Mekke’nin Fethinden Sonra Peygamberimizin Yaptıkları

Mekke’nin Fethi ne zaman ve nasıl gerçekleşmiştir? Merhamet tezahürü ve af bayramı: Mekke’nin Fethi’nden sonra gerçekleşen hadiseler ve Peygamberimizin yaptıkları.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hudeybiye’de Kureyş ile 10 sene savaş yapmamak üzere sulh imzâlamışlardı. Ama müşrikler, her geçen gün İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bunun içindir ki, yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Zaman geçtikçe de sulh maddelerine karşı saygısızlık ve cür’etlerini iyice artırdılar.

MEKKE’NİN FETHİ NE ZAMAN VE NASIL GERÇEKLEŞTİ?

Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay kadar bir zaman geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekir kabîlesini kışkırtarak, müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttı­lar. Kendi içlerinden bâzıları da bu âdî cinâyete iştirâk etti.[1]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le anlaşmalı olan Huzâa kabîlesi, baskına uğradıklarında namazda idiler. Hunharca bir katliâmla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyâmda iken şehîd edildiler. Hattâ Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler. Durum, derhâl Allâh Rasûlü’ne bildirildi.[2]

Rasûlullah (s.a.v), kendisine bu acı haberi getiren Amr bin Sâlim’i dinlerken mübârek gözlerinden süzülen inci tâneleri gibi gözyaşları, gül yanak­larını ıslatıyordu. Nebîler Sultânı Efendimiz son derece mahzûn olmuşlardı. Gönlü yaralı sahâbîsi Amr bin Sâlim’e tesellî sadedinde:

“–Sen yardım olundun ey Amr!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, IV, 12; Vâkıdî, II, 784-785)

Allâh Rasûlü (s.a.v), her şeye rağmen müşriklerle aralarında yapılmış olan muâhedeyi hesâba katarak Huzâalılara yapılan baskın sebebiyle Mekkelilere önce bir elçi gönderdiler. Çünkü onlar Hudeybiye Muâhedesi’ni çok ağır bir şekilde ihlâl etmişlerdi. Buna göre, ya öldürülen Huzâalıların diyetlerini vermeli, ya Benî Bekir kabîlesini himâyeden vazgeçmeli, ya da bu iki teklîfi de kabûl etmedikleri takdirde Hudeybiye Muâhedesi’ni geçersiz saymalı idiler.

Gözlerini kan ve kin bürümüş olan cânî müşrikler, Allâh Rasûlü’nün bu üç teklifinden sonuncusunu, yâni muâhedeyi resmen boz­mayı kabûl ettiler.[3]

Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldi ise de iş işten geçmiş, muâhede iki ta­raflı olarak feshedilmişti. Durumu düzeltmek için Kureyş’in reisi Ebû Süfyân, çâresiz ve bin pişman olarak Medîne yollarına düştü. Zâten vâkî olan baskın cinâyetiyle mâtem ve hüzün havasının iyice gerginleştirdiği Medîne’de hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Öyle ki, Rasûlullah (s.a.v)’in zevce­lerinden Ümmü Habîbe (r.a), Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi dahî altından çekip aldı. Ebû Süfyân şaşırdı. Hayretle:

“–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v)’in sevgisinde fânî olan Ümmü Habîbe vâlidemiz, şöyle cevap verdi:

“–Bu minder, Rasûlullâh (s.a.v)’e âittir. Sen necis bir müşrik olduğun için ona oturmaya aslâ lâyık değilsin!” Ebû Süfyân işittiği bu cevap karşısında donup kaldı:

“–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâip olmuşsun!” dedi. Fakat Ümmü Habîbe:

“–Hayır, Allâh beni İslâm ile şereflendirdi” diyerek îmânın her şeyin üzerinde olan ulvî değerini hatırlattı. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)

Başta Rasûlullâh (s.a.v) olmak üzere bütün ashâbın takındığı bu tavır karşısında çâresiz bir şekilde Mekke’ye dönmek zorunda kalan Ebû Süfyân, etrâfını çeviren Mekkelilere sulhun mümkün olmadığını aktarırken şaşkınlığını gizleyemiyor:

“–Ben, kalpleri tek bir kalp üzere olan bir kavmin yanından geliyorum. Vallâhi, onlardan fayda umduğum küçük-büyük, kadın-erkek herkesle konuştum, ancak bir netîce alamadım!” diyordu. (Abdürrezzâk, V, 375)

Bu arada Rasûlullah (s.a.v), sefer hazırlığı için emir buyurdular. Yakın kabîleleri Medîne’ye çağırırken, uzaktakileri ise yerlerinde bekleyip or­duya yolda iştirâk etmelerini irâde buyurdular. Son derece gizli bir şekilde hareket edili­yordu. Düşmanın, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için de, Sûriye ta­raflarına bir müfreze gönderen Rasûlullah (s.a.v), her tarafı sıkı bir kontrol altına almışlardı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi kansız bir şekilde netîcelendirmek arzusunda ısrarlı idiler. Bunun için birçok stratejik tedbirler almışlardı:

- Öncelikle, ashâbına sefer için hazırlanmalarını emrettikleri hâlde, nereye gidileceğini gizli tutarak niyetini açıklamadılar.[4] Hattâ en yakın dostu ve sırdaşı Ebû Bekir (r.a) bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Rasûlullâh’ın zevcesi Hz. Âişe’ye seferin nereye olacağını sormuştu. O da:

“−Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Hevâzinlere gitmek istiyor olabilir!” demişti. (İbn-i Hişâm, IV, 14)

- Allâh Rasûlü (s.a.v), yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmişlerdir:

“Allâh’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)

- Medîne’den hareket ettiklerinde, yine Kureyşi şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmışlardır.

- Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile sayının çok zannedilmesini temin etmeleri de bu maksatladır.[5]

- Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirmişlerdir.[6]

Rasûlullâh (s.a.v) güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmışlardır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.

Bütün ashâb-ı kirâm hazarâtı, bu gizliliğe riâyet ederken, Bedir gâzîlerinden Hâtıb bin Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bir kadınla da gönder­mişti. Bundan Allâh Rasûlü’nün vahiyle haberi oldu ve kadının yerini söyleyerek Hz. Ali, Zübeyr ve Mikdâd’ı o kadını yakalayıp getirmekle vazîfelendirdiler. Kadın, Rasûlullâh (s.a.v)’in işâret buyurduğu yerde yaka­landı. Üzerindeki mektup alınıp Rasûlullâh’a getirildi. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Ey Kureyş! Allâh’ın Rasûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu, sel gibi akacaktır. Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) üzerinize tek başına da gelse Allâh Teâlâ, O’nu size gâlip kılacak, vaadini ye­rine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 278)

Aslında bu ifâdeler, ne gerçeğe aykırıydı ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması îcâb eden bir hakîkat düşmana ifşâ ediliyordu. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.v), bu işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp sordular:

“–Ey Hâtıb! Bunu niye yaptın?”

Bedir gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir nedâmet içinde:

“–Yâ Rasûlallâh! Yanınızda bulunan Muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını koru­yacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar arasında minnet­tarlık kazanarak, âilemi, çoluk-çocuğumu korumak istedim. Yoksa vallâhi ben onların câ­susu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir fenâlıkla da işlemedim. Müslüman ol­duktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam. Vallâhi benim Allâh ve Rasûlü’ne olan îmânım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş değilim...” dedi.

Bunun üzerine merhamet ummânı olan Rasûlullah (s.a.v):

“–Hâtıb kendisini doğru müdâfaa etti” buyurdular ve onu affettiler.

Hâtıb’ın boynunu vurmak isteyen Hz. Ömer’e de Cenâb-ı Hakk’ın, Bedir Harbi’ne katılanların yaptığı hatâları af buyurduğunu hatırlatarak şu mukâbelede bulundular:

“−Ama o Bedir Seferi’ne katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allâh Teâlâ Hazretleri Bedir ehlinin hâline muttalî oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret ettim!» buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 161)

Bununla birlikte Allâh Rasûlü (s.a.v), o sırada nâzil olan şu âyet-i kerîmeler muvâcehesinde, Allâh’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmaması gerektiği husûsunu, başta Hâtıb olmak üzere, bütün ashâb-ı kirâma teblîğ buyurdular:

“Ey îmân edenler! Eğer Ben’im yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, Ben’im de düşmanım, sizin
de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizlice muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin! Hâlbuki onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir.
(Onlar) Rabbiniz Allâh’a inandığınızdan dolayı Rasûl’ü de sizi de yurdunuzdan çıkardılar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), doğru yoldan sapmış olur.

(Biliniz ki) şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zâten (onlar, hiç şüphesiz sizin îmandan vazgeçip de) inkâr etmenizi istemektedirler. (Yine biliniz ki) kıyâmet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermez. Çünkü Allâh, aranızı ayırır. Allâh yaptıklarınızı görendir.” (el-Mümtehine, 1-3)[7]

Hicretin sekizinci yılında Ramazan Ayı’nın onuncu günü Allâh Rasûlü (s.a.v), on bin kişilik muazzam îmân ordusuyla Medîne’den ayrıldılar. Cihâd üzere olduklarından yolda iftar ettiler. Ashâba da böyle emir buyurdular.[8]

Cuhfe denilen mevkîye vardıklarında Hz. Abbâs ile karşılaşıldı. Daha evvel müslüman olmuş bulunan Abbâs (r.a), bunu gizleyerek Mekke’de kalmış, oradan Kureyş’in durumunu her zaman Allâh Rasûlü (s.a.v)’e rapor etmişti. Mekke-i Mükerreme’de kalmasının bir sebebi de, uhdesinde bulunan hacılara su dağıtma vazîfesini îfâ etmesiydi. Nihâyet vaktin geldiğini düşünerek, o da hicret etmek için ehl ü ıyâli ile birlikte yola çıkmıştı.[9] Buna çok sevinen Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de Muhâcirlerin sonuncusu oldun!..” buyurdular. (Ahmed bin Hanbel, Fedâilü’s-sahâbe, II, 941)

Mekke Fethi’ne doğru yapılan bu muhteşem yolculuk esnâsında bütün bir beşeriyete ibret olacak muazzam bir tablo sergilendi. Bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının bir eseriydi. Allâh Rasûlü (s.a.v)’in ordusu sel gibi akıyordu. Arabistan’ın dört bir tarafından yeni müslüman olmuş kabîleler kâfile kâfile İslâm ordusuna iltihâk ediyorlardı. Deyim yerindeyse bir mahşer ortamı yaşanıyordu. Âlemlerin Efendisi bu muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talub’a doğru yol alırken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir kelp gördüler. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi diktiler. Anne kelbin ve yavrularının, fetih coşkusu içinde geçen İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundular.[10]

O sırada Mekkeliler, olan bitenden habersizdi. İslâm ordusunun, beldelerine bir ko­naklık mesâfedeki Merru’z-Zahrân Vâdisi’ne yerleştiğini öğrenip Rasûlullâh (s.a.v)’in em­riyle her birliğin ayrı ayrı ateş yakmasıyla oluşan ihtişamlı manzarayı gördüklerinde deh­şete kapıldılar. Akılları başlarından gitti.

Ebû Süfyân, Hakîm bin Hizâm ve Büdeyl’i yanına alarak merakla etrâfı kolaçan etmek için Mekke’den çıkmıştı. İslâm askerlerinin yakmış olduğu binlerce ateşi görünce şaşırdılar. Onların hangi kavim ve kabîleye âit olduğunu tahmin etmeye çalıştılar. Fakat oraya konaklayanların Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı olabileceği ihtimâli hiç akıllarına gelmedi. Mekke, çepeçevre kıskaca alınmış olduğundan, Ebû Süfyân ve yanındakiler çok geçmeden yakalanıp Efendimiz’e getirildiler.[11]

Ömer (r.a), Ebû Süfyân’ın öldürülmesi için Efendimiz’in etrâfında dolaşırken, amcası Abbâs (r.a) da onun affedilmesini ta­leb ediyordu. Eşsiz siyâsî dehâsı ile muhteşem bir harp taktiği uygulayan Allâh Rasûlü (s.a.v), amcasına hitâb ederek:

“–Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçit yerine götür! İslâm ordusunun ihtişâmını seyret­tir!” buyurdular.

Bu, Kureyş’in reisi olan Ebû Süfyân’ı, müşriklerin müslümanlara karşı boş yere çaba göstermesini engelleyecek bir hâlet-i rûhiyeye hazırlamak içindi. Böylece müşrik­ler, mukâvemet göstermeyince, kan dökülmesi de önlenmiş olacaktı.

Hz. Abbâs (r.a), Ebû Süfyân’ı alarak Allâh Rasûlü’nün işâret buyurdukları geçide götürdü. O sırada İslâm ordusu hareket etmiş, birlikler hâlinde ilerliyordu. Her kâfilenin îmanlı yüreklerinden taşan اَللهُ أَكْبَرُ sadâları Arş’a kadar yükseliyordu.

Ebû Süfyân’ın bu manzara karşısında gözleri kamaştı. Allâh Rasûlü (s.a.v)’in birliği geçerken de dehşet ve hayretini gizle­yemeyerek:

“–Ey Abbâs! Kardeşinin oğlu, saltanatını ne kadar da büyütmüş!..” dedi. Abbâs (r.a) müdâhale etti:

“–Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir...” dedi. Ebû Süfyân da:

“−Evet, evet!” diyerek doğruladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Heysemî, VI, 164; İbn-i Sa’d, II, 135; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 242)

Sonra oradan ayrılarak Rasûlullah (s.a.v)’in yanına geldiler. Âlemlerin Efendisi sordular:

“–Ey Ebû Süfyân! Hâlâ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ diyeceğin vakit gelmedi mi?”

Ebû Süfyân, biraz düşündükten sonra kelime-i tevhîdi söyledi. Ancak Rasûlullah (s.a.v)’i tasdîk cümlesini telaffuz etmemişti. Rasûlullah (s.a.v), tekrar sordular:

“–Benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu söyleyeceğin vakit gelmedi mi?”

Ebû Süfyân, bu suâle cevap vermek için biraz mühlet istediyse de, Hz. Abbâs’ın îkâzıyla kelime-i şehâdeti bütünüyle telaffuz etti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü (s.a.v), onu taltîf ve kalbini İslâm’a ısındırma sadedinde Mekke halkının emniyette olacağı yerleri sayarken, Ebû Süfyân’ın evini de zikrederek şöyle buyurdular:

“Kim ki Mescid-i Harâm’a girerse emniyettedir. Kim ki evinden dışarı çıkmazsa em­niyettedir. Kim ki Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa o da emniyettedir!” (Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3021-3022; Heysemî, VI, 164-166; İbn-i Hişâm, IV, 22)

Serbest bırakılan Ebû Süfyân Mekke’ye dönerken Allâh Rasûlü (s.a.v) de ashâbına son hitâbını îrâd buyuruyorlardı:

“Size karşı herhangi bir saldırı vâkî olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz!” (İbn-i Hişâm, IV, 28)

Bundan sonra Allâh Rasûlü (s.a.v), dört kola ayırdığı İslâm ordusuna hareket emrini verdiler. Böylece Mekke, dört bir taraftan yankılanan tekbîr sesleriyle doldu.

ALLAH KUREYŞ’İ ZELİL KILDI

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Mekke fethine giderken sancağını Sa’d bin Ubâde’ye vermişlerdi. O ordunun önündeydi. Sa’d (r.a) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in sancağıyla Ebû Süfyan’ın yanından geçerken:

“–Ey Ebû Süfyan, bugün melhame günü (Yevmü’l-Melhame), yani ölülerin yere serileceği bir gün! Harem’in haramlığının helal olacağı bir gün! Bugün Allah Kureyş’i zelil kıldı!” diye nidâ etti.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Ebû Süfyan’ın dengine geldiğinde Ebû Süfyân:

“–Yâ Rasûlallah! Kavmini katletmekle mi emrolundunuz? Sa’d ve beraberindekiler yanımızdan geçerken öyle söylediler. Kavminin içinde Allah’a yemin ediyorum ki sen insanların en iyisi, en merhametlisi ve sıla-i rahime (akraba ile iyi geçinmeye) en fazla riayet edenisin!” dedi. Abdurrahman bin Avf ve Osman bin Affân (r.a):

“–Yâ Rasûlallah, Sa’d’in Kureyş’e saldırmayacağından emin değiliz” dediler. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Bugün merhamet günüdür (Yevmü’l-Merhame)! Bugün Allah Teâlâ’nın Kureyş’i aziz kıldığı gündür!” buyurdular ve Sa’d bin Ubâdeye bir elçi göndererek onu kumandanlıktan azledip sancağı oğlu Kays bin Sa’d’e verdiler.” (Vâkıdî, Meğâzî, II, 821-822)

HAYAT ANCAK AHİRET HAYATIDIR

Sekiz yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Rasûlullah (s.a.v), bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyorlardı. O gün yurdundan çıka­rılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtih idiler. Fakat bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh’a şü­kür hâlinde Mekke’ye giriyorlardı. Mübarek başlarını Allâh Teâlâ’ya karşı tevâzû ile o derece eğmişlerdi ki, sakallarının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyorlardı.[12] (Vâkıdî, II, 824. Krş. Buhârî, Rikâk, 1)

İslâm ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Bu hususta Ebû Süfyân’a tatbîk edilen taktik bereketiyle, onun, Mekkelilerin müslümanlara karşı koymamaları için gayret etmesi hayli netîce vermiş, kimse muazzam İslâm ordusuna karşı çıkmaya cesâret ede­memişti. Yalnız Hâlid bin Velîd’in Mekke’ye girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.

Müşriklerden yaklaşık 24 kişi öldürülmüş, Müslümanlardan da 2 şehîd verilmişti.

Allâh Rasûlü (s.a.v), devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, tercî’ yaparak yumuşak, kolay ve akıcı bir kıraatle Fetih Sûresi’ni okuyorlardı.[13] Tercî ile kastedilen, sesi boğazda oynatarak nağme ile okumaktır.

HAK GELDİ BATIL YOK OLDU

Ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya yöneldiler. Deveden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra:

“…Hak geldi, bâtıl yok oldu!..”[14] âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elin­deki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladılar. (Buhârî, Meğâzî, 48; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832)

Rasûlullâh (s.a.v) Beytullâh’ta tasvirler görünce, içeri girmediler. Önce onların imhâ edilmesini emrettiler. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.

İçeride Hz. İbrâhîm ve Hz. İsmâîl’in ellerinde fal okları bulunur vaziyetteki sûretlerini gördüklerinde Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Allâh, bu sûretleri yapan müşriklerin canını alsın! Vallâhi bu peygamberler asla oklarla kısmet aramadılar. (Bilâkis bundan nehyettiler.)” (Buhârî, Enbiyâ 8, Hacc 54, Meğâzî 48)

Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek putları kıran Rasûlullâh (s.a.v)’e ne kadar minnettâr olmamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:

“Ey bugün müslüman bulunan kimse! Eğer Hz. Ahmed’in sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e:

“–Sen bunun Allâh’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind:

“–Evet! Bu, Allâh tarafından olan bir iştir!” dedi. Ertesi gün Ebû Süfyân, erkenden Rasûlullâh (s.a.v)’in yanına gitti. Allâh Rasûlü ona akşam hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı naklettiler. Ebû Süfyân:

“–Şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, bu sözümü Allâh ile Hind’den başkası işitmemiştir!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)

Fetihten sonra Mekkeliler çocuklarını Rasûlullâh (s.a.v)’e götürüyor, O da onların başlarını sıvazlıyor ve kendilerine duâ ediyorlardı. (Ahmed, IV, 32)

MEKKE’NİN FETHİ’NDEN SONRA GENEL AF İLAN EDİLMESİ

Bu sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bek­liyorlardı. Allâh Rasûlü (s.a.v), sâdece oradakilere değil, bütün in­sanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:

“Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.

Ey Kureyşliler!

Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.

(Efendimiz (s.a.v), bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudular:)

«Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bi­lendir, her şeyden haberdardır.» (el-Hucurât, 13)” (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr, 49/3270)

Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin iç içe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti. İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergi­lemek üzere Allâh Rasûlü (s.a.v) Mekke halkına:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordular. Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Ben de Hz. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:

«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir»[15] diyorum. Haydi, gidiniz, artık serbestsiniz!” bu­yurdular. Bir diğer hitaplarında da:

“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendire­ceği, üstünleştireceği bir gündür.” buyurdular.

Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok müslümanın malına ve cânına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Rasûlullâh (s.a.v) de onları affetmiş ve serbest bırakmışlardı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi.[16]

O gün şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin! Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“‒Sabrederiz, cezâlandırmayız!” buyurdular. (Ahmed, V, 135)

Mekke-i Mükerreme’ye, kudsiyeti ve haremliği sebebiyle, diğer fethedilen şehirlere yapılan muâmele yapılmadı. Esir ve ganimet alınmadı, topraklarına dokunulmadı, sahipleri haraca bağlanmadı. Zira orası hac yurdu, ibadet mekânı ve Yüce Rabbimizin haremidir.

FETİH SENESİ

İbn-i Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) (fetih senesi) Mekke-i Mükerreme’yi teşrîf ettiler. Osmân ibni Talha’yı çağırdılar. O da (Beyt-i Muazzam’ın) kapısını açtı. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) ile beraber Bilâl, Üsâme bin Zeyd ve Osmân ibni Talha (r.a) içeriye girdiler. Sonra kapı kilitlendi. Efendimiz Hazretleri orada bir müddet kaldılar. Sonra çıktılar. Hemen koştum. Bilâl’e (Efendimiz’in namaz kılıp kılmadıklarını) sordum:

«‒Evet, içeride namaz kıldılar.» dedi.

«‒Neresinde?» dedim.

«‒İki direğin arasında.» dedi.

Ama kaç rekât kıldıklarını sormayı unuttum.” (Buhârî, Salât, 81)

KISASA KISAS OLAYI

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Huzâa kabilesinin, fethin ilk günü İkindi vaktine kadar, Benî Bekir’den öç almasını mübah kıldılar. Zira onlar Hudeybiye Sulhü’ne katılmalarına rağmen fetihten evvel ihânette bulunmuşlardı. İkindi vakti olunca Mekke’de kıtâlin durmasını emrettiler ve Mekke’nin haramlığını îzâh ettiler. Huzâa kabilesi öç almak için aradıkları bir müşriği ertesi gün öldürdüklerinde Efendimiz (s.a.v) onun diyetini ödediler ve bundan sonra kim birini öldürürse, öldürülen şahsın velîsinin kısas veya diyet istemekte muhayyer olacağını beyân ettiler. (Ahmed, IV, 32)

Ebû Şurayh (r.a) şöyle buyurur:

“Mekke fethinin ertesi günü Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’den bir söz işittim ki onu söylerken şu kulaklarım duydu, kalbim belledi, söyleyeni de gözlerim o anda gördü. Efendimiz (s.a.v) Allâh’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdular:

«Mekke’yi (tâ evvelden beri) harâm kılan Allâh Teâlâ’dır. Onu haram bölge îlân eden insanlar değildir. Bundan dolayı Allâh’a ve Âhiret gününe îmân eden kimse için Mekke’de ne kan dökmek, ne de bir ağaca balta vurmak helâl olmaz. Şâyed “Rasûlullâh (s.a.v) burada mukâtele etti” diye ruhsat tarafına kaçan biri bulunursa ona: “Allâh Teâlâ yalnız Rasûlü’ne izin vermiştir. Size izin vermemiştir!” deyiniz. Bana da yalnız bir günün bir saâti içinde izin verdi. Ondan sonra bu günkü hürmeti, dünkü hürmeti derecesine döndü. (Bu dediklerimi, burada) hâzır olanlar, olmayanlara teblîğ etsin!».” (Buhârî, İlim, 37)

YA DİYET VERİLİR, YA MAKTÛLÜN EHLİ KISÂS İSTER

Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) (Mekke fethinin 2. günü) şöyle buyurmuşlardır:

“Allâh Teâlâ, Ashâb-ı Fîl’i veya katli Mekke’ye girmekten men etmiştir. Ancak Rasûlullâh (s.a.v) ile mü’minlere (bir defâya mahsus olmak üzere) Mekke ahâlîsi ile savaşmaya izin verilmiştir. Haberiniz olsun, (Mekke) benden evvel hiçbir kimse için helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimse için helâl olmayacaktır. Biliniz ki o (yalnız) bir günün bir sâatinde (yalnız) benim için helâl olmuştur. Mâlûmunuz olsun ki işte şu sâatte benim için bile harâmdır. (Mekke’nin) dikeni (bile) kesilmez. Ağacına balta değdirilemez. Yitiğini kimse (elini uzatıp) alamaz. Meğerki (sâhibini) aramak için ola! O hâlde her kimin bir akrabâsı katlolunursa, o, iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet verilir, ya maktûlün ehli kısâs ister.”

Bunun üzerine Yemen ahâlîsinden biri gelip:

“‒Yâ Rasûlâllâh, şu buyurduklarınızı benim için yazdırabilir misiniz!” dedi. Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):

“‒Ebû Şâh için yazınız!” buyurdular. Derken Kureyş’ten bir zât (Hz. Abbâs [r.a]):

“‒Yâ Rasûlâllâh, izhır otu istisnâ edilse olur mu! Zîrâ biz onu evlerimizin inşâsında ve kabirlerimizde kullanıyoruz.” dedi. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) de:

“‒İzhır otu hâriç!” buyurdular.” (Buhârî, İlim, 39)

Efendimiz (s.a.v) fetihten sonra Mekke’de bu şekilde birkaç hutbe îrâd buyurdular.

KABE’NİN PUTLARDAN TEMİZLENMESİ

Allah katında faziletin ve İslâm nazarında şerefin ölçüsü, İslâm’a ilk koşanlardan olmak, can ve mal ile Allah yolunda cihâd etmektir. Bu sebeple Fetih’ten önce cihâd edip infâk edenlerle Fetih’ten sonra cihâd edip infâkta bulunanların aynı olmadığı haber verilmiştir! (Bkz. en-Nisâ, 95-96; el-Hadîd, 10; Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 381)

Beyt-i Atîk’in putlardan ve câhiliye pisliklerinden temizlenip aslî safiyetine çevrilmesi, Arap Yarımadası’nda putçuluğa vurulan en büyük darbe oldu. Zîrâ Kâbe onların en büyük merkezi hâline gelmişti. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bunun peşinden hemen;

Hâlid ibn-i Velîd’i Nahle’ye bütün Mudar kabilelerinin tâzim gösterdiği Uzzâ’yı,

Amr ibnü’l-Âs’ı Hüzeyl kabilesinin putu Süvâʻı,

Saʻd ibn-i Zeyd el-Eşhelî’yi Mekke-Medîne yolu üzerindeki Müşellel’de bulunan Menât’ı yıkmaya gönderdiler. (İbn-i Sa’d, II, 145-146)

Böylece putçuluğun Kur’ân’da zikredilen en büyük merkezleri ortadan kaldırıldı. (en-Necm, 18)

HİCRETİN FARZ OLMAKTAN ÇIKMASI

Allah Rasûlü (s.a.v) fetihten önce Müslümanların dinlerini rahatça yaşayabilmeleri, İslâm’ın düşmanlarına karşı güçlenmesi ve bir devlet himâyesi elde ederek cihâd yoluyla bunun alanını genişletmek için hicreti farz kılmışlardı. İnsanlarla beyʻat ederken, îmân, İslâm ve hicret üzerine bey’at alırlardı. Fetihten sonra artık hicretin olmadığını ancak cihâd ve niyyetin bâkî olduğunu beyan ettiler. Müslüman olanlardan İslâm, îmân ve cihâd üzere beyʻat almaya başladılar. Zira Müslümanların kendi memleketlerinde kalmaları İslâm’ın şeâirinin yerleştirilmesi ve hidayetinin etrâfa neşredilmesi için daha münâsipti.

Böylece sadece Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına hicret etmek farz olmaktan çıktı. Ama kâfirlerle savaşıldığı, dünya üzerinde küfür diyarı bulunduğu müddetçe hicret devam edecektir. Bir beldede Müslüman olup da orada kaldığında dîni husûsunda fitneye düşmekten korkan insanların hicret etmeleri hâlâ farzdır. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VII, 270)

Dipnotlar:

[1] İbn-i Hişâm, IV, 4; Beyhakî, Delâil, V, 6. [2] İbn-i Hişâm, IV, 11; Vâkıdî, II, 783. [3] Vâkıdî, II, 787. [4] İbn-i Sa’d, II, 134. [5] Hamîdullâh, I, 264-265. [6] Nebî Bozkurt, DİA, “Mekke” md. XXVIII, 557. [7] Buhârî, Tefsîr, 60. [8] Buhârî, Meğâzî, 47. [9] İbn-i Hişâm, IV, 18. [10] Vâkıdî, II, 804. [11] Buhârî, Meğâzî, 48. [12] Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ hayâtına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke’ye girerken ve Vedâ Haccı esnâsında Arefe günü mü’minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Bkz. Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkibu’l-Ensâr 9, Meğâzî 29; Müslim Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3) [13] Buhârî, Meğâzî, 48, Fedâilü’l-Kur’ân, 30; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832. [14] el-İsrâ, 81. [15] Yûsuf, 92. [16] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

MEKKE’NİN FETHİ

Mekke’nin Fethi

MEKKE’NİN FETHİNDEN SONRA GENEL AF İLAN EDİLMESİ

Mekke’nin Fethinden Sonra Genel Af İlan Edilmesi

MEKKE’NİN FETHİNDEN SONRA KÂBE’YE İLK GİREN MÜSLÜMANLAR

Mekke’nin Fethinden Sonra Kâbe’ye İlk Giren Müslümanlar

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Çok güzel teşekkürler

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.