Buhârî, Ezân, 162-166.

[3] Devir: Nakdî bedeli vermek yerine muayyen bir miktarı bir bez parçasının içine koyup fukaraya hibe etmek, sonra onu hibe yoluyla tekrar geri almak ve borç bitinceye kadar bu işe devam etmeye denir. Böyle bir tatbikat Resûlullah, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devirlerinde yoktur. Lâkin “iskāt”a hicrî ikinci asrın sonlarında, “devir” sûretiyle iskāta ise hicrî beşinci asırda cevaz verilmiştir. Zamanımızda âdet hâline gelmiş olan ve İslâm’ın kaynaklarına dayandığı sanılan devir âdeti, infakta cimriliğe ve ibadetlerde tembelliğe sebep teşkil eden bir bid’at mâhiyetindedir. Bu bakımdan, devir âdetinin terk edilmesi ve mevtâ nâmına doğrudan doğruya sadaka verilmesi, hayırlar yapılması, kusurlarının affı için de Allah Teâlâ’ya yalvarılması gerekir. Böylece hem sünnete uygun hareket edilmiş, hem de yapılan mâlî ibadetler, hayırlar ve sadakalar, gerçek sahiplerini, yani ona muhtaç olan şahısları bulmuş olacaktır. (Hayrettin Karaman, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)

[4] Bu namaz borçlarından kastedilen şudur: Vefât eden bir kimsenin hayattayken kılamadığı veya ihlâs ve huşû gibi bâtınî şartlarına lâyıkıyla riâyet edemeden kılmış olduğu namazlardır. Yoksa burada, böyle bir telâfi yoluna güvenerek gevşeklik ve tembellik sebebiyle edâ edilmemiş namazlar kastedilmemektedir.

[5] Bkz. en-Nisâ, 11-12.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KABİR HAYATI

Kabir Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • İyi günler. Merak ettiğim bir konu var. Ölünün arkasından meftanın ruhuna veya hayrına veya gelen misafirlere hayır vs. adı altında verilen yemek caiz midir.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.