Kime İstersen Ona Benzersin!

Kalb’e “yanar-döner, dönek ve çok değişken” anlamında kalb denmesinin sebebi; bu çekişmede iktidarın sürekli el değiştirmesinden kaynaklanmış olsa gerektir. İçindeki hayvânî duyguları yenip melekî hasletlerini hâkim kılan insan Cebrâil’den daha yüce, melekî duygularını yenip hayvânî hislerini egemen kılan insan ise canavardan daha âdî ve tehlikeli bir varlık olur.

Hz. Peygamber: “Bakın, cesette bir çiğnem et parçası vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset sağlam olur; o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin işte o kalptir.” buyurarak kalbin, insan bedenindeki yeri ve önemini vurgulamıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle beyindeki idrak merkezleri anlamında “kalb” kelimesi kullanılmıştır. “Onların kalpleri vardır, kavramazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. (Araf, 179)

“(Seni yalanlayanlar) yeryüzünde dolaşsalardı elbette düşünen kalpleri ve işiten kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; gerçekte göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (Hac, 46) Bu âyet-i kerîme ile Cenâb-ı Hak, mâzeret algımızı âdeta yeniden düzenliyor. Bizim, “kör, sağır, dilsiz” dediklerimiz, canda özür olmadığı için özürlü değil, asıl özürlülük akleden Kalp’te ortaya çıkan özürdür. Aslında Hakk’ı duymayan sağır, görmeyen kör, konuşmayan dilsizdir.

İNSAN GÖNLÜNDE SÜREKLİ İKTİDAR MÜCADELESİ VERİYOR

Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan Mûsa ve Fir’avn kıssasını yorumlarken Hz.Mevlânâ; “Bu kıssayı mukaddes kitaplarda geçen, olmuş-bitmiş ve arşivlerin tozlu raflarına terk edilmiş bir olay olarak algılamayın. Bu kıssa ve Mûsa ile Fir’avn arasında geçen mücâdele, her insanın her an kendi içinde yaşamakta olduğu dipdiri ve canlı bir hâdisedir.

Allah, melekleri tek bir düzlemde yaratmıştır. İtaatle mükellef oldukları için isyan yetenekleri yoktur. İsteseler de isyan edemezler. Allah, hayvanları da tek bir düzlemde yaratmıştır. Akılları olmadığı için mükellefiyetleri de yoktur. İçgüdüleri ve şehvetleri istikâmetinde yaşarlar. Kendisine “vasat-ı câmi’a” denilen insan mayasının, yarısı melekî hasletler, yarısı da hayvânî duygularla birlikte yoğrulmuştur. Bu iki duygu insan gönlünde sürekli bir iktidar ve muhâlefet mücâdelesi vermektedir.

Et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fi’l-Memleketi’l-İnsâniy­ye adıyla hacimli bir kitap yazan İbnü’l-Arabî, her insanı ayrı bir ülke olarak ele alıp, burada ilâhî emir ve yasakların nasıl iktidar yapılması gerektiğini anlatırken, işin hem zorluğuna hem de lüzûmuna işâret etmiştir.

İÇİNDEKİ HAYVANİ DUYGULARI YENİP MELEKİ HASLETLERİ HAKİM KIL!

Üstâd Necip Fâzıl: “Boşuna gezmişim yok tabiatta, İçimdeki kadar iniş ve çıkış” derken, insanın kendi içinde yaşadığı, iyi ile kötünün, hayr ile şerrin en keskin ikilemini ve iktidar çekişmesini ifâde etmektedir. Böylece herkes iktidar-muhâlefet çekişmesini sâdece Ankara’da ve TBMM’de değil, öncelik ve özellikle kendi içinde aramalıdır.

Kalb’e “yanar-döner, dönek ve çok değişken” anlamında kalb denmesinin sebebi; bu çekişmede iktidarın sürekli el değiştirmesinden kaynaklanmış olsa gerektir. İçindeki hayvânî duyguları yenip melekî hasletlerini hâkim kılan insan Cebrâil’den daha yüce, melekî duygularını yenip hayvânî hislerini egemen kılan insan ise canavardan daha âdî ve tehlikeli bir varlık olur. Her insan içindeki Mûsa ile Fir’avn’ın istekleriyle karşı karşıyadır. Her ikisi de sana tellâllık yaparak mallarını pazarlamaya çalışmaktadır. Sen sen ol, aklını başına al da; Gönül Nil’inde Fir’avn’ı boğ, Mûsa’yı diriltki insan olup, sultanlığa yükselesin. Gerçek saltanat ve iktidar budur. Dünya sultanları sana taç verir, baş veremezler; kemer verir, bel veremezler.”

Akıl; A-Ka-Le kökünden türetilmiş, bağlamak, tutmak ve frenlemek anlamında Arapça bir kelimedir. Duyu organlarımızla elde edilen bilgileri bir birine bağlayarak, analiz ve sentezler yaparak sonuç çıkarma işlemi için akletme ve aklı kullanma ifâdeleri kullanılır. Akıl beyinde maddî varlığı olan bir organ olarak değil, güç ve kuvvetin kasların bir fonksiyonu olarak tanınması gibi, beynin bir fonksiyonu olarak tanıtılır. Akıl kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de; maddî bir varlık olmadığı için isim olarak geçmez, fakat türevleri fiil olarak çokça geçer.

AKLIN VE VAHYİN İSTİKAMETİ

İnsanın, beş duyu dışındaki en önemli algılama mekanizması, zihinsel beyindir (akleden kalp/gönül). Bunlar, sadece düz bir mantıkla değil, sosyal ve duygusal boyutları da dikkate alarak karar verirler. Zihnin (akleden kalp/gönül), kutsala inanması ve manevî değerlere tutunması, onun düşünce dengesi ve kendine özgüven duymasını sağlar. Akıl yetersiz kaldığı yerlerde bu değerleri dikkate alarak sâhibini en doğruya iletir.

Kâinatta topraktan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana doğru bir tekâmül, bir imrenme ve bir benzeme duygusunun varlığı hep dile getirilir. Bu yükseliş trendi takip edildiğinde insanın nereye yönelmesi ve nereye gitmesi gerektiği sorusu ortaya çıkar. O takdirde bizim de Meleklere ve Peygamberlere doğru giden bir çizgide yürümemiz gerektiği anlaşılır. Aklımızın ve vahyin gösterdiği istikâmet budur. Bu yönün tersine çevrilmesi, yükselişe göre değil de aşağıya doğru çevrilmesi insanın hayvânî bir hayata doğru yönelmesi ve alçalması anlamına gelir.

Ulü’l-elbâb: “Ferâset ve basîret sâhipleri yani aklıyla ilerisini görme hassâsiyetine sâhip olanlar” anlamında kullanılır. Mevlânâ; “Kıskanç ve tamahkârlar işin önünü, akıllılarsa sonunu görerek hareket ederler. Kuşları tâne düşkünlüğü tuzağa ve avcıların kucağına düşürdüğü gibi, insanı da zaafları, hırs ve hevesleri cehenneme sürükler.” Derken buna dikkat çekmiştir.

“Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.” hadîsinde kullanılan “bağlamak” anlamındaki “akkıl” emri; sâdece duyularımızdan gelen bilgilerin birbirine bağlanarak netîce çıkarılması değil, aynı zamanda süzülmesi, doğruların yapılması, yanlışların da engellenmesi ve frenlenmesi anlamına gelir.

Kalp, hem idrâk eden, hem de idrâk edilen bir özelliğe sâhiptir. Kalp, rûhun gözü gibidir. Basîret kendi dünyâsına göre onun nazarı; akıl, rûhu; irâde de iç dinamizmidir. Genellikle biz ”gönül” derken bu kalbi kastederiz. Burada kalb, hem yükseklerden sinyaller alabilen, hem de akla sinyaller göndererek etkileme yeteneğine sâhip mükemmel bir organdır. Kendi içindeki çekişmede gâlip gelenin isteğine uygun olarak akla, akıl da bedene emir vererek niyet ve düşüncelerin davranışa dönüşmesini sağlar. İşte aklın frenleme, bağlama ve süzme yeteneği burada devreye girmeli, kendisine kalpten gelen sinyalleri seçerek doğruları yaptırmalı, yanlışlara mânî olmalıdır. İrâde ise akıl ile nefsin isteklerinin bileşkesidir.

kalp2

YÜREĞİNİZDE NE VAR?

Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalp başlıca iki manada kullanılır. Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok çam kozalağına benzeyen, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara sirâyeti ve insan uzuvları arasında bizatihi müteharrik olma gibi imtiyazı ile çok hayati bir organdır ki buna yürek de denir.

İkincisi ise, melekî boyutu ve aynı zamanda, şuur, idrâk, ihtisas, akıl ve irâde gücünün merkezi olan rûhânî bir latîfe’dir. Bu manevî boyutu ile insana “âlim”, “arif”, “müdrik” gibi isimler verilir. Ruh, bu latîfenin esâsı ve bâtını, Biyolojik Ruh ise bineğidir. Allah’a muhâtap olan, sorumluluklar yüklenen, cezâ gören, mükâfat alan, hidâyetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, azîz kabul edilen, hor görülen ve ilâhî marifetin “Mir’ât-ı Mücellâ”sı olan hep bu latîfedir.

Kalbin (akleden kalp), cismânî kalple olan irtibâtı tıpkı renklerin cisimlerle; sıfat ve niteliklerin mevsûflarla olan irtibat ve ilişkisine benzer. Âleti kullananın âletle ilişkisi, ya da oturanın mekânla ilişkisine benzer. Gönülse: Akıl ile nefsin uzlaştığı istek ve arzulardan oluşan, insanın iç dünyâsı anlamında kullanılır. Kadim öğretiler akleden kalbi, fiziksel kalbin ötesine geçen, duyarlı, algılayabilen, insanın rûhuna ışık veren farklı ve akıllı bir organ olarak ele alırlar. Eski Mısır’da mumyalama işlemi sırasında beyin dâhil tüm organlar çıkarılırken, kalb yerinde bırakılırmış. Zira kalp onlara göre rûhun, aklın ve duygunun yönetim merkezi kabûl edilmektedir.

Kaynak: Prof. Dr. İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi, Şubat 2015, 348. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.