Ümmetin İmtihanı Nerede?

Müslümanları birbirine kırdırmak isteyeneler kimler? Bunu nasıl ve neden yapacaklar? Müslümanın kardeşlik anlayışı nasıl olmalıdır?

Kulağımızı Rabbimize, Halikımıza, onun kelamına, Kur’an’a, O’nun elçisinin sesine mi yönelteceğiz, Peygamber aleyhissalatü vesselamın elinden mi tutacağız, izine mi basacağız , O’nun etrafında mı kenetleneceğiz, yoksa birbirimizin boynunu vurmaya çağıran Şeytan’ın ve adamlarının stratejisine mi boyun eğeceğiz?

İSLAMLAR ARASI SAVAŞDA NEDİR?

Sovyetler’in dağılması, Sosyalizmin bir iddia olarak gündemden düşmesi, liberal kapitalist dünyanın “Son İnsan – Tarihin sonu” teziyle zaferini ilan etmesi ve Batı’nın gündemine “Yeni düşman” konsepti çerçevesinde “Yeşil tehlike”nin girmesi sürecinde seslendirilen bir tez vardı:

-Bundan sonraki savaş süreci “İslamlar arası savaş” şeklinde olacak.

Bunu doğru anlamak için Batı dünyasındaki düşünce seyrini kavramak gerekiyor. Şöyle düşündü o dünya:

-Bizler, büyük çıkarlarımızın bulunduğu İslam dünyasını bir sorun olarak görüyoruz. Sorun bu dünyanın bundan sonra da nasıl açık veya örtülü sömürge statüsü içinde tutulacağı sorunudur.

-İslami bilinçlenme, sömürge statülerini sorgulayan bir nitelik kazanmıştır. Biz buna “İslam’ın siyasallaşması” diyoruz. İslam fundamentalizmi, radikal İslam, entegrist İslam gibi tanımlamalar bu “Siyasal İslam” hadisesi çerçevesinde bizim ortaya koyduğumuz tanımlamalardır.

-Bu sorgulayıcı islami bilinçlenme, hemen tüm İslam ülkelerinde müşahhas bir vakıadır.

-Bunun önünü kesmek gerekir.

-Bunun bir yolu, bu tür oluşumların yönetime gelmesine, gelmişse uzaklaştırmasına, bunun için içerdeki ortak siyasi, askeri, hukuki, medyatik güç odaklarını kullanmaktır.

-Bunun diğer bir yolu ise, bu islami gelişmeye zemin hazırlayan toplumsal yapıyı parçalamaktır. Daha açık ifadesiyle Müslümanları birbiriyle çarpıştırmaktır. Bunun için akidevi, fıkhi, mezhep, grup, kavim ve bireysel nefisler dahil her türlü farklılaşmayı kullanmaktır. Müslümanlar ne kadar birbiriyle savaşırsa “İslam gücü” o kadar zaafa düşer, o kadar sömürülmeye, hükmedilmeye, kullanılmaya müsait hale gelir.

20’inci yüzyılın sonu, 21’nci yüzyılın başında İslam dünyası ve Müslümanlar olarak böyle bir strateji ile karşı karşıyayız.

Bu, 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı sonrasında dönemin sömürgeci güçlerinin İslam dünyasına yönelik sömürgeleştirme stratejilerinin, “güncellenmesi” olayıdır.

Bir sömürgeci güç -ya da güçler- böyle bir planlama yaparken, sömürgeleştireceği coğrafyanın ve orada yaşayan toplumların analizini yapar. Zaaflarını, güçlü yanlarını tahlil eder. Zaafı büyütmeye, güçlerini azaltmaya çalışır. Ve mümkün olduğu kadar uzun süreli bir sömürge yapısı oluşturmayı hedefler.

Yöneticilerin karakterlerini, toplumsal sistem yapılarını, toplumların kavmi özelliklerini, mezhebi farklılıklarını, sınır hassasiyetlerini her şeyi inceden inceye tahlil eder, mümkünse planlarlar.

100 yılı böyle bir projeye mahkum olarak geçirdik İslam dünyası olarak.

Açık veya örtülü sömürge statüsünü gerçek anlamıyla aşamadık. Bir hassasiyet damarımız var, yok değil. Ama sömürge statüsü kendini yenileyerek, güncelleyerek sürdürmeye çalışıyor.

Ve işte en son, belki de insan topluluklarının her zaman içine düşmesi mümkün stratejik tuzakla karşı karşıyayız:

-Müslümanlar arası mücadele.

Bu, İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda belki de en az akla gelebilecek bir durumdur, çünkü İslam, gerek imanın en merkezinde yer alan Allah Teala’nın buyrukları, Kur’an çerçevesi, gerek O’nun muazzez Elçisi (s.a.v.)’nin söz ve uygulamaları ile, neredeyse “Kardeşlik”ten başka hiçbir ihtimali söz konusu etmeyen bir toplum inşasını öngörür.

MÜMİNLER ANCAK KARDEŞTİR

Bir yanda “Mü’minler ancak kardeştir” şeklindeki “Allah ölçüsü” olsun, diğer yanda “Müslümanlar arası savaş”ı öngören bir strateji...

Bu resmen, Müslüman kişiliğine yönelik bir tahribatı planlama ve Müslüman’ı “Allah ölçüsü” dışına çıkarabilme hesabıdır. Yine Kur’an’a baktığımızda bunun bir “Şeytan hesabı” olduğunu da görebiliriz.

Ama Alemleri Yaratan Kudret, Allah Teala, bize gönderdiği “Yol haritası”nda, Kur’an’da, bu alanda karşı karşıya kalabileceğimiz tehlikeleri de bildirmiş.

İş, kalbimizi bütün sadakatimizle Allah’ın Kelam’ına, Kur’an’a açmaktır.

“Bütün sadakatimizle”, evet, yani dinler gibi yaparak değil, üstümüze kondurmayarak değil, sanki bize değil de bir başkasına hitap ediyormuş gibi davranarak değil, ferdi, grupsal, kavmi, hatta mezhebi “Ego”larımızı Kur’an’ın önüne duvar haline getirerek değil.

Mezhep ki, “Gidilen yol” anlamına gelir, Allah’a giden yolun aranışıdır, “Tarikat” ki yol anlamına gelir o da “Allah’a vuslat’ın aranışıdır, “Şeriat” ki o da tutulan yoldur ve “Allah’a çıkması” hedeflenir, seyrü süluklar vs hep, hedefte Allah’ı vuslatı arar...

Bir insan, Allah’a yönelmişken, diğer kulvarlarda aynı istikamette yol alanla ilgilenmeye vakit bulabilir mi, onun yolunu engellemenin kendi yolculuğu için müspet bir anlamı olabileceğini düşünür mü, Allah’a giden yolları kesmenin, Allah nezdindeki anlamını görmezden gelebilir mi, ve çok daha önemlisi bu yolculukta her şeyi görüp bilmekte olan kudret’in, kendisinin yol kesici davranışlarını görmediğini düşünebilir mi?

Allah Teala, Kur’an’la, bizim tüm bu seyrü sülukta başımıza gelecek şeylerin filmini – fotoğrafını apaçık şekilde önümüze koyuyor.

Kur’an’ı doğru okumak ve kalbten okumak... bütün mesele bu.

ÜMMETE BİRLİK OLUN ÇAĞRISI YAPAN AYETLER

Mesela Kur’an’da “Kalbleri birleştiren Allah’tır” buyuruluyor. (Enfal, 63) Ne düşünürsünüz? Ben derim ki, kalblerimizi Allah’a verebilirsek, kalblerimiz bütünleşmeye müsait kıvama ulaşır.

Mesela Kur’an’da “(Bir kısmına inanıp,bir kısmını inkar etmek suretiyle) Dini parça parça edip gruplara ayrılanlar” için “Onların işi Allah’a kalmıştır” deniyor ve “sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” gibi bir tehdit konuyor. (En’am, 159) Ben derim ki, bu tür ayetleri okurken, “Falancalar dini parça parça ediyor” gibi hep ötekini yargılamayı bırakıp, “Acaba ben, Rabbimin tehdidine maruz kalacak bir din parçalama işinin içinde miyim?” sorusunu sormak lazımdır.

Başlı başına şu ayeti okumak, üzerinde düşünmek, ona göre duygu- düşünce dünyamızı imar etmek ve ümmet olarak hal ve hareketlerimizi belirlemek mümkün olsa, bütün o, “Fesat stratejileri”ni tersyüz edebiliriz.

Allah Teala buyuruyor ki: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 46)

İtaatin merkezine Allah ve Rasulü konacak. Diğer tüm güçlere (Kur’an’ın ulül emr diye nitelediği yöneticiler dahil) itaat, ancak Allah ve Rasulüne itaatleri çerçevesinde gerçekleşecek. Bir konuda “ihtilaf” olduğunda konu Allah ve Rasulünün bildirdiği ölçülere müracaatla çözülecek (Nisa, 59) Allah ve Rasulüne itaatin hemen ardından “birbirimizle çekişmeme, parça parça olmama, bölünmeme, hizmet itibariyle bölünmek kaçınılmaz olsa bile kalben bölünmeme” ilahi çağrısı geliyor. Allah Teala “Bölük bölük olmayın” diyor duyabilene. Ardından paramparça olmanın getireceği kalbi, fikri, psikolojik risk hatırlatılıyor. “Korkuya kapılırsınız, kalbi zaafa düşersiniz. İradeniz çözülür.” Ve ardından hem kişiler olarak hem toplumlar olarak ödenecek bedel geliyor. Kur’an’da “Rîh” kelimesi kullanılıyor. Bu sözlük anlamı itibariyle “Rüzgar” anlamına geliyor. “Rüzgar” yani etkileme gücü olan varlık demek, müfessirler bunu “Gücünüz, devletiniz gider” şeklinde anlamışlar. Evet, işte görünen “İslam dünyası vakıası”nın resmi.

Bu ayet bize, Mü’minlerin birbirinin gücü – kudreti – rüzgarı olduğunu, bölünüp parçalanma halinde bu gücün birbirini besleyen değil, birbirini azaltan güce dönüştüğünü, bunun da bedelinin “Devletin kaybı” noktasına kadar varabileceğini bildiriyor. Burada “devlet kaybı”nı, İslam dünyasının müşahhas haline bakarak yorumladığımızda, İslam toplumlarının oluşturduğu devletlerin içinin boşaldığı, devlet olma haysiyetlerinin kaybolduğu şeklinde anlayabiliriz.

Şu ayet: “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 208)

Ya topluca “silm – İslam – barış” ikliminde buluşacaksınız, ya da size “Apaçık bir düşman” olan Şeytan’ın adımlarını izleyeceksiniz. Hangisini tercih edersiniz? Ya da şu andaki durumunuz, “topyekün silm içinde olmak” mıdır, yoksa şeytanın adımları arkasında yürümek midir? Başkasını yargılamak yerine lütfen herkes kendi durduğu noktaya baksın ve “Şeytan bu yaşadığımız hercümercin neresinde/” sorusunu sorsun.

Şu ayet: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 103)

Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmışsak, bu parçalanmayı gerçekleştiren kim? Allah bizim kalplerimizi birleştirmişse, nasıl ayrıldık? Allah bizi bir ateş çukurunun kenarından kurtarmışsa, şimdi İslam toplumları olarak birbirimiz için ateş çukuru kazmak neyin nesi? Benim payım ne bu çukurun kazılmasında ve ben, Rabbimin huzurunda bunun hesabını nasıl vereceğim?

Şu ayet: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 105)

Hepimize apaçık deliller gelmedi mi? Onları günler geceler boyu okuyup durmuyor muyuz? Kime okuyoruz onları? Ve onlar bizim kalblerimize neden ulaşmıyor? Şu Kur’an sorgulamaları bizim ümmet içindeki duruşumuzu nasıl etkilemeli? Kendileri için “pek büyük azap” olanlar kimler acaba, o azap ya bizlere de dokunacaksa ya da şu an İslam dünyasının yaşadığı acılar, o azaptan bir parça ise...

Şu ayet: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” (Âl-i İmrân, 159)

Allah Teala bunları muzazzez Elçisine söylüyor: “Rahmeti kuşandın onlarla ilişkide” buyuruyor. O rahmeti de Allah verdi sana buyuruyor. Kaba ve katı yürekli olmadın, buyuruyor. Şayet öyle davranmasaydın insanlar etrafından dağılıp giderlerdi, buyuruyor. Affı tavsiye ediyor. Hatta bağışlanmaları için dua edilmesini istiyor. Soralım kendimize, diğer mü’minlere karşı rahmeti kuşandık mı? Bunun için rabbimizden kalbi yardım niyaz ettik mi? Af yolunu tutup, dualarımızda diğer mü’minleri andık mı? “Ya Rabbi, kalbimizde diğer mü’minlere karşı kin bırakma” diye yakardık mı? (Haşr, 59)

Şu ayet: “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 94)

Bu ayetle Allah Teala, sanki bize, insanoğluna tüm zaaflarını tahlil etme fırsatı verecek bir çerçeve sunuyor. Savaştığınız insanlarla bile sebebi iyi anlamayı, dinlemeyi emrediyor. Ayetin “Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin.” bölümünü bin kere okumak ve bizim insanlarla, toplumlarla, farklı mezhep, cemaat, tarikat veya inanç gruplarıyla ilişkimizde “dünya menfaati”ni dikkate alıp değerlendirme yapıp yapmadığımıza bin kere bakmamız, her davranışımızı bu istikamette süzmemiz lazım. Bununla Rabbimiz bizden, kendi niyetlerimizi sorgulamamızı istiyor. Bir tür “Hicretiniz kime, diyor Allah Rasulü gibi, Allah’a ve Rasulüne mi, yoksa arzuladığınız kadına mı?” Kılıcı niçin çaldınız karşınızdakine? Ganimette daha çok pay düşsün diye mi, malı - mülkü – iktidarı paylaşacak ortaklar istemediğiniz için mi? Niyetlerin bile sorgulanacağı Rabbin huzurunda ortaya çıkabileceğini aklınıza getirmediniz mi? İnsanların kalbini yarıp bakmadıysanız, nasıl kılıç çaldınız boynunu vurmak için?

Şu ayet: “Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerlerinin gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât, 12)

Ve şu ayet: “Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever” (Saff, 4)

Ve böyle onlarca ayet.

Bir mü’min topluluğu inşa etmek için Allah ölçüler bildirmiş, Rasulullah o istikamette bir “Ümmet” oluşturmak için canını dişine takarak gayret sarfetmiş, ve şimdi o ümmete karşı “Müslümanlar arası savaş stratejisi” devreye sokulmuş bulunuyor. Evet, şeytani bir strateji bu.

Ümmet olarak bizim imtihanımız burada?

Kulağımızı Rabbimize, Halikımıza, onun kelamına, Kur’an’a, O’nun elçisinin sesine mi yönelteceğiz, Peygamber aleyhissalatü vesselamın elinden mi tutacağız, izine mi basacağız , O’nun etrafında mı kenetleneceğiz, yoksa birbirimizin boynunu vurmaya çağıran Şeytan’ın ve adamlarının stratejisine mi boyun eğeceğiz?

Bu ikincisi, belki 100 yıl daha sömürge, yani köle olmaktır.

İslam ki, onun olmazsa olmazı “Hürriyet”tir. Sömürge olmak demek, açık veya örtülü bir kölelik statüsüdür. İslam’ın ancak köle tacirleri tarafından çerçevesi belirlenecek bir hayat alanı içinde yaşanmasıdır. Yani yaşanamamasıdır.

Bugün gerçek anlamda İslam’ı yaşayabilmek, ancak “Kardeşliğimizi idrak” ile mümkündür.

Değilse, “Devletimiz gider, kudretimiz gider, rüzgarımız söner, etkileyemez hale geliriz, bunalırız, ferahlayacak bir iklime hasret kalırız.” “Devleti giden” her toplum zillete düçar olur. Ecdat “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözünü boşuna söylememiştir.

İçi boşaltılmış olan, yönetenlerinin gönülleri başka rüzgarların etkisine giren yapıları devlet saymak doğru değildir.

Kaynak: Altınoluk Dergisi, Ahmet Taşgetiren, , 331. Sayı,  2013

İslam ve İhsan

İSLAM KARDEŞLİĞİ NEDİR?

İslam Kardeşliği Nedir?

İSLAM KARDEŞLİĞİ ŞUURU

İslam Kardeşliği Şuuru

İSLAM KARDEŞLİĞİ NASIL OLMALI?

İslam Kardeşliği Nasıl Olmalı?

ÜMMET YENİ FATİHLER BEKLİYOR!

Ümmet Yeni Fatihler Bekliyor!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.