Ölüm ve Sonrası Konusunda En Çok Merak Edilenler

Tefekkür-i mevt nedir? Peygamberimizin ilk açıktan çağrısını yaptığı yer neresidir? Ölüm ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Ölümü hatırlamanın fazileti ve faydaları nelerdir? Ölüme hazırlık nasıl olmalı? Öleceğini bildiğimiz birinin yanında ne yapmalıyız, nasıl dua etmeliyiz? Ölüm anı nasıl olacak? Ahirette insanları neler bekliyor? Ölüm ve sonrası konusunda en çok merak edilenler...

İnsan, kendisinde ve kâinat manzûmesinde sergilenen ilâhî kudret akışlarına gönül gözüyle nazar ettiğinde, dünya hayatını nasıl yaşaması gerektiği husûsunda düşünmek mecburiyetinde kalır. Zira birbiri ardınca hızla akıp giden günler, geceler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, eskiyen yeniler, harâbe hâline dönen muhteşem saraylar, günden güne değişen aynadaki yüzler, ağaran ve dökülen saçlar; bizlere sürekli, bir yere doğru gittiğimizi hatırlatmaktadır. Bu sebeple tefekkürümüzü en çok alâkadar etmesi gereken gerçek, “ölüm” hâdisesidir.

Zira istisnâsız hepimiz;

“Her canlı, ölümü tadacaktır…” (el-Enbiyâ, 35) şeklindeki ilâhî hükme boyun eğerek bir gün mutlakâ ölüm geçidinden geçeceğiz.

İstikbâlimize dâir bildiğimiz en mutlak gerçek olan ölüm, bir nevî dünya günüyle âhiret günü arasındaki bir geceden ibârettir. Yani dünya, fânî bir gün; ölüm, muvakkat bir gece; âhiret de ebedî bir hakîkat sabahıdır.

KUSS BİN SAİDE’NİN MEŞHUR HUTBESİ

Câhiliye devrinde, yani nübüvvetten evvel Kuss bin Sâide’nin, Ukaz Panayırı’nda îrâd ettiği şu hutbesi, rakik gönüller için ne müthiş bir îkaz ve aynı zamanda tevhid akîdesinin ne güzel bir ifâdesidir:

“Ey insanlar!

Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız!

Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların-babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini takip eder.

Dikkat edin, söylediklerime kulak verin! Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var!

Yer­yü­zü se­ril­miş bir dö­şek, gök­yü­zü yük­sek bir ta­van. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Aca­ba var­dık­la­rı yer­den memnun ol­duk­la­rı için mi ora­da ka­lı­yor­lar; yok­sa alı­ko­nu­lup da uy­ku­ya mı da­lı­yor­lar...

Ey insanlar!

Gafletten sakının! Her şey fânîdir, ancak Cenâb-ı Hak bâkīdir. Birdir, şerîk ve nazîri yoktur. İbadet edilecek yalnız O’dur. O doğmamış ve doğurmamıştır.

Evvel gelip geçenlerde bizler için ibretler çoktur.

Ey İyâd Kabîle­si! Ha­ni ba­ba­la­rı­nız ve de­de­le­ri­niz? Ha­ni mü­zey­yen kâ­şâ­ne­ler ve taş­tan hâ­ne­ler ya­pan Âd ve Se­mûd? Ha­ni dün­ya var­lı­ğı­na mağ­rur olup da kav­mi­ne hi­tâ­ben; «Ben si­zin en bü­yük Rab­bi­ni­zim.» di­yen Fi­ra­vun ve Nem­rud?

Bu yer, on­la­rı de­ğir­me­nin­de öğüt­tü, toz et­ti. Ke­mik­le­ri bi­le çü­rü­yüp da­ğıl­dı. Ev­le­ri de yı­kı­lıp ıs­sız kal­dı. Yer­le­ri­ni şim­di kö­pek­ler şen­len­di­ri­yor.

Sa­kın on­lar gi­bi gaf­let et­me­yin! On­la­rın yo­lu­ndan git­me­yin! Her şey fâ­nî, an­cak Ce­nâb-ı Hak bâ­kīdir.

Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yok!.. Küçük-büyük herkes göçüp gidiyor. Herkese olan bana da ola­caktır.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, IX, 418)

ÖLÜM İLE İLGİLİ AYETLER

Aslında Cenâb-ı Hak, gündüzün muhtelif meşguliyetleriyle yorulan bedenlerin, geceleyin uykuya yenik düşmesini misal göstermek sûretiyle, kullarına ölüm hakîkatini her gün hatırlatmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.” (el-Enʻâm, 60)

“Allah; ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.” (ez-Zümer, 42)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SAFA TEPESİ’NDEKİ KONUŞMASI

Peygamber Efendimiz, İslâm dâvetini ilk açıkladığı günlerde Safâ Tepesi’nden Kureyşlilere seslenirken bu hakîkati şu sözleriyle ifâde buyurmuşlardır:

“…Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allâh’ın huzûruna varmanız, dünyadaki her hareketinizin hesâbını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibadetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de cezâ ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfat ebedî bir Cennet; mücâzat da ebedî bir Cehennem’dir.” (Bkz. Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 118; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 61; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, I, 459)

Dolayısıyla şu fânî ömrü;

“Hayat, şu dünya hayatımızdan ibârettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.” (el-Mü’minûn, 37) diyen kâfirler gibi, nefsânî arzularının esiri olmuş bir sûrette ve âhiretsiz bir telâkkî ile değil;

“O ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır...” (el-Mülk, 2) hakîkatinden hareketle, Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği şekilde, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşamamız zarurîdir.

Resûlullah Efendimiz’in, Târık bin Abdullah’a buyurduğu:

“Ey Târık! Ölüm gelip çatmadan evvel ölüme hazırlan!”[1] tavsiyesine kulak ve gönül vermemiz elzemdir.

Kimsenin inkâr edemeyeceği, kaçınılmaz bir gerçek olan ölüm vâkıasından gâfil kalmayalım diye, Peygamber Efendimiz, biz ümmetini pek çok vesîleyle tefekkür-i mevte teşvik ederek şöyle buyurmuşlardır:

“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24/2458)

SAHABİYİ KORKUTAN ŞEY

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in nebevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm, tefekkür-i mevt hususunda öyle bir kalbî rikkat kazanmışlardı ki, gördükleri her şey onlara dünyanın fânîliğini, kabri, kıyâmeti, hesâbı, azâbı hatırlatıyordu.

Nitekim tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil şöyle anlatıyor:

Abdullah ibn-i Mesut ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (Cehennem’in) daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta helâk olup gitmeyi isterler.” (el-Furkân, 12-13) âyet-i kerîmelerini okudu.

Bunun üzerine Rebî bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah öğleye kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi...” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)

HANIMLARININ SAHABEYE SORDUĞU İKİ SORU

İslâm âlimlerinden Abdülhamîd Keşk şöyle der:

“Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona o gün (çarşı-pazarda ne olup bittiğini değil) şu iki suâli sorardı:

  • Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu?
  • Allah Resûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin?

Sahâbî evinden çıkacağı zaman da hanımı ona:

«–Allah’tan kork; haram kazanma! Zira biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyâmet gününde Cehennem azâbına sabredemeyiz.» diye nasihatte bulunurdu.” (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

Müfessir İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân adlı tefsirinde şöyle der:

“Hakîkat ehline göre sâliha bir zevcenin alâmeti; güzelliğinin Allah korkusu, zenginliğinin kanaat, süsünün iffet, yani şer ve fesatlıklardan uzak durmak, farzlardan sonraki ibadetinin, kocasına hizmette kusur etmemek; himmetinin ise ölüme hazırlanmak olmasıdır.”[2]

SAHABENİN FAZİLETİ

Bugünkü insanlığın dünyada biraz daha rahat ve uzun yaşayabilme arzu ve endişesine mukâbil, sahâbe neslinin en büyük arzusu; selîm bir kalp ile, vicdan huzuruyla ve yüz aklığıyla âhirete intikâl edebilmekti.

Bir gün Abdullah ibn-i Mesut tâbiînden dostlarına dedi ki:

“–Sizler Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Ancak onlar sizden daha hayırlıydı.”

Dostları:

“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında:

“–Onlar dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)

YÜZDEKİ DEĞİŞİM

Muhammed bin Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:

Bir zamanlar Ömer bin Abdülazîz ile Medîne-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O vakit gâyet yakışıklı, ter ü tâze bir gençti ve bolluk içinde yaşıyordu. Daha sonra halife olduğunda yanına gittim. İzin isteyip içeri girdim. Onu görünce şaşırdım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:

“–Ey Muhammed! Niçin öyle hayretle bakıyorsun?” dedi.

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim.” dedim.

Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz bana şöyle dedi:

“–Ey Muhammed! Beni kabre konulduğumdan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım-burnum kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın.

Şimdi bunları bırak da sen bana İbn-i Abbâs’ın Resûlullah’tan rivâyet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, IV, 300/7706)

ÖLÜMÜ ÇOKÇA HATIRLAYIN

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Bütün zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çokça hatırlayın!” (Tirmizî, Zühd, 4)

Ölümü aklından çıkarmayıp lâyıkıyla tefekkür edebilen kimse, fânî lezzetlere; âhiret yolcusu olduğunu bilen kimse de dünya misafirhânesindeki oyuncaklara aldanmaz, onlarla oyalanıp vakit kaybetmez.

Çocuklar deniz kenarında oynarken kumdan evler yapar, onunla bir müddet oynar, canları sıkılınca da kendilerini saatlerce oyalayan bu evi bir tekmeyle yerle bir ederler. Yahut kuvvetli bir dalga gelir, o evcikleri yutuverir.

Ölüm de aynen böyledir. Gelecek günlere dâir nice hayaller kuran, nice plânlar-projeler yapan insanoğlu, ölümü hatırlayınca gönül ufkunu acı bir hüzün kaplar. Zihnindeki plânları gerçekleştirmek üzere olan kimseler, “ha bugün ha yarın” diye çırpınıp dururken, ölüm her şeyi bir anda yıkıp dağıtıverir. Onca emek ve zahmet, çocukların kumdan evleri gibi yok olup gider.

Hâl böyle olunca, nefsânî hayallerin dizginlerini büsbütün koyuverip, ömrü, ölüm gerçeğini unutarak yaşamaya çalışmak, ne büyük bir gaflet manzarasıdır!..

Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî’nin naklettiğine göre, Efendimiz yere bir çubuk dikmişti. Sonra bunun yanına ikinci bir çubuk, biraz ilerisine de üçüncü bir çubuk diktiler. Daha sonra ashâbına dönerek:

“–Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz?” diye sordular.

Onlar her zaman yaptıkları üzere:

“–Allah ve Resûlü daha iyi bilir!” diye mukâbelede bulundular. Peygamber Efendimiz, kendisini merakla dinleyen ashâbına meseleyi şöyle îzâh ettiler:

“–Bu birinci çubuk insan, ikincisi onun eceli, üçüncüsü de istek ve arzularıdır. İnsan, kuruntular peşinde koşup dururken ecel önünü keser ve onu alıp götürür.” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, III, 18)

İNSANIN DÜŞTÜĞÜ GAFLET

Ölüm, herkes için muhakkak vâkî olacak bir hakîkat iken insanoğlunun, sanki bu dünyada ebedî kalacakmış gibi beyhûde meşgalelerle ömür sermayesini tüketmesi, ne hazin bir aldanıştır?!.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, insanın bu umûmî gafletine şu hikmetli sözleriyle işaret etmektedir:

“Eğer bir yere toplanmış bir kalabalığa tellâl:

«–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyebilen varsa ayağa kalksın!» diye ilân etse, bir tek kişi bile ayağa kalkamaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakîkate rağmen bütün halka:

«–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise ayağa kalksın!» diye ilân edilse, yine bir tek kişi bile yerinden kalkamaz!..”

ÖLÜM TEFEKKÜRÜ

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Hayal kurup üstünlük taslayan ve yüce Allâh’ı unutan kul ne bedbahttır!

Zorbalık edip haklara tecavüz eden ve yüce kudret ve kuvvet sahibini unutan ne bedbahttır!

Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır!

Azıp taşkınlık gösteren, doğum, ölüm ve ölümden sonrayı unutan kul ne bedbahttır!” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 17)

Velhâsıl insanın en mühim irfânı, toprak altına giriş ve ebedî âleme doğuş muammâlarını çözmekle başlar. İdrak ve şuuru, kabristan duvarlarının dünyevî sınırlarından öteye geçmeyen, ebediyet yolunun gâfil yolcusundan daha bedbaht kim olabilir?!.

Unutmayalım ki, henüz hayatta iken ölüm ve ötesinin tefekkürüyle aydınlanmamış kalpler, gün ışığından mahrum vîrâneler gibidir. Ölümü tefekkür öyle bir nurdur ki, onun aydınlatmadığı bir hayat, gaflet karanlıkları içinde kalmaya mahkûmdur.

Bu hakîkatleri kendilerine âdeta hayat düstûru edinen ecdâdımız, dâimâ fânîliğin tefekkürü içerisinde bulunmak ve dünya hayatını âhiret gerçeğine göre yaşayabilmek için, kabristanları şehir içlerinde ve câmi önlerinde yapmışlardır. Ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek hâlini ıslâha yönelsin. Dünya hayatının fânîliğini yakînen hissetsin de âhireti unutmasın. Bilâkis, dünya nîmetlerini âhiret saâdetine bir basamak eylesin. Gençliğine, sıhhatine, güç-kuvvetine aldanıp kendisini dünyada kalıcı zannetmesin. Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirsin. Asıl gerekli olan âhiret sermâyesini bir an evvel tedârik etmenin gayretine girsin...

DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOLCULUK

Gölgeler âleminden aslî âleme mecburî bir intikâl olan ölüm, kişinin ferdî olarak çıkacağı en zorlu yolculuktur. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker Biz’e geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız…” (el-Enʻâm, 94)

Bu yolculuğunda insana ne akrabası, ne çocukları, ne de malı-mülkü aslâ eşlik edemeyecektir. Yanındaki tek yol arkadaşı, varsa gönlündeki îman ve bu îman muktezâsınca hayatta iken âhirete gönderdiği sâlih ameller ve hayır-hasenattır.

Hikmet ehli, dünyaya râm olan gâfil kişiye şöyle nasihatte bulunur:

“Ey imtihan sırrını unutarak dünyaya aldanan, fânî servetiyle mağrur olan gâfil kimse!

Sakın yaptırdığın köşklere, sağlam binalara güvenme! Unutma ki, kara toprak altındaki yerin seni bekliyor. Yüksek, geniş ve mutantan köşklerin burada kalacak, sen de bîkes ve bîçâre hâlde kara topraktaki evinde yatacaksın. Oraya yalnızca amellerinle ve kazandıklarının hesâbıyla gireceksin!..”

Zira âhiret saâdetine sermaye yapılamayan malın, sahibi için büyük bir nedâmet sebebi olacağı, yine hikmet ehli tarafından şöyle haber verilmiştir:

“Bir kul öldüğünde, malı hususunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.

Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden inceden inceye hesâba çekilmesidir.”

Bir insan için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesâba çekilmek, ne kadar da müşkül bir durumdur. Bir hadîs-i şerîfte tafsîlâtıyla anlatıldığı üzere; insanın kabirde kendisine refâkat edecek tek yakını, amelleri olacaktır. Şayet bunlar sâlih amel ise, sahibine kabirde dost ve arkadaş olur. Onu güzel haberlerle müjdeler, kabrini genişletir, nurlandırır, sahibini zorluklardan, korkulardan, azaptan ve kötülüklerden korur. Fakat -Allah korusun- bu ameller kötü ise, sahibini kabirde korkutur, ürkütür, karanlıklara boğar, kabri ona dar eder.[3]

Velhâsıl Hasan-ı Basrî Hazretlerinin dile getirdiği şu hakîkati aslâ unutmamak lâzımdır:

“Etrafında gördüğün insanların çokluğu seni aldatmasın! Zira sen tek başına öleceksin, tek başına diriltileceksin ve tek başına hesâba çekileceksin!”[4]

Hazret-i Osman da bu hususta gafletten îkaz ederek şöyle buyurmuştur:

“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden beri ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan da senin boynundan atlayarak bir başkasını yakalamaktadır. Sen dünyada bulunduğun sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bir gün gelecek ki başkalarının boynundan atlayıp seni yakalayacaktır. Bu, hiç beklemediğin bir anda olabilir. Öyleyse son nefese dâimâ hazırlıklı ol ve gâfil avlanmamaya çalış. Çünkü ölüm meleği senden asla gâfil değildir!..

Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki, eğer sen kendi nefsinden gâfil olur ve kendin için hazırlık yapmazsan, elbette ki başkası senin için hazırlık yapmaz. Allâh’ın huzûruna mutlakâ varacağını aklından çıkarma ve bunun için de nefsinin hazırlığını kendin görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havâle edeyim deme!” (Ali el-Müttakî, no: 42790)

NASIL YAŞARSAN ÖYLE ÖLÜR, O HÂL ÜZERE DİRİLTİLİRSİN

Hayat, âdeta bir bardağı dolduran damlalar gibidir. Son nefes de, bardağı taşıran son damladır. Bardaktaki suyun berraklığı, damlaların berraklığına bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna tertemiz çıkabilmek için, o damlaların günah ve mâsiyet çamuruyla kirletilmemesi elzemdir.

Son nefesteki mânevî hâlimizin en büyük habercisi, şu anki nefeslerimizi nasıl kullandığımızdır. Öyleyse bu fânî âleme güzel vedâ edebilmek için, alıp verdiğimiz her nefesin, son nefese hazırlık mâhiyeti taşıması zarurîdir. Zira:

“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)

Yani dünya hayatında yaşadığımız ibadet, muâmelât ve ahlâk ile alıp verdiğimiz bütün nefeslerin mânevî keyfiyeti, son nefesimizin bir nevî pusulası hükmündedir. Aynı zamanda âhiretteki hâlimizin daha bu dünyadaki tercümânı gibidir.

Şu hâdise bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Behlül Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir vîrânenin yıkılmak üzere olan iyice eğilmiş duvarına bakıp âkıbetini tefekküre dalardı. Yine bir gün endişe ile bakarken duvar birden çöküverdi. Behlül Dânâ Hazretleri’nin yüzünü bir sürur ifâdesi kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar merakla sebebini sorduklarında:

“−Görmediniz mi, duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!” dedi.

“−Peki bunda şaşılacak ne var?” dediklerinde ise şu hikmetli cevâbı verdi:

“−Mâdem dünyadaki her şey nihâyetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk’a doğrudur, o hâlde ben de ölünce Hakk’a varırım. Ey ahâlî! Rükû ve secdelerimizle Hakk’a meylimizi artıralım ki, başka yönlere yıkılmayalım!..”

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN RÜYASI

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle nakleder:

“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerini rüyasında görmüş ve ona:

«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevâbı vermiş:

«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”[5]

Şu bir hakîkattir ki, Cenâb-ı Hakk’a tahsis edilmesi gereken gönüller, hayatta iken daha ziyâde ne ile meşgul olmuş ise, ölürken de ekseriyetle onunla meşgul olmuşlardır. Yani yaşadıkları hâl üzere ölmüşlerdir. Bunun sayısız misalleri vardır:

Meselâ meşhur hadis âlimlerinden Abdülazîz Revvâd Hazretleri, başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

“Medîne-i Münevvere’de idim. Bir gece Mescid-i Nebî’ye gidiyordum. Bir kadın telâşla yaklaşıp:

«–Ey efendi! Eğer sevap kazanmak istiyorsan yardıma gel! Şurada bir hasta var, can çekişiyor, ölmek üzere. Ona şehâdet kelimesini telkin etsen, söyletsen!» dedi.

Hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adama kelime-i şehâdeti söyletmek için ne kadar uğraştıysam da bir türlü söyletemedim! Bir ara gözlerini açıp:

«–Kaç defâdır bunu söyle diyorsun. Ben, bu kelime-i şehâdetten ve İslâm dîninden, hayli zamandır yüz çevirdim. Şimdi de bir türlü söyleyemiyorum.» dedi ve çok geçmeden öldü.

Adamın kim olduğunu ve hâlini araştırdığımda, onun devamlı olarak şarap içen bir kimse olduğunu öğrendim. Kendi kendime, Resûlullah Efendimiz’in; «Şarap içmeyi âdet edinen, puta tapan gibidir.»[6] buyurması elbette doğrudur, dedim.”

Demek ki karanlık bir hayatın, nurlu bir ölümü olmaz!..

ÖLÜM İLE NEREDE VE HANGİ HÂLDE KARŞILAŞMAK İSTİYORUZ?

Rebî bin Haysem Hazretleri de bu husustaki bir müşâhedesini şöyle nakletmektedir:

“Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllah!» deyip telkin verdikçe o, sanki kelime-i tevhîdi duymuyor, parmaklarıyla para sayar gibi birtakım hesaplar yapıyordu. (Yani son nefesini, yaşadığı hâl üzere veriyordu.)”

Öyleyse; “Ölüm ile nerede ve hangi hâlde karşılaşmak istiyoruz? Ölüm meleğiyle mutlak olan randevumuz, acaba hangi manzara içinde gerçekleşecek?..” İşte bir mü’minin yüreği dâimâ bunun endişesi içinde olmalıdır. Zira;

Câmide secde ederken, helâlinden rızkını kazanmak için çalışırken, sâlihler meclisinde bulunurken, bir yalnızın dert ortağı veya bir kimsesizin kimsesi olurken, Allah rızâsını tahsil için kazancını Cenâb-ı Hakk’ın kullarına infâk ederken ölmek de var; fakat -Allah korusun- bütün bunların zıddına, uygunsuz bir yerde iken, bir kalbe diken batırırken, hakkı savunmak yerine bâtılın taraftârı olurken, nefsânî bir öfke ânında, süflî arzuların pençesinde, Allah düşmanlarıyla veya fâsıklarla dostluk hâlinde, şerri seyrederken, harama dalmışken ölmek de var!..

Hiç şüphesiz insan da, öldüğü hâl üzere diriltilecektir. Nitekim Abdullah bin Amr bir defasında:

“‒Ey Allâh’ın Resûlü, bana cihâd ve gazâ hususunda mâlûmat verebilir misiniz?” diye sormuştu.

Allah Resûlü Efendimiz şöyle buyurdular:

“‒Ey Abdullah bin Amr! Eğer sen sabrederek ve sevâbını sadece Allah’tan bekleyerek ihlâsla savaşırsan, Allah da seni sabreden ve sevâbını sadece Allah’tan uman ihlâslı bir kişi olarak diriltir.

Eğer sen gösteriş yapmak, malının ve cesaretinin çokluğuyla övünmek için savaşırsan, Allah Teâlâ da seni gösteriş yapan ve övünen, mağrur bir kimse olarak diriltir.

Ey Abdullah bin Amr! Hangi hâl üzere savaşırsan veya öldürülürsen Allah Teâlâ da seni o hâl üzere diriltir!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 24/2519; Hâkim, II, 95/2437)

Bu husustaki diğer hadîs-i şerîfler de şöyledir:

“İnsanlar kıyâmet gününde, öldükleri hâl üzere diriltileceklerdir.” (Müslim, Cennet, 83)

“Allah Teâlâ bir kavme azâb etmek istediğinde, orada bulunanların hepsine azap isâbet eder, sonra her biri amellerine göre diriltilir.” (Müslim, Cennet, 84)

SON NEFESTE ÎMAN SELÂMETİ İÇİN

İnsan dünyevî bir diploma aldığında, o diploma, hayatı boyunca geçerliliğini korur. Fakat mânevî hayatta durum böyle değildir. Orada böyle bir garanti yoktur. Bilâkis, kazanılan hâl ve makâmın her an kaybedilme tehlikesi vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm; Bel’am bin Baûrâ ve Kârun gibi, son anlarında sırât-ı müstakîmden ayakları kayanları haber vermektedir.

Kârun, önceleri sâlih bir kuldu. Tevrât’ı en iyi tefsir edenler arasındaydı. Daha sonra zenginlikle imtihan edildi. Servetine ve maddî gücüne mağrur olarak Hazret-i Mûsâ’ya karşı tavır koydu. Bu gurur ve şımarıklığı ise, kendisini helâke sürükledi.[7]

Yine Hazret-i Mûsâ devrinde yaşamış olan Bel’am bin Baûrâ[8] da, mânevî iklîmin zirvelerine vâsıl olmuşken hevâsına meyletmiş ve bu yüzden o da helâke dûçar olmuştur.

Son nefesi îman selâmetiyle verebilmek hususunda yalnızca peygamberler ve onların işaret ettikleri teminat altındadır.

Bu sebeple mü’min;

  • Ömrü boyunca dâimâ havf ve recâ, yani korku ve ümit duyguları arasında kalben teyakkuz hâlinde bulunmalıdır.
  • “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) âyet-i kerîmesinin sırrına ermeye çalışmalıdır.
  • Hayatını her nefes Kitap ve Sünnet’i yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yusuf -aleyhisselâm-ʼın; “…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını gönlünden ve dilinden düşürmemelidir.
  • Bu fânî imtihan âleminde alınacak en mühim diplomanın; son nefeste alınan îman şehâdetnâmesi olduğunu unutmamalıdır.

Son nefese kadar kalbî teyakkuzla kulluğun lüzûmunu îzah sadedinde, şu misal ne kadar ibretlidir:

Süfyân-ı Sevrî Hazretlerinin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkinde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”

SON NEFES

Son nefes, hayatın en kritik ve en zor ânıdır. O esnâda insanın bütün dünyevî düşünceleri, hayalleri ve plânları altüst olur, eli ayağı birbirine karışır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kāf, 19)

Hazret-i Âişe şöyle anlatır:

“(Vefâtı esnâsında) Resûlullah Efendimiz’in önünde bir su kabı vardı. Mübârek ellerini bu kabın içine daldırıp yüzünü meshediyor ve:

«Lâ ilâhe illâllah! Şüphesiz ölümün sekerâtı (aklı baştan gideren şiddetli hâlleri) vardır!» buyuruyorlardı…” (Buhârî, Rikāk 42, Meğâzî 83)

Bu sebeple son nefesi îman selâmetiyle verebilmek için, o zor âna hazırlık yapmak elzemdir. Zira hayatı boyunca kalbine îmânın kök salmadığı, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşamamış, çokça tekrarlamak sûretiyle dilini zikrullâha alıştıramamış bir kimsenin, o sıkıntılı anda kelime-i şehâdeti hatırına getirebilmesi kolay değildir.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Rivâyete göre bir terzi, sâlihlerden bir zâta:

“–Resûlullah’ın; «Allah Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabûl eder.»[9] hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etmişti. O zât da şöyle sordu:

“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?”

“–Terziyim, elbise dikerim.”

“–Terzilikte en kolay şey nedir?”

“–Makası tutup kumaşı kesmektir.”

“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”

“–Otuz seneden beri.”

“–Canın gırtlağına geldiği zaman kumaş kesebilir misin?”

“–Hayır, kesemem.”

“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün-kuvvetin yerinde iken tevbe et! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasîb olmayabilir... Sen hiç; «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!»[10] sözünü işitmedin mi?..”

Dolayısıyla tevbe, istiğfar, hamd, zikir, şükür ve ibadetleri, velhâsıl Hakk’a kulluğu, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlara ve ömrün son demlerine bırakmak, fecî bir hüsran sebebidir. Zira sayılı nefeslerin ne zaman biteceği meçhul olduğu gibi, son nefesin ne hâlde vâ­kî ola­cağı da ilâhî bir sırdır.

SON SÖZ

Hazret-i Ömer, bir gün Hazret-i Talha’yı üzgün görmüştü. Sebebini sorduğunda, Talha:

“–Allah Resûlü bir defasında:

«Ben bir söz biliyorum, her kim ölürken onu söylerse mutlakâ amel defteri için bir nûr olur ve cesedi ile rûhu da, ölüm esnâsında o kelime sebebiyle ilâhî rızâya, rahmete ve huzûra nâil olur.» buyurmuşlardı. Ben bu sözün ne olduğunu soramadan Resûlullah vefât ettiler. İşte bu sebeple üzgünüm!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Ben o sözü biliyorum. O, Peygamber Efendimiz’in, amcası (Ebû Tâlib’in) söylemesini istediği «Lâ ilâhe illâllah» cümlesidir. Resûlullah, eğer amcası için bundan daha kurtarıcı bir söz bilseydi, muhakkak onu söylemesini isterdi.” dedi. (İbn-i Mâce, Edeb, 54. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 6)

Zira Resûlullah Efendimiz:

“Kimin son sözü, «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» olursa Cennet’e girer.” buyurmuşlardır.[11]

Âlimlerin beyânına göre, bu hadîs-i şerîften murâd, “Lâ ilâhe illâllah” sözü ve onun ayrılmaz parçası olan “Muhammedü’r-Resûlullah” ilâvesidir. İkisini birlikte söylemek îcâb eder. Bazı rivâyetlerde sadece “Lâ ilâhe illâllah” cümlesi söylenir, ancak ikisi birden kastedilir. Zira “Lâ ilâhe illâllah” sözü şerʻan, kelime-i şehâdetin her iki cümlesine birden alem olmuştur.[12]

Kelime-i tevhîd, onun muktezâsınca yaşanan bir hayat neticesinde kalbe nakşolur. Şayet kul, Allâh’ın emir ve nehiylerine karşı ihmalkâr, kusurlu veya tamamen bîgâne ise, onunla kelime-i tevhîd arasında büyük bir uçurum açılır. O, tevbe edip gafletten el çekmedikçe de bu uçurum derinleştikçe derinleşir. Sonunda kul ile alâkası, harflerin telâffuzundan öteye geçmeyen kuru bir iddiâdan ibâret olur. Bu ise, büyük bir hüsrandır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik.» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğru söyleyenleri ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlakâ ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)

KİM LA “İLAHE İLLALLAH” DERSE CENNETE GİRER

Vehb bin Münebbih’e:

“–«Lâ ilâhe illâllah», Cennet’in anahtarı değil mi?” diye sorulduğunda:

“–Evet, öyledir. Fakat her anahtarın mutlakâ dişleri vardır. Dişleri olan anahtarı getirirsen kapı sana açılır, yoksa açılmaz.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Cenâiz, 1)

Yine tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden İmâm Zührî’ye, Resûlullah Efendimiz’in; “Kim «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» derse Cennet’e girer.” hadîs-i şerîfi sorulmuştu. O ise cevâben:

“‒Bu hüküm, İslâm’ın ilk günlerinde, farzların, emir ve nehiylerin nüzûlünden önce idi.” mukâbelesinde bulunmuştur. (Tirmizî, Îmân, 17/2638)

Yani dîn kemâle erdikten sonra, Kitap ve Sünnet’in bütün hükümlerini hayata geçirmek şarttır. Bu itibarla hayatımızın her ânının kelime-i tevhîd istikâmetinde olması, ebedî saâdetimiz için zarurîdir.

Zira nefse uyarak yapılan kötü ameller ve ihmaller de çoğu zaman son nefeste kelime-i tevhîdi söylemeye mânî olur. Buna dâir nakledilen kıssalardan biri şöyledir:

Hayattayken teraziyi tam olarak tartmaya gayret eden bir kimseye ölüm hâli gelmişti. Kendisine “Lâ ilâhe illâllah” diye telkinde bulunduklarında, o zât binbir güçlükle şöyle söyledi:

“‒Benim için Allâh’a duâ ediniz de bana o kelime-i tevhîdi söylemeyi kolaylaştırsın. Terazinin dili benim dilimin üzerine bastırıyor ve kelime-i tevhîdi söylememe mânî oluyor. Zira ben, terazinin kefesinde kalan az miktardaki tozları silmez, rüzgârın esmesiyle içinde biriken tozu-toprağı temizlemezdim!”[13]

CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİNİN ÜZÜNTÜSÜ

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri Yemen çöllerinde gezerken bir av köpeği görmüş. Bakmış ki dişleri dökülmüş, arslanlara saldıran pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış bir tilkiye dönmüş. Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere atılır, onları tutarken, şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.

Hazret, o köpeği öyle zavallı, bitkin ve hâlsiz görünce kendi azığından ona bir parça vermiş. Ve bu köpeğe karşı hüzünle şu sözleri söylemiş:

“Ey köpek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi çıkacak. Zâhire bakılırsa bugün insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmânımın ayağı kaymazsa, başıma Cenâb-ı Hakk’ın affı tâcını giyeceğim. Eğer üzerimdeki mârifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağılarda olacağım. Zira köpek ne kadar kötü huylu olursa olsun, onu Cehennem’e götürmezler.”

Muhammed Mâsûm Fârukî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Son nefes korkusu öyle bir nîmettir ki, bütün Hak dostları bu derde giriftâr olmuşlardır.”

İşte bu hissiyâtı sürekli kalbinde taşıyan bir mü’min, dünya hayatını âdeta bir mayın tarlasında yürürcesine müstesnâ bir hassâsiyetle yaşar. Dünyada varacağı son konağın, Cennet bahçelerinden biri olması için kabristanların sessiz irşâdına cân u gönülden râm olur. Ölüme hazırlığın, kendine kabir hazırlamak değil, kabre kendini hazırlamak olduğunun hikmetine erer.

70 YILLIK MECUSİ NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

Şeyh Ahmed Harb’in, Behram adında yaşlı bir komşusu vardı ki mecûsî idi. Yani ateşe tapmaktaydı. Ahmed Harb Hazretleri bir gün Behram’a îman telkîninde bulundu. Bunun üzerine yaşlı mecûsî:

“–Ey Müslümanların sözü dinlenen şeyhi! Sana üç şey sorayım. Cevap verebilirsen senin dînine îmân edeceğim.” dedi.

Şeyh Ahmed “sor” deyince Behram:

“–Allah bu halkı niçin yarattı? Ve dahî rızkını da verdi, fakat niye bunları öldürür? Mâdem ki öldürür, neden diriltir?” diye sordu.

Şeyh Ahmed, bu suallere şu cevâbı verdi:

“–Halkı yarattı ki, O’nun varlığını ve birliğini bileler, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin idrâki içinde olalar.

Rızkını verdi ki, O’nun rezzaklığını ve merhametini bileler.

Öldürür ki, O’nun kahharlığını bileler.

Geri diriltir ki, O’nun bâkīliğini bileler.

Velhâsıl hayatın her safhasındaki hâdisat ve vukuâtta O’nun kâdir-i mutlak olduğunu idrâk edeler.”

Behram bunları duyunca bir müddet tefekkürden sonra îmân etti. Fakat Şeyh Ahmed Harb, o an dehşete kapılarak bayıldı. Kendine geldiğinde:

“–Yâ Şeyh, ne oldu?” diye sordular.

O da şu karşılığı verdi:

“–O an bana bir hitap geldi ki;

«Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, şimdi Müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık Müslümansın, son nefesinde ne olacağını bilir misin?!»”[14]

Dolayısıyla her nefesimizi, dünya hayatımızın son ânını hayırdan ibâret kılacak bir kıvamda geçirmeye gayret etmeliyiz. Buna ilâveten sâlih amellerimize ve istikâmetimizin düzgün oluşuna da güvenmemeli, ebedî kurtuluşumuz için dâimâ Hakk’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalıyız.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Bir kimse uzun zaman Cennetliklerin amelini işler, sonra ameli Cehennemliklerin ameliyle sona erdirilir. Bir kimse de uzun zaman Cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli Cennetliklerin ameliyle hitâma erdirilir.” (Müslim, Kader, 11)

GERÇEK MÜMİNİN ALTI KORKUSU

Hazret-i Osman buyurur:

“Gerçek bir mü’min, altı çeşit korku içindedir:

  • Îmânının Allah Teâlâ tarafından alınması korkusu.
  • Kıyâmet günü kendisini rezil rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
  • Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ‘ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
  • Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
  • Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşguliyete dalıp Allah Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.
  • Dünya ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma korkusu.”

Bu bakımdan Rabbimiz, bizlere şu duâyı öğretmek sûretiyle kendisine nasıl ilticâ etmemiz gerektiğini de bildirmiştir:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize tarafından rahmet bağışla. Muhakkak ki lûtfu en bol olan Sen’sin.” (Âl-i İmrân, 8)

PEYGAMBERİMİZİN DUASI

Resûlullah Efendimiz çoğu zaman:

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allâh’ım! Benim kalbimi dîninde sâbit kıl!” diye duâ ederlerdi.

Hattâ Hazret-i Enes kendisine:

“‒Yâ Resûlâllah! Biz Sana ve Sen’in getirdiğin dîne inandık. Yoksa bizim îmânımızın değişeceğinden mi korkuyorsunuz?” diye sorduğunda Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“‒Evet, kalpler Allâh’ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi evirip çevirir.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 7/2140)

HÜSN-İ ZAN BESLEMEK

Diğer bir husus da mü’minin dâimâ Cenâb-ı Hakk’a karşı hüsn-i zan içerisinde bulunması gerektiğidir. Nitekim Hazret-i Câbir şöyle buyurur:

“Vefâtından üç gün evvel Resûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

«Her biriniz (başka şekilde değil) ancak Allâh’a karşı hüsn-i zan ederek ölsün!»” (Müslim, Cennet, 82; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 12-13/3113)

Zira hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak:

“Ben, kulumun zannı üzereyim. Beni zikrettiği (her) yerde, onunlayım (yani rahmet ve yardımım onunla beraberdir).” buyurmaktadır. (Buhârî, Tevhîd, 15, 35; Müslim, Tevbe, 1)

Allâh’a karşı hüsn-i zan beslemek; O’nun merhamet ve keremini dilemek, hiçbir zaman O’nun sonsuz rahmet ve inâyetinden ümit kesmemek, O’nun af ve mağfiretiyle muâmele edeceğini ummak, hattâ böyle bir saâdete ereceğine tereddütsüz bir şekilde inanmaktır.

Lâkin bunun gerçekleşmesi için, kişinin “îman” ve “amel-i sâlih” sahibi olması zarurîdir. Nitekim pek çok âyet-i kerîmede îman ve amel-i sâlihin yan yana zikredilmesi, bir kimsede bunların beraber bulunmasının lüzûmunu göstermektedir.

Velhâsıl Allah’tan hayır, rahmet ve lûtuf göreceği ümidini taşıyan ve bu uğurda mümkün olduğunca kulluk mükellefiyetlerini yerine getirmeye gayret eden kişi, Allâh’ı, beklediği gibi bulacaktır. Aksini bekleyen de öyle bulacaktır.

Bizler bu bahsi Hazret-i Ebûbekir’in şu samimî niyâzıyla nihâyetlendirelim:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun!”[15]

ÖLECEĞİNİ BİLDİĞİMİZ BİRİNİN YANINDA NE YAPMALIYIZ?

Peygamber Efendimiz hasta veya ölümü yaklaşmış kimselerin yanında güzel şeyler konuşulmasını, şu hadîs-i şerîfleriyle ümmetine tavsiye etmişlerdir:

“Hasta veya ölünün başında bulunduğunuz zaman, hayırlı ve güzel sözler söyleyiniz. Zira melekler sizin sözlerinize «Âmîn!» derler.” (Müslim, Cenâiz, 6; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15)

“Bir hastanın yanına girdiğiniz zaman, ona eceli hakkında güzel şeyler söyleyip rahatlatın, ümitlendirin! Bu sözler hastanın başına gelmesi mukadder olan bir şeyi geri çevirmez, ancak onun gönlünü hoş eder.” (Tirmizî, Tıb, 35/2087; İbn-i Mâce, Cenâiz, 1/1438)

Yine, son nefesini vermek üzere olan bir kimseye; “Lâ ilâhe illâllah” diyerek “telkin”de bulunmak, dînî bir vecîbedir. Zira Resûlullah Efendimiz:

“Ölmek üzere olanlarınıza «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» demeyi telkin ediniz!” buyurmuşlardır. (Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3117)

Fakat bu vazifeyi icrâ ederken de son derece dikkatli, nâzik ve yumuşak davranmak gerekir. Hastayı zorlamak veya kelime-i tevhîdi söylemesi için aşırı ısrarcı olmak doğru değildir. Zira böylesi sıkıntılı bir anda hastayı kızdırmak, “Lâ ilâhe illâllah” demeden ölmesine veya -Allah korusun- îmâna aykırı bir tavır sergilemesine sebebiyet verebilir ki, bu da en büyük felâketlerden biridir.[16]

Ayrıca bir mü’min, kelime-i tevhîdi söyledikten sonra hiç dünya kelâmı konuşmadıysa -hastalığı ne kadar uzarsa uzasın- son sözü kelime-i tevhîd olmuş sayılır. Bu sebeple de Peygamber Efendimiz’in; “Kimin son sözü, «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» olursa Cennet’e girer.”[17] müjdesine nâil olacağı ümîd edilir. Dolayısıyla da bu durumdaki hastalara tekrar telkinde bulunmaya lüzum yoktur.

Ayrıca son nefeslerini vermek üzere olanların yanında rûha huzur ve ferahlık veren güzel bir sesle Kur’ân okumak, bilhassa Yâsîn Sûresi’ni tercih etmek de güzel görülmüştür.

İNSAN NASIL ÖLÜR?

Ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu...

Nitekim melekler, ölüm esnâsında sâlih mü’minlerin canlarını yavaşça, hiç sıkıntı vermeden[18] gâyet hoş bir şekilde alacak ve:

“…Size selâm olsun! Yapmış olduğunuz sâlih amellere karşılık girin Cennet’e!..”[19] diyerek onları müjdeleyeceklerdir.

O esnâda gözlerden perdeler kalkacak, melekler görünecek ve sâlih mü’minlere güzel haberler verilecektir. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle beyân edilmektedir:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin!» derler. Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır.” (Fussilet, 30-32)

Yine ömrünü Hakk’a itaatle geçirmiş, kalbi zikrullah ile huzura kavuşmuş, yakîn ve kemâle ermiş kullara, öncelikle ölüm ânında, sonra Mahşer’de ve nihâyet Cennet’e girerken şöyle hitâb edileceği bildirilmektedir:

“Ey, (Rabbine itaat edip) itmi’nâna (huzura) ermiş nefs! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin) kullarımın arasına katıl ve Cennet’ime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîmede öncelikle kulun Rabbinden râzı olması gerektiği ifâde edilmiştir. Yani kul, Cennet vizesi alabilmek için; değişen şartlar altında ve hayatın med-cezirleri karşısında dâimâ Rabbinin takdîrinden râzı olmalı, sabır ve şükür ile kulluğuna devam etmelidir. Tâ ki Rabbi de ondan râzı olsun.

CEHENNEMLİKLERİN ÖLÜM ANI

Îman nûruyla aydınlanmamış kasvetli gönüllerin ölüm ânı ise tam bir fâciadır. Zira melekler, onların rûhunu şiddetle söküp çıkarır.[20] Ölümün korkunç girdapları arasında, meleklerin azarlama ve darbeleri altında, acı bir şekilde can verirler.

Cenâb-ı Hak bu dehşetli manzarayı da şöyle bildirmektedir:

“Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve; «Tadın yakıcı Cehennem azâbını!» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!” (el-Enfâl, 50)

“Kendilerine zulmederken (yani küfürde ısrar ederek kendilerini ebedî azâba müstahak ederken) meleklerin canlarını aldığı kimseler;

«–Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!» diyerek teslim olurlar.

(Melekler onlara şöyle der:)

«–Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir. O hâlde ebedî kalmak üzere girin Cehennem’in kapılarından! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!»” (en-Nahl, 28-29)

“Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak!” (Muhammed, 27)

Zira fâcir bir kimsenin rûhunun cesedinden nasıl çıkarılacağını nakleden bir hadîs-i şerîfteki şu teşbih, ne dehşetli bir îkazdır:

“Ruh(un) cesetten (çıkarılması), kancalı ve çatallı bir şişin ıslak yünün içinden çekilip çıkarılması gibi oldukça zor bir sûrette gerçekleşecektir.” (Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, müşriklere şöyle seslenir:

“Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can, köprücük kemiğine dayanır; «Tedavi edebilecek kimdir?» denir.

(Can çekişen) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar. Ve bacak bacağa dolaşır.

İşte o gün sevk edilecek yer, sadece Rabbinin huzûrudur.

İşte o, (Peygamber’in getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz da kılmamıştı. Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti. Sonra da çalım sata sata yürüyerek kendi ehline (taraftarlarına) gitmişti.” (el-Kıyâme, 26-33)

Vâkıa Sûresi’nde de âkıbetleri kötü olan insanların ölüm ânındaki hâlleri şöyle haber verilmektedir:

“Hele can boğaza dayandığı zaman! O vakit siz bakar durursunuz. (O anda) Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.

Mâdemki siz, (dînin emirlerine boyun eğmiyorsunuz ve) cezâ görmeyeceğinizi iddiâ ediyorsunuz; o zaman haydi o (canı) geri çevirin de görelim, şayet iddiânızda doğru iseniz!” (el-Vâkıa, 83-87)

Bütün insanlık, ölüm ânında ister istemez ilâhî takdîre boyun eğecek ve teslim olacaktır. Hayatında ilâhî emirlere karşı çıkıp inatla diklenen zorba ve mütekebbirler bile o an hiçbir şekilde îtiraz edemeyeceklerdir. İdrâki üzerindeki sayısız gaflet perdeleri kaldırılan insan, kâinattaki asıl hükümranlığın yalnızca Allâh’a âit olduğunu, bütün haşmetiyle ancak o an idrâk edebilecektir. Lâkin ne fayda!..

Devam eden âyetlerde ise şöyle buyrulur:

“Fakat (ölen kişi Allâh’a) yakın olanlardan (yani Hak dostlarından) ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm Cenneti lûtfedilir.

Eğer o Ashâb-ı Yemîn’den (sağdakilerden) ise (kendisine):

«Ashâb-ı Yemîn’den sana selâm var!» (denilir.)

Ancak yalanlayıcı sapıklardan ise, işte ona da kaynar sudan bir ziyafet sunulur! Ve (onun sonu) Cehennem’e atılmaktır.

Şüphesiz ki bu (anlatılanlar), kesin hakîkatin ta kendisidir. O hâlde, haydi yüce Rabbinin ismini tesbîh et (tenzîh ile zikret)!” (el-Vâkıa, 88-96)

Bir defasında Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“Kim Allâh’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim de Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!” buyurmuşlardı.

Hazret-i Âişe veya Efendimiz’in diğer zevcelerinden biri:

“–Yâ Resûlâllah! (Ölümden hoşlanmama hâli de buna dâhil mi?) Hepimiz mutlakâ ölümü çirkin görür, ondan hoşlanmayız!” dedi.

Efendimiz şöyle buyurdular:

“–Hayır, kastettiğim o değil. Lâkin kendisine ölüm geldiğinde mü’min; Allâh’ın rızâsı, cömertliği ve sonsuz ikramlarıyla müjdelenir. Artık onun için önündeki şeylere kavuşmaktan daha sevimli bir şey kalmaz. Bu sebeple Allâh’a kavuşmayı ister ve sever. Allah Teâlâ da ona kavuşmayı sever.

Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allâh’ın azâbı ve cezasıyla müjdelenir. Artık onun için önündeki şeylerle karşılaşmaktan daha çirkin bir şey yoktur. Bu sebeple Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmaz. Allah Teâlâ da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!” (Buhârî, Rikāk, 41; Müslim, Zikir, 14)

HZ. DAVUDUN ÖLÜM ANINDA AZRAİL ALEYHİSSELAM İLE KONUŞMASI

Yine Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Dâvud -aleyhisselâm-, gayret-i dîniyyesi pek kuvvetli ve namusuna da çok düşkün biriydi. Evden çıktığı zaman kapıyı iyice kapatır, dönünceye kadar da kimse oraya giremezdi. Bir gün yine evinden çıkıp kapısını kapattı… Dâvud -aleyhisselâm- geri döndüğünde evin ortasında duran bir adam gördü. Ona:

«–Sen kimsin?» diye sordu. O da:

«–Ben, o kimseyim ki, krallardan korkmam ve perdeler (engeller) bana mânî olamaz.» dedi. Bunun üzerine Dâvud -aleyhisselâm-:

«–Öyleyse, vallâhi sen ölüm meleğisin. Allâh’ın emriyle hoş geldin.» dedi.

Bir müddet sonra da rûhu kabzolundu…” (Ahmed, II, 419)

Merhum Necip Fâzıl ne güzel söyler:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner…

Türkçemizde; “Son gülen iyi güler.” diye hikmetli bir söz vardır. Bunun asıl mânâsı, kişiye son nefesinde perdeler kaldırılıp gideceği makam gösterildiğindeki tebessümden daha güzel bir tebessümün olmadığıdır. Kulun bu cihandaki en güzel, en mânâlı, en mesut tebessümü, o andakidir. Rabbimiz cümlemize nasîb eylesin!..

ALLAH’A GİDİŞ NASIL OLACAK?

Emevî halîfelerinden Süleyman bin Abdülmelik, zühd ve takvâ ehli bir âlim olan Ebû Hâzim’e:

“–Allah Teâlâ’ya gidiş nasıl olacaktır?” diye sorduğunda kendisinden şu cevâbı almıştır:

“–İtâatkâr bir kulun Allâh’a gidişi; evinden, ailesinden ayrı düşen bir insanın onu iştiyakla bekleyen ailesine kavuşması gibidir. Ama âsî bir insanın Allâh’a gidişi ise, efendisinden kaçan bir kölenin, tekrar ona dönüşü gibidir.”

PİŞMANLIK

Resûlullah Efendimiz biz ümmetini îkaz sadedinde bir gün:

“‒Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı. Kendisine:

“‒O pişmanlık nedir yâ Resûlâllah?” diye sorulduğunda Efendimiz:

“‒(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını vermişlerdir. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Cenâb-ı Hak bu hususta kullarını şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

(İşte o zaman insan:) «Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!» der.” (el-Fecr, 24)

“Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 11)

Öyleyse imkân sahibi bir kul, Allah Teâlâ’nın bahşettiği nîmetleri, fırsat elde iken âhirete göndermeli, kıyâmetin o “zor, çetin, sıkıntılı ve meşakkatli günü” için bugünden hazırlık yapmalıdır. Unutmamak îcâb eder ki, yarın ebedî ikâmetgâha devrolunduğunda, ne zenginin elinde infâk edebileceği bir imkân kalacak, ne de fânî nîmetleri bâkī saâdete sermaye kılmak için bir fırsat olacak!..

Merhum Necip Fâzıl, ne güzel söyler:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!..

HZ. ALİ’NİN TAVSİYESİ

Hazret-i Ali der ki:

“Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz âhiretin evlâtları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın!

Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur. (Buhârî, Rikāk, 4)

Tıpkı imtihan salonundan çıkan bir talebenin, -imtihanda aklına gelmeyen doğru cevaplar hatırına gelmiş olsa bile- artık imtihana dönüp cevap yazamayacağı, notunu artıramayacağı gibi… Hayat imtihanındaki suallerin doğru cevaplarını öldükten sonra hatırlamak da kişiye bir şey kazandırmaz, bilâkis daha ağır bir pişmanlık sebebi olur.

KEMALE NASIL ULAŞILIR?

Ebû Zer’in şu hikmetli sözleri, sonradan “keşke” dememek için ölüm ve ötesine bugünden hazırlanmanın lüzûmunu ne güzel hulâsa etmektedir:

“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sahibi, yani sen; ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü ise mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler. Ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!

Allah Teâlâ; «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…»[21] buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

ÖLÜM VE ÖTESİNE HAZIRLIK

Hak dostu Rebî bin Haysem’in şu hâli, ölüm ve ötesine hazırlık hususunda câlib-i dikkat bir misaldir:

Rebî bin Haysem Hazretleri, bahçesine bir mezar kazmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zamanlarda bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Dünyaya bir gün mutlakâ vedâ edeceğini ve mezarda bir istiğfar ve sadakaya bile muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesâbı düşünerek derin bir muhâsebe iklimine girerdi. Daha sonra şu âyetleri okurdu:

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim, beni (dünyaya) geri gönderiniz.» der.” (el-Mü’minûn, 99)

“«Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih amellere sıkıca sarılayım!» (der.)

Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibârettir. Onların arkasında, tekrar diriltilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine mânî) bir perde vardır.” (el-Mü’minûn, 100)

Rebî Hazretleri mezardan çıkınca da kendi kendine:

“–Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabûl edilmeyeceği, dünyaya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allah yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını ziyâdeleştir.” derdi.

İMAM GAZALİ’NİN UYARILARI

Bu meyanda İmâm Gazâlî Hazretlerinin şu îkazları da çok ibretlidir:

“Oğul! Farz et ki bugün öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât! (Geri dönüş artık söz konusu değildir!)”

“Her mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra kendisine şu hatırlatmalarda bulunmalı:

«–Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm gidince sermayem de gider ve artık kazanma imkânım kalmaz. Bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. (Hayat takviminden yeni bir sayfa daha açtı.) Eğer canımı alsaydı, elbette bir günlüğüne de olsa dünyaya geri gönderilip çokça sâlih ameller işlemeyi temennî edecektim.

Şimdi farz et ki öldün ve bir günlüğüne dünyaya dönmene izin verildi. O hâlde bugün günahlara kat’iyyen yaklaşma! Sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zira her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

ECEL GELMEDEN

Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak, hepimizin en mühim gayreti olmalıdır. Bunun için de dünyanın geçici zevk u safâsına, aldatıcı yaldızlarına kanmamalıyız. Sahip olduğumuzu düşündüğümüz dünya nîmetlerinin, aslında rüyada bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmamalıyız. Mevlânâ Hazretlerinin ifâdesiyle; “ecel, verileni geri almadan önce, verilmesi gereken her şeyi gerçek sahibine iâde etmeye” gayret göstermeliyiz.

Yunus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Bir hastaya vardın ise

Bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele

Hak şerâbın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise

Bir eskice virdün ise

Yarın anda sana gele

Hak libâsın biçmiş gibi

Cenâb-ı Hak, bizleri bu hususta gaflete düşmekten şöyle îkaz buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)

Unutmayalım ki son nefes; lekesiz, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün ömrünü net bir şekilde seyreder. O an, gözlere ve gönüllere hiçbir nefsânî îtiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü îtiraf; aklı ve vicdânı derin bir pişmanlık iklimine sokar.

Bu sebeple; “Ölmeden evvel ölünüz.” düstûruna riâyet edip, ölümle mecburen terk edeceğimiz nefsânî ihtiraslarımızı bugün kendi irâdemizle terk edelim. Ecel gelip çatmadan tevbe-istiğfâr ile hâlimizi ıslah edelim ki; son nefes, hayatımızı pişmanlıkla seyrettiğimiz hüsran aynası olmasın!..

Zira ecel senedimizin meçhul vâdesi dolduktan sonra, âhiretimiz için bir şey yapmak artık imkânsız, dünya hayatımız için nedâmet duymaksa faydasızdır. Zaman, Allâh’ın kuluna en büyük ihsân-ı ilâhîsidir. Zaman geriye alınamaz, biriktirilemez ve borç olarak alınıp verilemez. Nitekim Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde, zamana yemin etmekte, onu îman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye ile ihyâ etmeyenlerin hüsran içinde oldukları îkâzında bulunmaktadır.

Dolayısıyla bizi Mahşer gününde kurtuluşa erdirecek bir hesâba hazırlık için gün, bugündür! Amel-i sâlihler işlemek için dem, bu demdir! Üzerimizdeki emanetleri gerçek sahibinin emrine teslim etmek için de fırsat, bu fırsattır!

Yine bunun içindir ki; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyrulmuştur. Zira kimsenin yarına çıkacağına dâir bir teminâtı yoktur.

Bu itibarla faydalı işler görmekte acele edip Resûlullah Efendimiz’in şu tavsiyelerini kendimize hayat düstûru edinmeliyiz:

“Ey insanlar! Ölmeden evvel Allâh’a tevbe ediniz! Sizi meşgul edecek birtakım sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmadan evvel, sâlih amellere koşunuz! Allâh’ı çok çok zikretmek ve gizli-açık bol bol sadaka vermek sûretiyle, O’nun, üzerinizdeki hakkını îfâya gayret ediniz ki rızka nâil olasınız, yardım göresiniz ve ıslâh edilesiniz!” (İbn-i Mâce, İkāme, 78)

RUHUN YOLCULUĞU

Resûl-i Ekrem Efendimiz, düşünüp ibret almamız, son nefes ve ötesine hazırlanmamız için, bizlere kabir, kıyâmet ve âhiret ahvâlinden bazı manzaralar nakletmiştir.

Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre Allah Resûlü bir defasında:

“Mü’minin rûhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılayıp yukarı çıkarırlar.” buyurmuşlardı. Sonra da mü’min rûhun güzel koktuğunu ve bu kokunun etrafa da saçıldığını beyân etmişlerdi. Efendimiz bunun ardından sözlerine şöyle devam ettiler:

“Semâ ehli:

«‒Arz (dünya) tarafından ne kadar da güzel ve hoş bir ruh geliyor! Allah Teâlâ, sana ve içinde bulunarak îmâr ettiğin cesede salât eylesin!» derler.

Sonra ruh, hemen Rabbinin huzûruna çıkarılır. Daha sonra Cenâb-ı Hak:

«‒Onu, (Cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabrine) götürün, berzah hayatı bitinceye kadar orada kalsın!» buyurur.”

Bunun ardından Efendimiz, kâfirin rûhu çıktığında onun pis kokusundan, üzerine yağan lânetten ve herkesin ondan uzaklaşmak istediğinden bahsetmiş, sonra da şöyle buyurmuşlardır:

“Kâfirin rûhu çıktığında (semâ ehli):

«‒Arz (dünya) tarafından pis bir ruh geliyor.» derler. Sonra:

«‒Onu, (Cehennem çukurlarından bir çukur olan kabrine) götürün, berzah hayatı bitinceye kadar orada kalsın!» denilir.”

Bu sözü söylerken Resûlullah, (kâfir rûhun pis kokusu sebebiyle) üzerlerinde bulunan ince örtüyü mübârek burunlarına çevirmişlerdir. (Müslim, Cennet, 75)

SAHABİNİN CENAZESİ

Berâ bin Âzib de şöyle anlatır:

Resûlullah Efendimiz’le beraber, Ensâr’dan bir zâtın cenâzesine gitmiştik. Kabrine kadar vardık, henüz defnedilmemişti. Efendimiz’in etrafına oturduk. Bir semâya, bir yere bakmaya başladılar. Üç defa mübârek gözlerini yukarı kaldırıp yere indirdiler. Sonra da:

“Allâh’ım! Kabir azâbından Sana sığınırım!” diye duâ ettiler.

Daha sonra şöyle buyurdular:

“Müslüman bir kimse âhirete yaklaştığı ve dünyadan ayrılma vakti geldiği zaman, ölüm meleği gelir ve başucuna oturur. Semâdan da melekler inerler; yüzleri güneş gibi parlaktır. Yanlarında Cennet kefenlerinden ve kokularından vardır. O şahsın önüne, baktığı yere otururlar. Ölüm meleği şöyle der:

«‒Ey itmi’nâna ermiş nefs! Rabbinin mağfiretine ve rızâsına kavuşmak için çık!»

O da su damlasının kaptan aktığı gibi kolaylıkla çıkıverir.

Diğer melekler, o rûhu ölüm meleğinin elinde göz açıp kapayıncaya kadar bile bırakmadan hemen alırlar ve semâya yükseltirler. Yanlarından geçtikleri her melek topluluğu:

«‒Bu güzel ruh da kim?» derler.

Rûhu yükselten melekler de onu en güzel isim ve sıfatları ile yâd ederek:

«–Bu falan oğlu falandır.» derler.

Semâya vardıklarında bütün semâ kapıları açılır. Yedinci kat semâya varıncaya kadar, içinden geçtikleri her bir semânın Allâh’a en yakın olan mukarreb melekleri, bu rûhu teşyî eder (uğurlar).

Sonra:

«–Onun amel defterini İlliyyîn’e yazın!» denilir.

Daha sonra da:

«‒Kulumu yeryüzüne geri götürün. Çünkü Ben, onları yerden yaratacağımı, tekrar ona döndüreceğimi ve yine oradan çıkaracağımı vaad ettim.» denilir.

O kimsenin rûhu cesedine geri getirilir.[22]

Melekler ölünün yanına gelirler ve:

«‒Rabbin kim?» derler.

«‒Allah.» der.

«‒Dînin nedir?» derler.

«‒İslâm.» der.

«‒Sizin içinizden çıkan şu zât kimdi?» derler.

«‒Allâh’ın Rasûlü’ydü.» der.

«‒Bunu nereden bildin?» derler. O da:

«‒Allâh’ın Kitâbı’nı okudum, O’na îmân ettim ve O’nu tasdîk ettim.» der.

Bunun üzerine semâdan bir münâdî şöyle nidâ eder:

«‒Doğru söyledi, ona Cennet’te bir yer hazırlayın, Cennet elbiseleri giydirin ve Cennet’teki mekânını gösterin!»

Daha sonra bu kimse kabrine yatırılır. Cennet’in rüzgârı ve hoş râyihası kendisine gelir. Ona bunlar yapıldıktan sonra, yanında güzel yüzlü, temiz kıyafetli ve hoş kokulu bir adam temessül eder:

«‒Hoşlandığın şeylerle sevin! Bu sana vaad edilen gündür!» der.

Müslüman:

«‒Sen kimsin? Hayır müjdeleyen bir yüzün var!» diye sorduğunda o şahıs:

«‒Ben senin sâlih amelinim.» der.

Sonra o kimse şöyle yalvarır:

«Yâ Rabbi! Kıyâmeti hemen gerçekleştir ki (Cennet’te bana lûtfedeceğin) ehlime ve malıma kavuşayım!»”

Bunu söyledikten sonra Resûlullah Efendimiz şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular:

“Allah Teâlâ, sağlam sözle (yani «Lâ ilâhe illâllah!» diyerek) îmân edenleri(n ayağını kaydırmaz) hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar…” (İbrahim, 27)

Sonra Efendimiz şöyle devam ettiler:

“Fâcir (günahkâr) kimseye gelince; âhirete yaklaşıp dünyadan ayrılma vakti geldiğinde, ölüm meleği gelir ve başucuna oturur. Semâdan melekler inerler; yüzleri simsiyah ve ellerinde kıldan yapılmış kaba ve sert giysiler vardır. Önüne, gözünün baktığı yere otururlar. Ölüm meleği:

«‒Ey pis ruh! Allâh’ın hiddet ve gazabına uğramak için çık!» der.

Ruh cesetten, kancalı ve çatallı bir şişin ıslak yünün içinden çekilip çıkarılması gibi oldukça zor ayrılır. Onunla birlikte vücuttaki bütün damarlar ve sinirler de (sanki) kopar, (yani o derece ıztırap verir).

Melekler hemen kalkarlar, o rûhu bir an bile bekletmeden semâya yükseltirler. Yanlarından geçtikleri her melek topluluğu:

«‒Bu pis ruh da kim?» derler.

Melekler, kötü sıfatlarını zikrederek «falan kimse» derler.

Semâya vardıklarında semâ kapıları yüzüne kapanır.

«–Amel defterini Siccîn’e yazın!» denilir.

Daha sonra da:

«–Kulumu yeryüzüne geri götürün. Çünkü Ben, onları yerden yaratacağımı, tekrar ona döndüreceğimi ve yine oradan çıkaracağımı vaad ettim.» denilir.

Rûhu yere atılır. Cesedinin içine düşer.”

Allah Resûlü burada da şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular:

“…Kim Allâh’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir.” (el-Hac, 31)

Sonra da Efendimiz sözlerine şöyle devam ettiler:

“Melekler o (günahkâr)a gelirler ve:

«–Rabbin kim?» derler.

«–Bilmiyorum!» der.

Semâdan bir münâdî şöyle nidâ eder:

«–Yanlış söyledi. Ona ateşten bir yer hazırlayın, Cehennem elbiseleri giydirin ve Cehennem’deki yerini gösterin!»

Kabri onu sıkar. Öyle ki kaburga kemikleri birbirine geçer.[23] Cehennem’in kokusu ve sıcaklığı ona gelmeye başlar. Bunlar yapıldıktan sonra yanında çirkin suratlı, perişan kıyafetli ve kötü kokulu bir adam temessül eder:

«–Hoşlanmadığın şeyle müjdelen! Bu, sana vaad edilen gündür.» der.

Fâcir:

«–Sen kimsin? Yüzün şer habercisi!» der.

O da şöyle cevap verir:

«‒Ben senin kötü amelinim!»

Bunun üzerine fâcir:

«Yâ Rabbi! Kıyâmeti hiç getirme!» der.” (Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)

BEDENİN YOLCULUĞU

Resûlullah Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

“Cenâze tabuta konulup da insanlar (veya erkekler) onu omuzladığı zaman, eğer o sâlih bir kişi ise;

«Beni bir an evvel (sâlih amellerimin mükâfâtına) kavuşturunuz, beni bir an evvel (sâlih amellerimin mükâfâtına) kavuşturunuz!» der.

Eğer sâlih biri değilse:

«Eyvah! Bu tabutu nereye götürüyorsunuz?» diye feryâd eder.

O cenâzenin bu sayhasını insandan başka her varlık işitir. Eğer insan bu sesi duysaydı, derhâl bayılırdı.” (Buhârî, Cenâiz, 50, 90, 91)

Berâ da Peygamber Efendimiz’in bir cenâze teşyîindeki hâlini şöyle anlatmaktadır:

“Biz Resûlullah ile bir cenâzede bulunmuştuk. Efendimiz, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki gözyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:

«Ey kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapınız!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Dipnotlar:

[1] Hâkim, Müstedrek, IV, 347/7868.

[2] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. III, sf. 505, Erkam Yayınları, İstanbul 2011.

[3] Bkz. Abdurrezzâk, el-Musannef, III, 581-582.

[4] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [Tekâsür, 3].

[5] Reşahât, s. 130.

[6] İbn-i Mâce, Eşribe, 3.

[7] Bkz. el-Kasas, 76-82.

[8] “Onlara (yahudîlere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!” (el-A‘râf, 175)

Müfessirler, bu âyette ismi zikredilmeyen kimsenin Hazret-i Mûsâ’nın kavminden Bel’am bin Baûrâ olduğunu bildirmişlerdir. Bu zât, önceleri Hazret-i Mûsâ’ya îmân etmişken, basit dünyevî menfaatler karşılığında küfre kaymıştır.

[9] Tirmizî, Deavât, 98/3537.

[10] Münâvî, V, 65.

[11] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247; Hâkim, I, 503. Krş. Buhârî, Cenâiz, 1.

[12] Azîmâbâdî, Avnü’l-Maʻbûd, Beyrut 1415, VIII, 267-268.

[13] İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, Bedir Yay. sf. 48.

[14] Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 97.

[15] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103.

[16] “Eğer sekerât hâlindeki şahıs, hayatı îmanla geçmiş ve hiçbir küfür alâmeti göstermemiş bir kimseyse, son anda beklenmedik şekilde küfür hâlleri takınsa da cinnetine hamledilir ve kendisinden mü’minlere mahsus muâmele esirgenmez.” (Necip Fâzıl Kısakürek, Îman ve İslâm Atlası, sf. 330, Büyük Doğu Yay. İst. 2017)

[17] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247; Hâkim, I, 503. Krş. Buhârî, Cenâiz, 1.

[18] Bkz. en-Nâziât, 2.

[19] en-Nahl, 32.

[20] Bkz. en-Nâziât, 1.

[21] Âl-i İmrân, 92.

[22] Tefekkür ufku ne kadar gelişirse gelişsin, âmâ bir kimsenin idrâkinde, renkleri tam mânâsıyla canlandırmak nasıl mümkün değilse, bu dünya hayatında bizlerin de, hiç görmediğimiz kabir âleminin keyfiyetini tam mânâsıyla idrâk etmemiz söz konusu olamaz. Bu sebeple bizler, kabir ve ötesine âit hâdiselerin Kur’ân ve Sünnet’te bildirildiği üzere olacağına inanır ve îmân ederiz. Beşer idrâki, dünyevî intibâlarla düşünebildiğinden, Resûlullah Efendimiz de, kabir hayatına dâir hakîkatleri bizim idrak seviyemize göre beyan buyurmuşlardır. O âlemin asıl mâhiyet ve keyfiyetini ancak Rabbimiz bilir.

[23] Bu nevî tâbirlerin mecâzen mi, yoksa hakîkî mânâsıyla mı kullanıldığı, bizim için meçhuldür. Zira bizler, kabirde gerçekleşecek hâllerin keyfiyetini dünyevî idrâk imkânlarımızla tam olarak bilmekten âciziz. Hadîs-i şerîflerde Berzah Âlemi’nin şartları hakkında verilen haberlerin, dünyada yaşanan ve bilinen şeylerle tasvir edilmiş olması, -Allâhu a‘lem- kabir azâbının dehşet ve şiddetini biz kullara lâzım olduğu derecede idrâk ettirmek ve gerekli ders ve ibretleri almaya sevk etmek içindir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

AHİRET YOLCULUĞU

Ahiret Yolculuğu

AHİRETTE SORULACAK SORULAR NELERDİR?

Ahirette Sorulacak Sorular Nelerdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah sizden razı olsun.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.